17 Kasım 2019

Bana altını çizdiğin yerleri söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim

Çok iyi tanımıyordum onu, yaşı benden çok büyük, yumuşak sesli bir kadın… Oğuz Atay’a merak sarmış, "Tutunamayanlar"ı okuyup adeta sersemlemiştim o günlerde. Konu ona gelince gözleri doldu, "O da çok severdi Oğuz Atay'ı" dedi. Kimden bahsettiğini bilmiyordum ve sormayacaktım da. Ama o anlatacaktı

Kitaplar ağırdır... Taşınıyor musunuz? "Çok kitap var abla, bu paraya olmaz" deyip yüzlerini eğer taşıyıcılar. Ne de olsa buzdolabı her evde bulunur, sizi ağırlıkta arttıran kitaplarınızdır. Ruhsal, duygusal, zihinsel ağırlığınızı da arttırır kitaplar. Dünyanıza girmeyegörsünler, artık insan olmanın, bu dünyada olmanın, yaşamın ağırlığını sırtınızda taşır durursunuz.

Kitaplarınız sizi kendilerine maddi olarak da bağlarlar. Onları dizinizin dibinde görmek istersiniz. Sizi takıntılı bir koleksiyonere dönüştürme potansiyelini içlerinde taşırken bir yandan da onları paylaşmanızı isterler. İyi okurlar bilir kitaplarını kime güvenle verebileceklerini. Kimin yanında değer bulacaklarını adeta rahat edeceklerini…

Peki ya altını çizerek okuduğumuz kitaplar?.. Onları vermek biraz da günlüğümü vermek gibi gelir bana. Zaaflarımı, heyecanlarımı, aşklarımı, kıskançlıklarımı bir başkasının önüne atıyor gibi hissettiğimden olsa gerek, altı çizili kitaplarım pek ayrılmıyorlar benden.

Okurken cümlelerin altını çizer misiniz? Bir kitaba başladığınızda elinizde zaten bir kalem var mıdır? Yoksa bir an, bir cümle bir kelime, bir paragraf mı gelir önünüze ve o an durup elinize bir kalem alır ve kitap bitene kadar elinizden düşürmez misiniz? Belki de elinize almışsanız o kalemi, kitabınızla canlı bir bağ kurduğunuz andasınızdır. Tadını çıkarın!..

Altını çizmek ne demektir?

Okuduğunu asla unutmama dileğidir. Çok başka bir zamanda, çok başka bir bağlamda kopuk bir çağrışımla altı çizili cümlenin hatırlanması hatta dile dökülmesi umududur. Yazara bir selam göndermedir. Yazarı kıskanmaktır. Ona "bu benim cümlem" demektir! "Aslında ben yazacaktım bunu", "Ne demek istediğini anlıyorum" demektir.

Peki, sadece altını mı çizersiniz cümlelerin? Hiç üstünü çizdiğiniz, oklar çıkardığınız, çağrışımlarınızı o kenardaki sığ dikdörtgene yazdığınız olur mu? Küçük gülen yüzler, küçük ağlayan yüzler, bir damla kahvenin ya da bir damla gözyaşının bıraktığı iz, heyecanla koşturarak okuyorsanız mini minnacık bir salça lekesi olur mu kitaplarınızın sayfalarında?

Kendinize olan kızgınlıklarınızı da yazar mısınız? Neden bunu yazamadığınızı, neyi atladığınızı, içinizde yazarla birebir aynı duyguyu taşırken neden onun yazan, sizinse altını çizen olduğunuzun izleri olur mu sayfaların kenarında?

Yıllar sonra altını çizdiğiniz kitapları yeniden okurken o cümlelerin altını bir kez daha çizmek isteyip istikrarlı bir okur olduğunuzla övünür müsünüz? Ya da o cümlenin altını neden çizdiğinize anlam veremediğiniz? Olsa olsa adını bile hatırlamadığınız eski bir aşkın belli belirsiz gölgesi geçer üstünüzden. Cümleyi bir kez daha okuyup kayıtsızca omuz silker misiniz?

Ya başkalarının altını çizerek okuduğu kitapları okumak? Utanır mısınız bunu yaparken, onun günlüğünü bulmuş, sırlarına ortak olmuş hisseder misiniz kendinizi? Tanıyorsanız onu, biraz daha yakınsınızdır artık. Aranızda konuşulmamış bir gizi paylaşmanın verdiği suskunluk vardır. Bildik tanıdık özelliklerinin izini sürerken, yeni baştan tanımanın keyfini çıkarırsınız. Ama bir sahaftan almışsanız kitabı, sahibini hiç görmemişseniz, çizgiler kitap içinde kitap, öykü içinde yeni bir öykü armağan eder size. Bunun keyfine vararak okursunuz kitabı, başka renkte bir kalemle siz de çizersiniz satırların altını. Sizden sonra başkasının da eline geçeceğini hayal ederek...

Oğuz Atay'ın altını tekrar tekrar çizmek

Yıllar önce, gençliğimin çok sıcak bir yaz gününde bir dizi tesadüf bizi aynı masada buluşturmuştu. Küçük, yerleri taş bir bahçe, sardunyaların kırmızısı, tam tepedeki güneşin dallar arasından sızan ışıkları, uyuklayan tembel kediler… Çay fincanlarının deseni bile aklımda, beyaz porselen üzerinde lacivert küçük çiçekler. Çok iyi tanımıyordum onu, yaşı benden çok büyük, yumuşak sesli, sözcükleri gereğinden fazla özenli seçen bir kadın… Oğuz Atay'a merak sarmış, "Tutunamayanlar"ı okuyup adeta sersemlemiştim o günlerde. Konu ona gelince gözleri doldu kadının. "O da çok severdi Oğuz Atay'ı" dedi. Kimden bahsettiğini bilmiyordum ve sormayacaktım da. Ama o anlatacaktı.

"Kardeşim" dedi. "Çok severdi, elinden düşürmezdi hiç. Öldükten sonra bana kaldı kitapları…" "Öldü mü?" diye sordum sorduğum anda pişman olduğumu iliklerime kadar hissederek. "İntihar etti, onuncu kattan attı kendini" dedi. Ok yaydan çıkmıştı artık. "Aşırı duyarlılık hastalığına yakalandı. Hastalığı doğuştandı belki de. Dayanamadı, katlanamadı yaşamaya."

Birkaç dakikalık derin bir sessizlik oldu. Yaz böceklerinin cırıltısından başka hiç ses yoktu sanki. Gözlerini sildi, ayağa kalktı, içeri girdi. Elinde bir kitapla döndü sonra.

"Madem seviyorsun Oğuz Atay'ı. Al bunu. Onun kitabıydı. Altını o çizmişti". Kitabı geri getirmemi ya da ona iyi bakmamı söylemedi bile. Sanırım kalbimin kırıklığı yüzüme öylesine yansımıştı ki kitaba çok iyi bakacağımdan o an o da emin olmuştu.

Tehlikeli Oyunlar'ı böyle okudum ben! Altı çizili cümleleri defalarca okuyup, onu öldüren aşırı duyarlılık hastalığının belirtilerini takip ederek…

"Bir türlü sonuna gidemiyorduk rüyalarımızın. Korkuyorduk. Korkuyordum. Hayallerinde bile korkar mı insan? Hayallerinde bile kadınlar, insanı azarlar mı? Hayallerinde bile hükmedemez mi insan? Böyle yerleri atlıyordum, neyse; bazı ayrıntılara girmiyordum. Oysa, ayrıntılara inilmezse sonuca nasıl ulaşılabilir? Hiçbir yere ulaşamıyordum. Başarısızlığın yarattığı öfke yüzünden hayallerimin düzeni bozuluyordu: Pusuda bekleyen kötü hayaller, eziyet eden görüntüler birden saldırıyordu üstüme. Yarım kalmış işkenceler, artık sıralarının geldiğini düşünerek ortaya çıkıyordu." (Tehlikeli Oyunlar, Oğuz Atay; onun kitabından

"Yalnız bir erkeğin giyinişindeki acımasızlığı sen beceremezsin. Hitler"e bak, Mussolini'ye bak: Kılıkları ne kadar beceriksiz ve zevksiz bir düzen içindedir. İhmalcilikleri ne kadar gerçektir. Elbiseleri üstlerinden sarkar. Evlerini bile ne vahşi bir görgüsüzlükle döşerler. Yalnızlığın görgüsüzlüğüdür bu. Sınıflarını bulamamış insanların derbederliği içindedirler. Birbirlerini sevmeyen evlilerin de görünüşü böyledir. Dağınık yaşamlarında hiçbir güzellik yoktur. Tek başına düşünme katılığının kokusu her tarafa sinmiştir. Ağır bir günün bunaltıcı, öfkelendirici yaşantısı bitince eve dönen erkek ne yapacağını bilemez; hor görülmelerin aşağılanmaların intikamını alma susuzluğuyla yanarken çevresindeki yatıştırıcı en küçük bir ayrıntıyla karşılaşamaz. Hırsla çekiştirdiği elbiselerinden alır intikamını. Apokalipsin Dört Atlısı, dünyanın en kötü giyinen erkekleridir" (Tehlikeli Oyunlar, Oğuz Atay; benim kitabımdan)

Yazarın Diğer Yazıları

Başkasının acısına nereden bakmalı?

Bir fotoğraf bir adamı sonsuza dek yanmaya hapsederken adaletsizlik ve gaddarlık kataloğunda yerini almıştır artık. Oysa biz ölünce eşitleniriz diye bilirdik

Girilmeyen salonlar, kapatılmış balkonlar

Ne güzeldir balkonlar. Sokakla kurulan bağ, gökyüzüne en kestirme temastırlar. Ama biraz daha büyük bir mutfak uğruna içeri çekiliverir, etrafları çevrilerek anlamsız depolara dönüştürülürler acımasızca. Bozuk elektrik süpürgesinin, eski sehpaların, bir daha kullanılmayacak terliklerin meskeni olurlar

Kayıp aranıyor ama bulunmak istiyor mu?

Sadece uzak, bilinmez kentlerin arka sokakları mı kaybolmak istediğimiz yerler? Ya hiç tanımadığımız, ruhunun arka sokaklarını bilmediğimiz insanların içinde kaybolmak?