Mısır'da darbecilerin meydanları zora baş vurarak boşaltma girişimini televizyonlardan izlerken, Ankara Strateji Enstitüsü'nden Doç. Dr. Mehmet Âkif Okur'un CNN Türk ve Habertürk'teki yorumlarıyla karşılaştım.
Okur, Batı'da sadece siyasetçiler arasında değil, saygın akademik çevrelerde de bir süredir yeni bir Ortadoğu modelinin zihinlere zerk edilmeye çalışıldığını anlatıyordu.
Bu yeni modelde, Ortadoğu'da devletlerin -“ılımlı” ya da değil- İslami eğilimdeki kadrolarca yönetilmesindense, kontrollü bir gerginlikle onların alaşağı edilmesi gerektiği öngörülüyordu.
Batı'da devletler düzeyinde böyle bir eğilimin belirdiğini öne sürmek için başta ABD, Batı ülkelerinin Mısır olayları karşısındaki tepkisizliğine bakmak yeter aslında. En son, ABD Dışişleri Bakanı Kerry, “Buna darbe diyemeyiz, ordu demokrasiyi geri getirmeye çalışıyor” dahi diyebilmişti.
Ben de T24'te bir süre önce “Batı'nın yeni 'bon pour l'orient'i ('Doğu için iyi') bu mu?” diye sormuştum.
Devletler böyle de toplumlar nasıl?
Batılı devletler böyle de, Batılı toplumlar nasıl acaba?
Onlar da devletleri gibi mi düşünüyor? Devletleri gibi, Ortadoğu'da seçimle iktidara gelmiş İslami partilerin icabında seçim dışı yollarla gönderilmesinde sakınca görmüyorlar mı? Batılı toplumlar, bu uğurda, darbeleri dahi destekleyecek bir kıvama gelmiş olabilirler mi?
Ben bu yazıda sadece işin bu yanını ele almaya, özellikle de Batı toplumlarının, Doğu'nun “Batılı hayat tarzı”nı benimsemiş kesimleriyle kurduğu, stratejik etkiler yaratacağını düşündüğüm “kültür kardeşliği” üzerinde durmaya çalışacağım.
'Sınıfsal çatışma'dan 'kültürel çatışma'ya...
Yirminci Yüzyılın dünyasıyla 21. Yüzyılın dünyasını farklılaştıran temel ayrım noktalarından biri, insanları eylem için harekete geçiren güdülerdeki köklü değişiklikler olabilir mi?
Yirminci yüzyılda, ülkelerde “büyük, destansı” diye anılabilecek dayanışma örneklerinin neredeyse tamamı toplumsal sınıflar arasında oluşurdu. Bir yerde büyük bir grev mi oldu, bu yalnız o greve katılan işçiler arasında değil, başka yerlerdeki, hatta başka ülkelerdeki işçiler arasında da bir enerji patlamasına neden olur, dayanışma gösterileri yapılırdı... Fakat mesela, işverenlerin bir grevi desteklemesi diye bir şey akıllardan bile geçemezdi...
Şimdi 21. Yüzyıldayız ve köprülerin altından geçen suların, insanları eylem için harekete geçiren güdülerde de köklü değişikliklere yol açtığını görüyoruz.
Sanki, ortak-benzer bir hayatı ve kültürü paylaşan insanların yaşam tarzlarını, kültürlerini koruma-kollama güdülerinin öne geçtiği ve bu güdünün sınıf, zenginlik, ideoloji farklarını gölgede bıraktığı yeni bir durumla karşı karşıyayız.
Şükrü Hanioğlu'nun “kültürel çatışma” üzerine yazısı
Ben bu tespiti salt gözlemlerime dayanarak, tarihin “müsveddesi”ni yazmaya çalışan bir gazeteci olarak yapıyorum; elbette yanlış da olabilir.
Fakat, hâlis bir sosyal tarihçi olan Şükrü Hanioğlu'nun Temmuz başında kaleme aldığı, okuduğumda çok etkilendiğim “Siyaset ve kültür çatışması” başlıklı yazısını (Sabah, 7 Temmuz 2013) dönüp tekrar okuduğumda, müsveddemin temize çekildiği gibi bir hisse kapıldım.
Hanioğlu'na göre “Türkiye'de 'sağ' ve 'sol' gibi konumlanışların fazla anlam taşımamasının asli nedeni, siyasetin en üst düzeyde bir 'kültür çatışması aracı' olarak kavramsallaştırılması”ndan başka bir şey değildi.
Hanioğlu, yazısında dünyaya da bakıyor ve son 20 yılda ortaya atılan “ideolojilerin sonu”, “tarihin sonu” gibi teorilerin, taşıdıkları problemlere rağmen önemli doğruluk payları içerdiğini savunuyordu:
“Fukuyama'nın 'tarihin sonu' ve Huntington'un 'medeniyetler çatışması' tezlerinin ciddi yapısal sorunlarla malûl oldukları ortadadır. Ancak Soğuk savaş sonrasının dünyasında yirminci asrın ideolojik çatışmaları ile 'sınıf mücadelesi' gibi, kültürel unsurları arka plana iten kavramsallaştırmaların düşüşe geçtiği tartışılmaz bir gerçektir.”
Hanioğlu, “kültürel çatışma merkezli ve yaşam tarzı vurgulu siyasetin yakın dönemde değişmesini beklemenin gerçekçi olmayacağı”nı da hatırlatıyordu yazısında...
Gezi, tipik bir “kültürel çatışma” idi...
Gezi'de yaşadığımız, Hanioğlu'nun “kültürel çatışma” diye tarif ettiği şeye fazlasıyla benzemiyor mu? Oraya katılanları birleştiren asıl etmen (çevre, doğa duyarlılığı vb. etmenleri ihmal ederek söylüyorum), benimsedikleri “seküler yaşam tarzı”na “İslami” iktidar tarafından yapıldığını düşündükleri müdahalelere karşı çıkmak değil miydi? Orada işçiler, işverenler, zenginler, fakirler bu “itiraz”ın çevresinde bir araya gelmemişler miydi?
Aslında, Türkiye Türkiye olalı ortaya çıkan en büyük toplumsal hareketliliği analiz ederken hiç kimsenin, hatta -onlar icin ıstırap verici olsa da- Marksistlerin bile “sınıf” sözcüğünü ağızlarına alamamaları da bunu göstermiyor mu?
Tek tek ülkelerdeki 'hayat tarzı' ittifaklarının küreselleşmesi
Peki, bu eğilimin yalnız sınıf değil, ülke ve din de tanımadığını; bir Müslüman ülkede “seküler yaşam tarzı”nı savunmak üzere başlatılan eylemlere Batılı seküler çevrelerin desteğinin bir “kural” haline gelmekte olduğunu söyleyebilir miyiz?
Bana, söyleyebiliriz gibi geliyor...
Özünde seküler kaygılardan güç alan Türkiye'deki Gezi ve Mısır'daki -Tahrir'i örgütleyen- Temerrüd hareketlerine Batı'nın Hıristiyan ülkelerindeki seküler toplumsal gruplardan gelen olağanüstü destek, buna işaret etmiyor mu?
Daha çok sosyal medya üzerinden örgütlenen bu destekler, görünüşte “otoriter yönetimlerin barışçı protestoculara karşı kullandığı devlet şiddetini kınamak” amacıyla ortaya konuyor.
Mesela Mısır'da darbe öncesi Tahrir meydanında toplanıp Müslüman Kardeşler iktidarının yıkılmasını talep eden göstericilerle Türkiye'deki Gezi direnişçilerine verilen destek bu gerekçeye dayandırıldı.
Fakat aynı destek Mısır'da meydanlarda toplanıp şiddet kullanmaktan kesinlikle kaçınan, tam tersine ordunun şiddetine maruz kalan milyonlarca Mısırlıdan esirgendi ve böylece bu gerekçe de kendi kendini imha etmiş oldu.
Aynı tabloyu, Gezi eylemcilerine verdikleri “bildiri” desteğini, onların maruz kaldığı şiddetle kıyaslanmayacak büyüklükte bir şiddete maruz kalan Mısırlılardan esirgeyen “Batılı sanatçıların bildirisi” örneğinde de gördük.
Yani meselenin te'vîl götürecek tarafı yok: Şiddete başvurmadan protesto hakkını kullananların tamamı Batılı aktivistlerin sempatisini kazanamıyor... Bunun için, ilaveten, bu hakkı kullananların “hayat tarzları”nın, cümlelerinin, esprilerinin, oturup kalkmalarının da kendilerine benzemesi gerekiyor.