05 Ekim 2013

Hrant'ın ruhunu şenlendirecek girişim: Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler konferansı

Hrant Dink Vakfı ile Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü'nün ortaklaşa düzenlediği “Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler” konferansı 2-4 Kasım 2013 tarihlerinde Boğaziçi Üniversitesi Albert Long Salonu'nda gerçekleştirilecek

 

Hrant Dink Vakfı ile Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü'nün ortaklaşa düzenlediği “Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler” konferansı 2-4 Kasım 2013 tarihlerinde Boğaziçi Üniversitesi Albert Long Salonu'nda gerçekleştirilecek.

Malatyalı Hayırsever Ermeniler Kültür ve Dayanışma Derneği'nin de (HAYDER) katkıda bulunacağı konferans, Hrant Dink'in hayatının son döneminde düşünsel ve pratik mesaisinin önemli bir bölümünü ayırdığı bir konuya odaklanacak.

“Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler” konferansının, bu nedenle Hrant'ın düşünsel ve pratik vasiyetlerinden birini yerine getirmek gibi bir anlamının da olduğu kanaatindeyim.

Öte yandan, Anadolu'daki Müslümanlaş(tırıl)mış Ermenilerin izini sürmedeki ısrarının, onun ölüm fermanının yazılmasında belirleyici bir rol oynadığını düşünen biri olarak, konferansın, Hrant'ın katlini örgütleyenlere bir cevap da teşkil ettiği kanaatindeyim... Böylece onlara şöyle denmiş olacak:

“Teşhisiniz ne yazık ki doğruydu: Hrant'ın, Türkiye'nin Ermeni sorununu temas ve kardeşlik üzerinden çözme girişiminin en önemli parçalarından biri olan Müslümanlaş(tırıl)mış Ermenileri gün yüzüne çıkarma çabasının sizler açısından doğuracağı yıkıcı sonuçları gördünüz ve onu katlettiniz! Fakat bakın, onun bedenini ortadan kaldırsanız da fikirlerini ve hedeflerini ortadan kaldıramadınız!”

 

Kampanya ne zaman başlamıştı?

 

Taraf'ta kaleme aldığım yazılarda, Hrant'ı ölüme götüren kampanyanın, Atatürk'ün manevi kızı Sabiha Gökçen'in gerçekte bir Ermeni olduğu haberinin AGOS'ta yayımlanmasından sonra başladığından hareketle, “Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler” konusunun devletin genlerinde yazılı bir kodu ortaya çıkarmış olabileceğini öne sürmüştüm.

Bu yazıda, önceki yıllarda kaleme aldığım yazılardan da yararlanarak bu söylediklerimi açmaya, temellendirmeye çalışacağım.

 

Oktay Ekşi'yi bile şaşırtan Genelkurmay bildirisi

 

Hrant Dink'i ölüme götüren kampanyanın 2004'teki Sabiha Gökçen haberiyle başladığını herkes kabul ediyor, zaten sağlığında bu tespiti bizzat Hrant'ın kendisi de yapmıştı. Fakat Sabiha Gökçen’in Ermeni olma ihtimalinin başta Genelkurmay olmak üzere devletin kimyasını neden hiç kimsenin tahmin edemeyeceği ölçüde bozduğu üzerinde yeterince durmadığımızı düşünüyorum.

O tarihlerde, bunu basitçe “Ermeni dölü ırkçılığı”nın bir tezahürü sayıp geçmiştik: Düşünmüştük ki, bir Türk’ün Ermeni “çıkması” Genelkurmay’ın kanına dokunmuş, askerler, içine girdikleri “infial”in sıcaklığıyla o zehir zemberek bildiriyi kaleme almışlardı.

Oysa mesele bu kadar basit olamazdı...

Bildiri o kadar sertti ki, “Türkiye Türklerindir” gazetesinin başyazarı Oktay Ekşi bile şaşırmış, “ne var canım bunda, Türkiye'nin kurucusunun bir Ermeni kızını evlat edinmesi, olsa olsa Türklerin âlicenaplığını gösterir” mealinde bir yazı kaleme almıştı.

İşin içinde başka bir iş olmalıydı.

 

Hrant “başka Sabihalar” bulup çıkarmasın diye...

 

“Başka bir iş” üzerinde düşünmeye başladığımda vardığım sonuç şu olmuştu:

Genelkurmay’ı bu kadar hiddetlendiren şey, bizim zannettiğimiz gibi, sembol değeri bulunan bir Türk’ün Türklüğünün sorgulanması, bunun da “en Türk” kurum olan Genelkurmay’ın kanına dokunması değildi. Mesele, bu yolun bir kez açılmasıydı, ki Hrant Dink de devamının geleceğini imâ etmişti zaten.

Yani Hrant Dink, “başka Sabihalar” bulup çıkarmasın diye, bundan kaynaklanan bir endişeyle öldürülmüştü.

(Elbette bu, Hrant'ın ölüm fermanını imzalayanların başka “gerekçeleri”nin bulunmadığı anlamına gelmez, fakat belirleyici nedenin bu olduğunu düşünüyorum.)

Peki, devleti, bu ihtimal kuvveden fiile çıkmasın diye sonu cinayete gidecek bir hassasiyet içine sokan şey neydi?

Yazının bundan sonraki bölümünde, süreci hatırlatarak bir yandan bu soruya cevap vermeye çalışacak, bir yandan da öne sürdüğüm bu tezi temellendirmeye çalışacağım...

 

“Din değiştiren Ermeniler tabusunun çatlamasını” isteyen Hrant Dink...

 

Sabiha Gökçen’in Ermeni asıllı olabileceğine ilişkin ilk haber  6 Şubat 2004 tarihli AGOS’ta yayımlandı. Bu ihtimal, Karin Karakaşlı’nın Tûba Çandar'ın Hrant kitabındaki sözleriyle, “1915 olayları sırasında sağ kalan ve din değiştiren Ermeniler tabusunun çatlamasını”  isteyen Hrant’ı çok heyecanlandırmıştı. Çünkü Hrant, ”1915 olaylarının ağırlıklı olarak kayıpların sayısı üzerinden konuşulmasından büyük rahatsızlık duyuyor ve bu konunun artık sadece ölenlerin sayısı üzerinden değil, sağ kalanların yaşadıkları üzerinden de konuşulmasını istiyordu.”

Yani: Hrant, Sabiha Gökçen’in Ermeniliğini tekil bir olay olarak düşünmüyordu, Ermeni sorununu “ölüm” üzerinden değil “hayat” üzerinden; ölüler üzerinden değil yaşayan somut insanlar üzerinden tartışmamızı sağlayacak çok etkili yeni bir yaklaşımın parçası olarak düşünüyordu... Bunu hayata geçirebilseydi, sorunu sadece “soykırım”ın inkârı ya da ikrar talebi üzerinden konuşan her iki devletin ve Ermeni diasporasının ağırlıklı bölümünün canının nasıl sıkılacağını, buna karşılık Ermenistan ve Türkiye’deki halklar arasında nasıl bir sıcaklık oluşacağını kolayca hayal edebiliriz...

 

Sabiha Gökçen haberi Genelkurmay’ı neden zıplattı?

 

Haber, aşağı yukarı aynı içerikle ve düzgün bir haber diliyle 21 Şubat 2004’te Hürriyet’te Ersin Kalkan imzasıyla yayımlandı. Hrant, çok önem verdiği bu haberin Hürriyet gibi yaygın ve etkili bir gazetede yayımlanmasından memnundu.

Fakat hesap edemediği bir şey vardı...

Haber, Hürriyet'te AGOS'ta durduğu gibi durmadı; ortalık birden bire gerildi. Bu sonuç sadece Hürriyet'in yaygın ve etkili bir gazete olmasıyla ilgili değildi, ondan da çok o âna kadar oluşturduğu imajıyla ilgiliydi. Öyle bir imaj ki, aynı metin başka bir gazetede yayımlandığında trajik bir öykü olarak algılanmışken, Hürriyet'te sanki küfürlü bir içeriğe sahipmiş gibi algılandı.

... Ve hemen ardından Genelkurmay'ın kimsenin, Oktay Ekşi'nin bile tahmin edemeyeceği sert tepkisi geldi. 

Hürriyet başyazarının şaşkınlığı samimiydi, çünkü o da tepkiyi bir Türk’ün Ermeni “çıkmasının” Genelkurmay’ın kanına dokunmasından kaynaklandığını düşünmüş ve tepkiyi fazla abartılı bulmuştu.

Şimdi düşünelim: Mesele sadece bundan ibaret olsaydı, Genelkurmay’ın “maazallah, bu işin devamı da gelir” korkusu olmasaydı, biraz iz’an sahibi olan herkeste “ne bu ya?” duygusu uyandıran o bildiri yayımlanır mıydı? Bence yayımlanmazdı. Belli ki, bu konudaki bir bilgi devletin kodlarına işlenmişti ve biri o alana girer girmez savunma ve saldırı mekanizması harekete geçmişti.

O bildiriden sadece birkaç gün sonra İstanbul Ülkü Ocakları AGOS'un önünde bir “ya sev ya terk et” gösterisi yaptı.

Devlet harekete geçmişti... 

Belki de niyet sadece Hrant’ı korkutup ülkeyi terk etmesini sağlamaktı... Bu gerçekleşmeyince, yeni bir bela sarıldı başına: Yazdığı uzun bir yazıdan hareket ederek ve “uygun bölümü cımbızlama” tekniğini devreye sokarak “Türklüğe hakaret”ten dava açıldı hakkında...

Sonrasını hep birlikte yaşadık.

 

İki görev

 

Türklüğe hakaret davası o kadar temelsizdi ki, o zamanlar bunu neden ve nasıl göze alabildiklerini kendi kendime sormuş, cevabını bulamamıştım. Şimdi, bu davanın, yağmur halinde “yeni Sabihalar” ihtimalinin yarattığı korkunun bir türlü aşılamamış, buna karşılık Hrant’ın da susturulamamış olması nedeniyle açıldığını düşünüyorum. Bence Sabiha Gökçen olayı patlamasaydı, Türklüğe hakaret davası da açılmayacaktı.

Diyebilirsiniz ki, öyle ya da böyle Hrant’ı kaybettik, cinayetin asıl nedeni Sabiha Gökçen olayı olsa dahi bu neyi değiştirir ki?

Bu soruyu 2010'da kaleme aldığım yazılardan birinde de sormuş, şu cevabı vermiştim:

“Bu yorum doğruysa, evet, Hrant’ı geri getiremez ama onun hatırası doğrultusunda yapmamız gereken iki görevi tarif eder.

“Bir: 'Müslümanlaştırılmış Ermeniler' meselesinin, daha ilk uç vermede Genelkurmay’ı ve devleti neden bu kadar büyük bir infiale sevk ettiği gerçeği üzerinde uzun uzun durmalıyız. Belli ki bu kopkoyu bir kırmızı çizgidir, öyleyse bu çizgiyi zorlamalıyız.

“İki: Hrant’ın o kadar önem verdiği; yaşasaydı, belki de mücadele pratiğinin temelini oluşturacak bir çizginin doğmadan yok edilmesi, bize o çizginin devam ettirilmesi yükümlülüğünü yüklüyor... Müslümanlaştırılmış Ermeniler meselesi üzerinde daha çok düşünmeli; yaşasaydı, Hrant’ın ona vereceği önemi göz önünde bulundurarak davranmalıyız.”

Kasım başında gerçekleştirilecek konferans, üç yıl önce bunları yazmış biri olarak beni haliyle çok heyecanlandırdı ve sevindirdi.

Düzenleyicilerine minnettarım. 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Ne amigoluk, ne düşmanlık... İhtiyacımız eleştirel gazetecilik...

Bu siyasi kültürde “fiil”e değil “özne”ye bakarak karar veriliyor, o nedenle de ya amigo olunuyor ya da düşman... Bu kültürde, “fiil”e bakarak “özne”yi onaylayan ya da karşı çıkan “eleştirel” pozisyon hem “amigo”lar tarafından taşlanıyor hem de “düşman”lar tarafından...

'Devlet ihalelerine girme hakkı medyayı güçlendirir' tezine bugünden bakmak...

Şahin Alpay'ın Zaman'da (21 Eylül 2003) yayımlanan “Medya için demokrasi paketi” başlıklı yazısı, aynı gün T24'te farklı bir başlık tercihiyle alıntılandı

'Ergenekon'u da aşan yapı' ve Dink cinayeti

Hrant Dink'in 19 Ocak 2007'de katledilmesinin ardından Dink ailesinin avukatlığını üstlenen ve cinayet davasının dosyasına en hâkim kişilerden biri olan avukat Fethiye Çetin'in yeni kitabı Utanç Duyuyorum – Hrant Dink Cinayetinin Yargısı bugünlerde okurlarla buluşuyor...