Özellikle İran, Irak ve Suriye sınırlarından ve dağlardan taşlardan ülkeye düzensiz ve yasadışı yollardan göçmen yağdığına dair çok sayıda haber ve görüntü paylaşılıyor.
Gelenlerin hemen tamamının Afgan, Pakistanlı, İranlı genç erkekler olduğu anlaşılıyor.
İç savaş nedeniyle Suriye ve Irak'tan gelenler yine ayrı.
İstanbul ve diğer büyük kentlerde salt yabancılardan oluşan gettoların oluşmaya başladığı ve bazı mahallelerde ise yerli halk ile bu Orta Doğu ve Doğu kaynaklı göçmenler arasında ciddi sorunların oluşmaya başladığı görülüyor.
Özellikle de kadınlara yönelik ciddi sayıda taciz, sarkıntılık, rahatsız edilme vakalarına ilişkin iddialar gerek sosyal medyada gerek basında yer buluyor.
Halkta bu düzensiz, illegal hatta "vahşi" göçmenliğe karşı çok ciddi bir tepki var.
Ülkede halen 8-10 milyon civarında yabancı "göçmen" bulunduğu söyleniyor.
Bunların küçük bir kısmı legal veya kısmen legal.
Büyük çoğunluğu ise illegal olarak ülkeye girdiği gibi, teknik olarak mülteci (sığınmacı) statüsünde de, "sığınma arayan" geçici koruma statüsünde de, legal göçmen statüsünde de değil.
Yani çoğunluk tamamen illegal.
Göçmenlik ile sığınmacılık aynı şey mi?
Kavram olarak "göçmen", kendi ülkesinden ayrılıp yaşamak için başka bir ülkeye giden, taşınan demek.
Göçmenlik ekonomik nedenlerle olabildiği gibi (zamanında Avrupa'ya giden bizim 'Almancılar' gibi), daha iyi ve huzurlu hatta güvenli yaşam standartına sahip olmak için de olabilir.
Yani göçmenlik, ekonomik ya da kültürel-politik nedenlere bağlı olabilir.
Öte yandan, göçmenlik yasal yollarla olabildiği gibi, yani yaşamak için başka bir ülkeye gelen yabancı yasal yollardan gelebildiği gibi, illegal yollardan da ülkeye girmiş olabiliyor. Bunların bir kısmı sonradan yasal statüye kavuşabildiği gibi, bir kısmı illegal veya kaçak olarak o ülkede kalmaya devam edebiliyor.
Bir kısmının ise ülkeye yasal olmayan yollarla girişine ve ülkede illegal konumda bulunmasına/kalmasına resmi makamlar de facto göz yumuyor olabilir.
Sonuçta göçmenlik statüsü, yani ülkesinde yaşamak için gelen yabancının hukuki durumu kural olarak her ülkenin kendi iç hukukunu ilgilendirir.
Her ülke kendi sınırlarını istediği gibi korumak ve kaçak göçmenleri sınırından sokmamak konusunda yetkilidir. Ülkesinde bulunan illegal göçmenleri de ister legalize eder. İster sınırdışı eder. Buna kendi iç siyaseti ve kendi hukuk düzeni karar verir.
Örneğin Kanada ve Avustralya gibi ülkeler öteden beri kendi iç hukuklarına göre başka ülkelerden yabancı göçmen kabul ederler. Gerektiğinde sınırlarlar.
Bir zamanlar Almanya'nın ülkemizden göçmen işçi kabul etmesi gibi.
Hatta şimdi de göçmen hekim kabul etmesi gibi.
Mültecilik bir temel haktır, göçmenlik değil
Mültecilik/sığınmacılık ise biraz daha farklı bir kavram.
En az iç hukuk kadar uluslararası hukuku da ilgilendirir.
Çerçevesi, başta Cenevre Sözleşmesi olan uluslararası hukuk ile belirlenmiştir.
Göçmenliğin çok sınırlı, spesifik ve küçük bir kısmını içerir.
Fakat uluslararası hukukun koruduğu mültecilik/sığınmacılık, ekonomik nitelikli göçmenliği içermez.
Sadece politik ve kültürel nedenlerle kendi ülkesinde yaşama olanağı kalmamış sınırlı sayıda kişiye verilen özel bir statüdür mültecilik.
Batı'da Doğu, Orta Doğu veya Güney ülkelerinden gelen bir kimseye "mülteci/sığınmacı" statüsü verilmesi için yukarıdaki genel şart (kendi ülkesinde politik ve kültürel nedenlerle güvenli biçimde yaşama imkânı kalmaması) dışında, bu kimsenin eğitimli ve kültür düzeyi olarak evrensel demokratik ve insan hakları değerlerini de benimsemiş olması aranıyor.
Örneğin kadınları, kendi malı gibi gören, saygı göstermeyen ve medeni insan gibi yaşamasını bilmeyen kişi hiçbir Batı ülkesine mülteci olarak kabul edilmez.
Yani günümüzde mülteci dediğin öncelikle eğitimli ve kültürlü olur.
Uluslararası hukuk ile korunan bu "mülteci" statüsü aslında İkinci Dünya Savaşı esnasında ve sonrasında bulundukları ülkelerde güvenli ve insan gibi yaşama şansı kalmayan Musevilerin korunabilmesi ve özellikle Batı ülkelerine entegre edilebilmesi için getirilen bir hukuk icadı.
Sonradan Museviler sayesinde de tüm dünyada ve özellikle otoriter ve totaliter rejimler altında politik ve kültürel açıdan azınlıkta olan ve kendi ülkelerinde insanca yaşama şansları kalmayan eğitimli kişiler, Batı ülkelerinde güvenli biçimde ve insan gibi yaşama olanağına sahip olmuş.
İyi ki de öyle olmuş.
Vahşi göçmenlik "mültecilik" değildir
O halde öncelikle kavramların adını koyalım ve yerli yerinde kullanalım.
Sokakta başı açık ve modern kıyafetli gördüğü her kadını ve kızı kölesi yapabileceği cariyesi gibi gören ve asgari evrensel hukuk ve insan hakları ilkelerini benimsemeyi geçtik, asgari medeniyet seviyesinde bile zorlanan bir güruhu "mülteci" olarak görmek, öncelikle uluslararası hukukta uzun süredir ilmek ilmek işlenerek belli bir konuma çok zor şartlarda getirilebilmiş bu "mülteci" kavramına hakarettir.
En çok zararı da üçüncü dünyanın, kendi ülkesinde insanca yaşama şansı kalmamış/kalmayacak eğitimli, kültürlü, demokrat ve politik yönden kendi otokrat rejimlerine muhalif insanlarına verir.
Çünkü aslında gerçekten hak eden bu insanların bundan böyle mülteci olarak kabul edilmesi de iyice zorlaşır.
Çünkü böyle giderse bu tür 'vahşi' göçmenlik gerçek mülteciliği tüm dünyada bitirecek.
O halde asıl amacı kendi ülkesindeki fakirlik ve işsizlikten kurtulup biraz para kazanmak olan ve muhtemelen ülkemize gelenlerin ezici çoğunluğu bu durumda olan ekonomik göçmen gurubunun hukuken "mülteci" haklarından yararlanması mümkün değil.
Tabii ki tüm dünyada herkesin insanca çalışıp insanca para kazanabilmesini isteriz. Ama sanırım bu ülke tüm üçüncü dünyanın işsiz gençlerine kucak açma lüksüne de sahip değil.
Bunları üç paraya kaçak çalıştıracak doyumsuz işverenler daha zengin olacak diye tüm toplumun sosyolojisini bozmaya da kimsenin hakkı yok.
Bundan daha da önemlisi, dünyanın hiçbir ülkesi bir anda apar topar gelmiş 8-10 milyon göçmenle baş edemez.
Böyle bir 'vahşi' toplu göçmenliğin hukuken mültecilik ve sığınmacılıkla uzaktan yakından ilgisi yok.
Hiçbir ülke ve hiçbir toplum böyle bir vahşi göçmen işgalini sosyolojik olarak da ekonomik olarak da sindiremez. Tolere de edemez.
Vakti zamanı gelince bunun idari ve politik sorumlularına da hesabı sorulur.
Siyasi irade bu yönde olduğunda hukuk içinde ve insan haklarına uygun biçimde rasyonel bir plan dahilinde bu sorundan kurtulmak güç olsa da mümkündür.