26 Ocak 2019

Geçmişten fışkıran müzikal bellek: Michel Legrand

"Yaptığımız geçmişi yad etmek değil, geçmişten ders çıkarmayı istemektir"

Kendimi, ne yazık ki, istemeden de olsa, birden bire, W. Benjamin’in çok sevdiği ve yanından ayırmadığı Klee’nin tablosundaki Angelus Novus gibi giden zamanın peşinden bakan, bizi terk edenler üzerine yazan ve buradan bugüne bakan biri olarak görmeye başladım. Demek ki yaş mı ilerlemiş demek lazım ? Ama aslında, tam da o değil; zamanımız, tıpkı Legrand’ın ve Démy’nin zamanı gibi. Hep farklı ama benzer. Geçmişten gelen bir dönemin acılarını yaşamaya devam eden dünyamız bizi hala ürkütüyor, üzüyor.

Michel Legrand’ın ölüm haberi Paris’te yaşayan bir arkadaşımdan sosyal medyaya bir ölüm haberi olarak geldi. Ve bu haber eski bir dönemi hatırlatıyor değil; aslında yaşamakta olduğumuz dönemin, bugünkü halinin hala ürkütücü olduğunu düşündürüyor. Belki de, kaybettiğimiz Michel Legrand’ın gerçekleştirdiği müziğin en kuvvetli anlarından bir tanesiydi bu müzik: Müzik 1991 yılında ölen Jaques Démy’nin gerçekleştirdiği “Cherbourg şemsiyeleri”(1964) filminin müziğidir. Bu filmi, Türkiye’de oynatıldığı 1960’lı yılların ikinci yarısında İzmir’de, annemin beni götürdüğü bir  “yazlık sinemada görmüştüm”.  Sanırım, hayatında annemin en etkilendiği film müziklerinden biriydi. Ve sonra 33’lük olarak plağı evde dinlendi durdu. Ben ilk okulda olduğumdan daha Fransızca bilmiyordum; ama aslında belki de, ben bunun farkında bile olmadan, kulağım bu dile doğru gitmeye başlamıştı bile: Bir stoacı lafın söyleyebileceği gibi: “Bu dili duymak için dünyaya gelmişim”. Hayatın yaşanan bir dönem olduğu ve o yaşama bu hayatı yaşamak için gelindiğinin bir işareti bu. Bu stoa sözcesi olarak uzun tarihin bize bırakmış olduğu bir öğreti. Belki de bir his !

“Niçin bugün bu müzik ve bu film bizi hala etkilemeye devam etmekte ?”, “neden bir eski yazlık sinema anısı olmaktan çok daha kuvvetli bir şekilde bizi yakalamasını biliyor ?” sorularını sorduğum zaman kendi kendime, belki de şöyle diyebilirim: çünkü bu film ve müziğinde, sömürge zamanına ait bir savaş dönemi aşkından söz edilmekte. Dünyanın ve bilhassa Fransa’nın acılı yıllarında, 1957’de, doğduğum yılda geçmekte olan filmin konusunun zamanı. Konusu: İki genç aşık. Şemsiye dükkanında çalışan dul bir kadının kızı Geneviève ve garajda çalışan, işçi sınıfından gelen bir genç delikanlı Guy, arasındaki aşkın hikayesi. O kuvvetli aşk, hiç bitmeyecekmiş gibi duran aşkın anlatısı her zaman olabildiği gibi. Cezayir’e savaşmak üzere askere giden genç Guy’den haber alınamadığından dolayı gelişen bir ayrılık hikayesi. Hayatların gidişatının değişimi sonrasında, Guy’in geri dönüp, tekrar fiziki olarak görünür olmasının anlatıldığı aşk hikayesinin hüzün dolu kurgusu ve sesi-müziği belleklerimize işlenmiştir. Çünkü arada, genç Geneviève, tek gecelerinde bile olsa, genç Guy’den hamile kalmıştır ve  annesinin baskısına dayanamayıp, çocuğun babalığını kabul eden zengin bir elmas satıcısıyla, Rolland  Cassard ile evlenmiştir artık. Cassard ismi aynı zamanda Fransızca olarak  “kıran ve ayıran, işine son veren anlamına gelmekte değil midir ?  Cassard ayırır ve eski büyük aşkın işine son verir. Cezayir savaşı ayrılık için yapılmıştır sanki: Daha sonra yokluğunda, annesine bakan genç kızla evlenecek olan Guy, ayrılık sahnesinde savaşa gitmeden evvelki gece: “Uzun zaman belki de dönmeyeceğim” diye seslendirir müziği. Geneviève ise “Sensiz yaşayamam.. beni terk etme aşkım...” sözlerini söylemektedir (sahnede görünen renkler pop dünyasının içinde olduğunuzu (1960’lar) bize hatırlatır, ama Cezayir savaşının karanlığı başka bir döneme taşınmıştır). Şemsiyeci dükkanın pembe renge boyanmış duvarları Pop rengidir; ama aynı zamanda “pembe dizileri” kullanan  film yapımcısının karanlık savaş dünyasının renklerini parlatarak, aslında pembe dünyanın acıyı ne kadar içinde barındırmaya devam ettiğini, belki de, göstermektedir; ve zaten o nedenden dolayı bugünün karanlık dünyasına ışık tutmakta ve pembe dünyanın içinde yaşanacak anları da es geçmemenin sağlıklılığını hatırlatmaktadır bizlere. Bir anlamda, Spinoza çıkmakta hep karşımıza: Bedenimiz için bize iyi gelecek olanlara sarılıp, zehirleyecek olan tutkulardan uzaklaşmak ve aklımızın bizi yönlendirdiği şekliyle,  toplumlarda verili olan, kabul görmüş olan şeyleri kabul etmekten uzaklaşmak. Her ne kadar, akıl, bizim tamamen bağımsız olmamızın imkanının olmadığını söylese bile en azından hislerimizde “ortak kanıdan” bağımsızlaşmak. Bu, bizim ruhen sağlıklı kalmamızı sağlayan bir unsur olarak durmakta.

Cezayir Savaşıdır, Michel Legrand’ın müziğini yapmış olduğu filmin konusu, ama savaş arka fondadır. Basit bir aşk hikayesinin arkasındaki pembe tonda Fransız sömürgesi Cezayir’in bağımsızlık mücadelesi, Fransız askerlerinin ve Cezayirlilerin acısı yatmaktadır. Bir sömürge coğrafyasının kendini bağımsız olarak ilan etmesi sürecinde, Fransız topraklarından ayrılan bir halk ve bu topraklarda yaşamakta olan iki halkı birbirinden ayıran tarih, iki gencin aşkı üzerinden mecazi bir şekilde verilmektedir. Ayrılan iki insan, bir kadın ve bir erkek ile ayrılan iki halk üzücü bir kader birliğini paylaşmaktadır. “İnsan olmanın utancı” olan bir kader birliğidir yaşanan. İki ayrı halkın sömürge tarihi olarak birleşmesi sonrası, ayrılması anlatısı üzüntülü bir insanlık hikayesi içine yerleştirilmiştir.

Hikaye her zaman olduğu gibi, yaşanmakta olan zaman ile alakalı olarak anlaşılmalıdır. Asla birbirinden ayrılmayacak olanların ayrılma hikayesidir. Legrand müziğinde Démy ise kamerasında vermektedir bunu: Filmdeki ayrılma sahnesinde, Cherbourg tren istasyonunda, kamera, görüntüyü, hem arkaya dönerek hem de trenin gelecek hızında, iki öznenin iradesi dışında hareket ederek, imajı ikisinin de bakış açısının dışına taşır. Tarih oradan zaman olarak geçmektedir. İki aşığın bakışı ise, o tarihi belirlenimcilik içinden geçmekten başka bir şey yapmıyordur. Démy, özneler ve onların özgürlüğü yerine, öznelerin isteği dışında, zamana müdahale edemedikleri bir bakışı ortaya koymaktadır kamerasında. Bu, bize, eski bir zamanı değil, ama içinde olduğumuz karanlık dönemlerin içindeki halimizi de göstermekten başka bir şey yapmakta mıdır ? Stoacı bakışın kendisidir bu. 

Film müzikleri yapmaktan dolayı üç kez Oscar kazanmış olan Michel  Legrand hayatı boyunca en büyük müzisyenlerle çalışmıştı. Ray Charles’dan Frank Sinatra’ya, Edith Piaf’a, Charles Trenet’ye. Yani sadece Fransız dünyası değil, dünya müzik alemi içinde önemli yeri olan bir kimseydi. Her zaman müzik düşünmüş, müzikle çevrilmiş bir hayatın yaşayanıydı:” Hiç bir şeyi kaçırmak istemiyordum” sözünün de anlattığı gibi zamanının peşinden koşmuştu. Zamanı da onu kaçırmamıştı; çakışmışlardı zamanları. Fransa’nın “Yeni Dalga” sinemasının en büyükleriyle çalıştı. Godard, Varda,  Rivette, Rohmer, Chabrol vb... Ama, Legrand ile  J. Démy’nin karşılaşmalarıyla, Fransa’da başka bir film türünün canlanması sağlanmış oldu: Müzikal filmler, ki bu geleneği daha sonra Alain Resnais yeniden canlandırmayı istedi ve müzikal filmler yaptı.

Démy filmleri için “Balzac’ın İnsanlık Komedyası’nı canlandırmak istedim” demişti; ama bu tamamlamak için zamanı yetmemişti. Ama, böylece, en ağır konuları popüler bir şekilde,  müzikal formunda anlatmayı başarmışlardı, Jacques Démy ve  Michel Legrand. Onlar geçmişin değil, aynı zamanda bugünün, içinde yaşadığımız dönemin insanlarıdır.

Yaptığımız geçmişi yad etmek değil, geçmişten ders çıkarmayı istemektir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Bir saha araştırması nedir?

Anket yapan sosyologların çok iyi bildikleri bir şey vardır. O da gazetecilerin bugün sıklıkla yaptıkları gibi gerçek veya kurgusal kişilikler üzerinden, vakalardan yola çıkarak haberi ifade etmelerinin sosyoloji olmadığıdır

Özgürlükten kulluğa

Antropolog Pierre Clastres, inanılmaz bir şekilde La Boetie’den yola çıkarak özgür toplumlardan boyun eğmeyi tercih eden kulluk toplumlarından söz etmekteydi: Bu ayrım sonunda devlet mekanizmasının oluşturulması ve devlet mekanizmasının oluşmasına karşı çıkan ve tarihsiz olarak adlandırılan toplumlar arasındaki fark ortaya çıkartılmaktaydı

Kim ne sanıyor?

Küreselleşmekten uzaklaşmaya başlayan dünyamızda artık homojen olmayan farklılıklarla yaşamayı öğrenmek zorundayız. Göç-sonrası toplumsal vaziyet bunu öngörmekte ve fiili olarak yaşatmakta