Hep bahsettiğim gibi cinnet toplumu uzun zamandan beri alıp başını gitmiş durumda. Her şey çökmekte, yok olmakta, yer değiştirmekte, değerlerinde azalma olmakta, aşınmakta, yerle bir edilmekte, tanınamayacak hale sokulmakta, bir eski değer kalmamakta. İşitmediğimiz şeyleri işitmekteyiz. Yani, değerlerin değişmiş hali içinde yeni değerlerle yaşamaya başladık. Tanımadığımız yemekleri yemekteyiz ve bilmediğimiz ve duymadığımız içkileri içmekteyiz. Zehirlenenler de bunun arkasında sayılan vakalar olarak geçip gitmekte. Her şeye rağmen unutmaktayız; unuttuklarımızı da bir daha hatırlayamaz hale sokulduk.
Makinalar, teknolojik-mantık, yapay zekâ, bir takım bilmediğimiz kelimeler hayatımızı sarmış gidiyor. Rahmetli anneannemi 103 yaşına gelirken kaybetmiştik. Ve 1901 doğumlu olan ve değerleri o zamana göre yaşamış, kelimeleri soldan sağa doğru yazarken okuma yazmayı öğrenmiş ve sonradan da tam da tersine sağdan sola doğru yazmaya başlamış bir neslin içinden geçerek Birinci Dünya Savaşı’nı ve dolayısıyla İstanbul işgalini yaşamış birisinin hayatının sonunda sorduğu soru şuydu ve bunu televizyonlardan duymuştu. Dabulyu Dabulyu dot kom nedir?
İstanbul’un değerleri, Anadolu şehirlerinin halkının değerleri, başkentin değerleri hepsi bir Cumhuriyet içinde homojenleşmeye başlamış, ama yine de tam olarak hepsi bir örnek olarak işlemeyen değerlerin, dillerin ve zihniyetlerin dışına çıkmaya başlayan bir “insansızlaşan” hayat içine girmekteyiz. İnsanlığı kaybolan bir halkın çektiklerini düşünebilir miyiz? Aile değerlerinin cinayetlerle boğulduğu bir halk kültürü ahlakını değil, ama asıl umudunu kaybetmiş vaziyette; geçmişe tutunmaya çalışırken yeni değerleri içinde taşımak zorunda kalıyor.
Yavaşça ışıklar sönmekte, karanlık sarmakta her yeri; bu sadece aklın kararması değil ama bilinçdışının karanlığı da değil; öyle olmuş olsaydı o zaman buna bir iyileşme çaresi bulmak belki mümkün olabilirdi. Ama iyileşmeye doğru atılacak adımın var olması için doğal ışıkların aydınlatması gereken bir dünya içinde yaşamakta olurduk. İnsani değerlerin yitirildiği, hayatın değeri azaldığı ortamlarda bu ışığı bulabilmek için başka yerlere doğru bakmak zorunda kalmaktayız ki bu da asıl işin en acı olan tarafı olarak hayatlarımızı sarmış durumda. Bu da stadyumların parlak ışığında, AVM’lerin sıcaklığındaki ışıklarda bulunmakta. Burada ısınmaya çalışan yakıtlarının parasını ödeyemeyenleri görüyoruz. Metalaşmış bir kapitalizmin en uç noktasına doğru taşınmış ve tüketim değerleri aşılanmış ancak bu değerleri karşılayabilecek olan gelirlerin olmadığı bir ortam içinde bu dünyaya ve bunun şatafatına bakmaktan başka çaresi olmayanların yaşadığı bir yerde cinnet az bile belki de!
Zaten görmekteyiz her yerde, AVM’lerde, otoyollarda, otobüslerde, metrolarda, metrobüslerde ve hatta özel araçlarıyla gidenlerde, taksi kullananlarda, yani herkeste ve her yerde bir sinir harbi hali almış başını gidiyor. Polislere saldıranlar silahı elinde bir polisten korkmadan onun üzerine yürüyenler. Birbirlerini ölesiye dövenler ve bazen de öldürenler var. Bu görüntüler kimi zaman sahte kimi zaman ise ne yazık ki gerçek olarak yansımakta sosyal medyada bizlere. Bir cinnet halidir ki yaşama zorlukları bunu tetiklemekte değil mi? Asgari ücret azami sıkıntı içinde yaşamaya başlayan bu toplum fertlerinin kazandıkları ile Avrupa ile eşdeğer fiyatların içindeki sıkıntılı yaşamın metalaşmış ürünleri için ne demeli? Nasıl bir imkân sunmaktalar bu insanlara?
Sadece televizyonlardaki tartışmaları dinleye dinleye nereye bakacaklarını bilmeyen bu halkın nostaljisi eskileri düşünmekten mi geçmektedir? Bir sürü site nostalji fotoğraflarıyla dolu. Sanki yüzyıllar geçmiş gibi o kadar uzaklaşmışız ki o dönemlerden bakıp da tanımak sadece onu yaşayanlara ait olarak duracak bundan sonra. Yeni nesiller ise ilgiyle veya ilgisiz bir şekilde öylece bakacaklar ve belki de “eskiden şehirler köymüş” diyecekler. Ama o köy gibi duran manzaralarıyla, yeşil tepeleriyle İstanbul ve Boğaz kıyıları eski bir balıkçı beldesini hatırlatmaktan öteye gitmeyecek. Tanınmayacak kadar değişen bu yerleri artık bulmak imkânı zaten kalmadı. Her yer başka türlü. Ama asıl acı olan sadece fiziki olan şehrin dönüşümü ve değişimi değil. Ruhlarını kaybetmiş manzaralarda yaşayan insanların da insanlıklarını kaybetmekte olduklarını görmek daha da acı vermekte.
Hayatın ışığı kalmadığı zaman sahte ve yapay ışıklarla donanmış bir şehir çıkıyor gözlerimizin önüne. Yeni mahalleler ışık ışıkla donanmış teknolojileriyle gecenin karanlığını alt üst etmekteler; ama tam da bu yüzden ateş böceklerini görmemeye ve kuş seslerini duymamaya başlamaktayız; rüzgâr eskisi gibi değil daha delice esmekte. Yağmur birdenbire her yeri kaplayarak sellerle şehri teslim almakta: Bilmediğimiz fırtına isimlerini öğrenmek zorundayız. Bunların birçoğu daha evvel var olmayanlar. Doğanın fiziki yapısı değişmeye başlamış vaziyette. Çökmekte doğal eko-sistem. Ve içinden çıkamadığımız sıkıntılar ve hava kirliliği bizi zehirlemekte egzoz dumanları ve kömür kokusu içindeki şehri. Buharın baharı göstermekte tereddüt ettiği bir bozulmayı yaşıyoruz.
Bugünün insanları ne köylü ne işçi ne de burjuvalar. Hepsinin amalgamından sosyal bir yapılanma şekillenmekte. Daha doğrusu şekilsiz-leş-mekte. Leş ve lağım kokusu denize yayılmakta. Metal dolu ve plastik poşetleri yemekte olan balıkları görünce seviniyor muyuz balık bolluğu var diye? Sonra ve yıllar sonra titreyecek olan ellerimizi mi hatırlayacağız neden böyle oldu diye?
Balık baştan kokmuş. Hatta tuz kokmuş. İnsansızlaşan bu yerlerde vicdan da ışıkların karanlıklara vuran yanılsatan böcekleri de ve Pier Paolo Pasolini’nin “ateş böcekleri” de artık doğadan uzaklaşmış vaziyette. 1941 İtalya’sında azalan ve 1975 İtalya’sında ise “tele iletişimin” büyüsünde kaybolan bu minnacık az yaşayan hayvanlardan artık bahsetmek bile zorlaşmaya başlamakta.
Ne haldeyiz? Zararlı bir yaşam içindeyiz, zehirleniyoruz. O halde, bir tepki olarak tek şey var: Cinnet!
Ali Akay kimdir?
Ali Akay Paris'te, 1976-1990 yılları arasında Paris VIII Üniversitesi'nde Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilim okudu. 1990 yılından beri İstanbul'da, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesidir. Aynı Üniversitenin Resim Bölümü'nde 1992 yılından beri doktora derslerini sürdürmektedir.
Yurt dışında Paris, New York ve Berlin'de dersler vermiştir. Türkiye'de ve yurt dışında birçok kurumsal ve kurum dışı sergilerin küratörlüğünü yapmıştır.
1992 yılında Toplumbilim dergisini kurmuş ve 2011 yılına kadar bu dergiyi sürdürmüştür. 2011 yılında, Toplumbilim dergisinin yeni ismiyle şu anda devam etmekte olan Teorik Bakış dergisini kurmuştur.
Yurt içinde ve yurt dışında yazıları yayımlanmıştır ve sanat, sosyoloji ve felsefe üzerine birçok kitabı vardır.
|