İçinde yaşamakta olduğumuz çevre bizim etrafımızdaki nesneler ve insanlarla dolu. Onlarla ilişki içinde yaşamakta olduğumuz ve etrafımızı saranlarla birlikte hareket etmek zorunda olduğumuz söylenmekte. Biz de buna göre davranıyoruz. Bize iyi geldiğini söylenen şeyleri iyi, kötü geldiğini söyleneler için ise kötü diyoruz ve bunlara inanmaya devam ediyoruz. Ama biz nasıl bir ilişki içinde yaşamaktayız? Gerçekten kendimizi düşünerek mi yoksa akıntıya kendimizi bırakarak mı yaşıyoruz? Kendimizi içine kapalı bir midye gibi yaşadığımıza mı kanaat getirmişiz? Yani, birer esas tözden mi ibaretiz? Kendi içine kapalı bir tözün ait olduğu benlik ile mi hareket etmekte ve bilgi edinmekteyiz?
Veya gerçekten bilgi edindiğimizi mi sanıyoruz? Bize gelen enformasyonlar nereden gelmekte? Bilhassa sosyal medyanın yolladığı imgeler ve sözler bize nasıl bir toplum içinde veya biraz daha genişletmeye kalkarsak, nasıl bir dünya içinde yaşamakta olduğumuz hakkında bilgi veriyor mu? Hatta başka türlü sorarsak gördüğümüz şeylerin doğru olduklarına inanarak, içinde yaşamakta olduğumuz çevrenin bu olduğunu mu sanıyoruz? Herkesin birbirini kazıkladığı, yalan ve dolan dolu bir dünyada, biz de kendimizi kandırmıyor muyuz aslında? En kötüsü de bu mudur? İnsanın kendi yalanlarının kurbanı olması. Kendisine yalan söyleyen insanın gerçeği ne olabilir?
Çevremiz bizi ne kadar etkilemekte? Acaba içinde olduğumuz ve bizi etkilemekten başka bir şey yapmayan çevre içindeki insanlar, nesneler ve diğer canlılar bizim içimizden geçiyor olmasınlar? Yani bizim nedenlerimizi ve ruhumuzu kat etmekte olanlar onlar olmasın? Sözler, inanç biçimleri, sahte veya gerçek haberler, nefesler, kokular, zararlı ve zehirli maddeler, bütün bu insan ilişkileri, borçlandıklarımız, ödünç verdiğimiz maddi ve manevi değerler bizi kat etmekte olmasınlar? Bu, eğer böyleyse, biz nasıl kendimizin bir töz olduğuna inanmaya devam edebiliriz? Ve bir bütünlük olarak kendimizi düşünebiliriz? Bizim bir tavrımız, değerlerimiz, davranış biçimlerimiz olduğunu nasıl varsayabiliriz? Bu bütünlük içinde davrandığımızı zannederken arkadaşlarımıza, ailemize karşı nasıl bir duyguyla yaklaşabiliriz? Kendi kendimizi kandırmakta olmaz mıyız?
Tıpkı kendi kendisine yalan söyleyen biri gibi biz de davranışlarımızda, kendi benliğimizde kendimizi kandırmaya devam etmekte olmaz mıyız? Bir birey olduğumuzu sanarak, ortada dönen siyasi söylemlere bağlı olarak başkalarına kötü gözle bakmaz mıyız? Yabancı olduklarını düşündüklerimizin, bizimle aynı dili paylaşmayan, aynı dine mensup olmayan, aynı tarikatın yolunda olmayanları “başkası” olarak kabul ederek, onlara karşı kötü duygular beslersek, o zaman doğru mu davrandığımızı sanacağız? Bir de bizim gibi olduklarını iddia edenlerle birlikte husumet içinde, onları etrafımızdan kovmak istemekte miyiz? Aslında bu böyle olmadığı halde!
Bizim gibi olanlarla birlikte bir küçük gurup oluşturan, bunu daha da büyütüp bir cemaat haline giren, kendi kuralları ve kodları olan bir yaşam tarzını benimseyerek doğru yolda olduğumuzu sanmakla iyi bir şey yapar mıyız? Yoksa aslında olmadığımız bir benliğe mi sahibizdir. Bizi ve bizimle beraber olanları genişleterek, bir toplum olarak kendimize ait bir kültüre, inanca ve dile sahip olarak, her birimizin içinde bütünlük olan tözümüzü geniş bir toplumsal töz olarak düşünürsek ve bunun doğru olduğunu iddia eden bir sosyoloji içinde davranırsak, yine kendi kendimizi büyük bir “yanılgının” içinde bulmaz mıyız?
Sosyal bilimler uzun zamandan beridir bu sorular etrafında dönmekte ve düşünmekteydi. 20.yüzyılın içinden geçen bir süreçte, İ. İllich, G. Bateson ve G. Simondon gibi düşünürler bizim bir töz olmaktan çok daha karmaşık bir durum içinde yaşadığımızı iddia ettiler. Onlara kulak verirsek bu sefer; araştırmalarının gösterdiği ölçüde, birey olmaktan çok bir “ön-bireyselliğe” sahip olduğumuzu düşünerek, bir bütün değil, sürekli etkilere açık olduğumuzu, değişkenliğimizin hızını ve yavaşlığını ve çevremizdekilerin içimizden geçerek bize benzeyen ve benzemeyenler tarafından kat edildiğini fark edersek, o zaman bütün bize anlatılanların dışında, bizim kendimizden başka bir kurgu olduğumuzu düşünemeye başlamaz mıyız?
Ki, belki de öyle formatlandık toplumlar ve onun içinde yeşeren fikirler tarafından. Fikirler birer hızlı algılama biçimleri değil midir? Tam oluşmayan ama hızlı bir şekilde aklımızın içinden geçip gidenlere fikir denilmiyor mu? O zaman uçan ve bir an sonra da yok olanlar, daha tam olarak olmamış meyvelerin kopartılması gibi ham şeyler değiller midir?
“Çevremizin ekolojisi” zihnimizi ve ruhumuzu olduğu kadar fiziki bedenlerimizi de kat etmektedir. Buna “hayat ekolojisi” denebilir, düşünürleri izlersek. “Çevre ve dünya içinde yaşamıyoruz çevremiz ve dünyamız içimizden geçmektedir”: Veya “Oturduğumuz yer insan türünün kendisidir”.
Montaigne, dünya değişirken o farklılaşan dünyaya uyum sağlamayı öngörmüştü. Ve o bu yeni dünyada kaybolmaktan korku duymamaktaydı. Mizacı değişebilirdi. Önyargıları da. Düşüncenin formunun ve duygularının bir kazanç olduğunu söylüyordu. Katı kurallara ve adetlere bağlı olmadan değişken dünyaya ayak uydurmak da bu anlamda mümkün durmaktaydı. Ruhumuzun değişkenliğini ve çok yönlülüğünü görmüştü.
Montaigne’den ilhamla bizim de bugün melankoliye kapılmadan ve büyük bir nostaljiye düşmeden bu dünyaya ayak uydurmamız mümkün olabilir. Onun gibi biz de şöyle söyleyebiliriz ki Mardin Bienalinde yaptığım da buydu: “Varlığın resmini değil manzaranın resmini yapıyorum”. Öznellik insanlara ve kimliklerine değil; orada yüzyıllar boyunca duran ama sürekli değişen rüzgarlara, hava durumuna göre uyarlanan bir ortam bizim yeni yerimiz, evimiz olabilir belki de!
Yeter ki bakış açımız sabit kalmasın!
Ali Akay kimdir?
Ali Akay Paris'te, 1976-1990 yılları arasında Paris VIII Üniversitesi'nde Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilim okudu. 1990 yılından beri İstanbul'da, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesidir. Aynı Üniversitenin Resim Bölümü'nde 1992 yılından beri doktora derslerini sürdürmektedir.
Yurt dışında Paris, New York ve Berlin'de dersler vermiştir. Türkiye'de ve yurt dışında birçok kurumsal ve kurum dışı sergilerin küratörlüğünü yapmıştır.
1992 yılında Toplumbilim dergisini kurmuş ve 2011 yılına kadar bu dergiyi sürdürmüştür. 2011 yılında, Toplumbilim dergisinin yeni ismiyle şu anda devam etmekte olan Teorik Bakış dergisini kurmuştur.
Yurt içinde ve yurt dışında yazıları yayımlanmıştır ve sanat, sosyoloji ve felsefe üzerine birçok kitabı vardır.
|