03 Şubat 2022

Fatma Girik ve değişen değerler

Fatma Girik, Yeşilçam filmlerinde bize köy kültüründen şehir kültürüne geçiş ile fabrikatörlerin var olduğu sanayileşmeye başlayan bir kapitalizmi göstermekteydi

Fatma Girik'in ölümü üzerine çok şey yazıldı ve çok da sevilen bir aktris olduğu herkes tarafından ifade edildi. Sosyal demokrasiye destek olduğu, sendikanın içinden geçtiği ve 1970'li yılların sonunda, yükselen sol düşüncenin içinde aktif bir rol aldığı ve hatta onunla aynı dönemde oyunculuk yapan Hülya Koçyiğit'in "siyasi fikirlerimiz uymasa da…" çıkışının eleştirileri yapıldı. Bir modern "Yeşilçam" sinema tarihi hatırlandı ve gözlerimizin önünden geçip gitti. Eski günler, eski değerler ve eski yaşam şartları ve Türk sinemasının klişesi olarak yer edinen fakir genç ve zengin ailenin evlatları arasındaki ilişkiler ve "iyiliğe" yaslanan değerler ile sahtekârlık değerleri arasında ahlaki bir bakış filmlerin ana konusu oldu.

Fakat, belki de pek fazla bahsedilmeyen nokta, o yıllardaki modern Türk sinemasının karakterini belirleyen ekonomi politikanın ne olduğuydu. İyi niyetli zengin fabrikatör patronların oğullarına ve kızlarına sunulan imkanların içinde Türkiye modern bir tüketim toplumuna girmeden evvelki yaşam değerleri ve davranış biçimleri bu filmlere yansıdı durdu.

Türkiye 1950'li yıllardan 60'lı yıllara girdiğinde köy toplumu olmaktan çıkmaya, şehirleşmeye doğru giden bir ülke olarak kendine ait hâkim köylü kültürü değerlerini şehirlerde belirlemeye çalışmaktaydı (önce adapte olma halleri ve sonra da empoze etme denemeleri). Osmanlı İmparatorluğu'ndan miras alınan değerler çerçevesinde, o devirde hâkim devlet memurluğunun değerleriyle ticaret yapanların değerleri arasındaki fark, bu dönemde ortadan kalkmaya doğru yönelmişti. Osmanlı'dan gelen alışkanlıkla, para ana değer olarak kabul edilemeyen bir değişim aracı olarak öne çıkarılmıştı (Ziyan Gökalp'ın yazılarında "Bir vücut para kazanmak için çalışmaz", "Kazanan insan Tanrı'nın dostudur" veya "İktisat tasarruftan ibaret değildir" temaları gözükür).

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, çok partili bir rejime geçildiğinde zaten "iyi ve mazbut aileden" gelmek üzerine kurulu olan evlenme değerlerinin artık para üzerinden gelişmeye başladığı bir zaman birimi içine girilmişti. Bu zaten böyleydi herhalde; ama yine de değer olarak paranın köy değerleri içindeki mal üzerinden geçmesiyle şehirde mal ve para ilişkisinin değer olarak ölçülmesi arasında bir fark oluşmaya başlamıştı. Şehirler fabrikatörlerin ve işçilerin oturduğu bir yer olmaya başladığı vakit, şehirde kenar mahallelere doğru genişleme baş gösterdi. Ve yeni bir kelime bunu ortaya koymaktaydı: "Teneke mahallesi". "Kenar mahalleden teneke mahalleye" geçiş süreci "iç göç ve işçiliğin" şehirlere yansıması oldu. 

Bu yıllarda, bilhassa İstanbul ağırlıklı olarak babacan fabrikatörlerin üzerinden gelişen Yeşilçam sineması bu tip karakterleri ortaya çıkarmaktaydı. Filmler babacan fabrikatörleri komedilerde yansıttı. Kimi filmler miras hikayelerine dayanmaktaydı, kimileri ise mirasın gerçekleşmesi için konulan engelleri aşmaya çalışan hırslı erkek ve kadın karakterleri göstermekteydi. Fatma Girik bu rollerden zeki ve namuslu karakterleri başarıyla üstlendi. Bu tip karakterleri canlandırmayı ihmal etmedi. Türkiye sanayileşme yolunda ilerlerken aynı zamanda "çarpık şehirleşme" sürecine de girmişti bile. Plansız olarak yürütülmeye başlanan şehirlerin büyümesi ve nüfusunun artması bu zamanda kendilerini belli etmeye başladı. Apartmanlaşma evlerin yerini alıyordu. Halbuki 1960'lı yılların filmlerine bakıldığında, filmlerdeki olayların bugün imrenerek sosyal medyaya konulan modern evlerin içinde geçmekte olduğunu görmekteyiz. Zengin evleri olarak gösterilen bu filmlerde dans, müzik, Boğaz'da partiler, yelkenliler ve deniz motorları burjuvazinin hayat biçimlerini belirlemekteydi.

 Mesela, Zafer Davutoğlu'nun yönettiği ve Osman Seden'in yazdığı Kimse Fatma gibi öpemez" (1964) adlı komedi filmi, Fatma Girik'e iki karakterli bir rolü veriyordu. Mirası almak için kullanılan "aklıdan sakat bir kız çocuk" rolü ile bu kız çocuğunun hasta bakıcısı rolü Fatma Girik tarafından canlandırılmaktaydı. Aynı yapımcı ve yazar tarafından gerçekleştirilen "Barut Fıçısı"(1963) adlı filmde Vahi Öz'ün dedesi hamal ve kendisi de çamaşırcılıktan fabrikatörlüğe geçmiş bir karakteri canlandırırken, oğlu, zengin delikanlı İzzet Günay'ın yanında Fatma Girik rol almaktaydı. Tabii bu filmde İzzet Günay'ın canlandırdığı roldeki zengin delikanlı tarafından tavlanan kızların babalarının da mafyayı hatırlatan kaba saba hareketlerini unutmamak lazım; çünkü bu tip kaba sabalıkların uzantıları bugüne kuvvetli bir şekilde geldiği gibi, nerdeyse sadece bu tip olayların haberlerinin içinden geçmekteyiz: El koymalar, çökmeler, cinayetler vb.

Fatma Girik, Yeşilçam filmlerinde bize köy kültüründen şehir kültürüne geçiş ile fabrikatörlerin var olduğu sanayileşmeye başlayan bir kapitalizmi göstermekteydi. 1970'lerin sonunda, yine Fatma Girik (ve Cüneyt Arkın) "Sinema Emekçilerinin" içinde ve 1 Mayıs yürüyüşlerinde ve hak mücadelesi içinde yer alarak, imajını bu alana doğru çevirdiyse, bunun nedeni Türkiye'nin artık sendikalizmin ve yükselen bir sol hareketin öncülüğündeki bir siyasetin içinde evirilmeye başlandığındandır (Fikret Hakan, Türkan Şoray, Tarık Akan, Kemal Sunal, Kadir İnanır'ı da burada diğer örneklerin yanında sayabiliriz). 

1980 darbesinin "ithal ikameci" bir sanayi kalkınma modelinden "ihracata teşvik" sanayi-sonrasına, finansa doğru yönelen modele geçmekte olan bir sermaye birikiminin anlatısı burada karşımıza çıkmakta. Solun yükselişine ve işçi hakları için mücadele veren sendikalizmin devrimci söylemine karşı küreselleşmeye doğru gidecek bir ekonominin siyasetinin gerçekleşmesi için sıkıyönetim dönemi gerekmişti.

Fatma Girik daha sonra siyasi hayatta rolünü aldığında ve Şişli'nin sakinlerine hizmet vermeye başladığında ise canlandırdığı karakterlerin Türkiye'si de geride kalmıştı. Babacan fabrikatörlerin sanayi kapitalizminden finans kapitalizmine doğru gelişen bu neo-liberal ekonomi politik artık zengin ve fakir gençler arasındaki karşılaşmaların ve evlenmelerin yok olmaya başladığı bir döneme ait olmaya başlamıştı. Özel okullar, kapılarında bekçiler bekleyen özel kapalı siteler, kamusal alanın kapatılması, yürüyüş alanlarındaki bireysellik ve jogging ve de hatta özel hayatlar içine kapanmış "elektronik gençliğin" bireyciliği ile kamuya ait dayanışmayı gerektiren yaşam (komşuluk, arkadaşlık, cemaat ve sendikal veya tesanüt ilişikleri) arasındaki ayrım artık sınıfsal olarak karşılaşma imkanlarını arkada bırakmıştı. Son otuz yıl içinde finans kapital ağırlığını koymuştu hayata… Yatırımdan çok spekülasyon ve kolay para kazanma yollarının ahlakına dayanan bir hayata… Artık işçileri takmayan ve buyurganlaştığı halde otonomisini kazanamayan bir sermayenin siyasete bağlı olarak ilerleyebildiği hayata… 

Ve oradan bugünlere geldik! İşlemeyen, yatırım yapmayan, artı-değer ile beslenmek yerine emeğe el koymaya başlayan "feodalleşen bir kapitalizmin" hoyrat hayatlarına… Krizin yüksek boyutlarını yaşayan nüfusun artık yaşam zorluklarını beraber hissetmeye başladığı ve gelirlerin yaşam biçimlerini sürdürmeye yetmediği bir hayata…      

Yazarın Diğer Yazıları

Vardın mı?

Toplumsal alanın içindeki cins kimlikleri arası anlaşmazlıkların aşılması ve barışın vurgulanması için 25 Kasım’ın duyurulması ve yaygınlaştırılması ehemmiyetli gözükmekte

Kriz nerede?

Sıkışan ve sayıca azalan hâkim bir burjuvazi ile orta üst sınıfların, eski devlet memurlarının ve de daha sonra “orta direk” olarak ortaya çıkanların ekonomik krizden kuvvetli bir şekilde etkilendiğini gözlemlemekteyiz. Alt diye adlandırılan sınıfların ise, maaşlı, emekli, işsiz vb. “açlık sınırında” olduğu belirtiliyor: Kriz!

Lizbon’da sanat haftası

Bu sene şehrin üç önemli müzesi Lisbon Art Weekend’in LAW’ın organizasyonunun içine girmiş bulunmakta: Gulbenkian Müzesi, MAAT Sanat, Mimari ve Teknoloji Müzesi ve de koleksiyonunda Picasso, Duchamp, Miro, Ernst, Bacon, Bourgeois, Judd gibi uluslararası sanat tarihi ustalarını bulunduran MAC/CCB. Bu müzelerde dünyanın önemli çağdaş sanatçıları sergilenmekte

"
"