28 Ekim 2022

Dört ölüm üzerine...

Ötekinin ölümü, sevilenin yok olması sadece bir silinme veya mevcut olmama hâli, şu veya bu hayatın sonu değildir. Ölüm her zaman şunu beyan eder: "tüm total dünyanın sonunu"

Ölümleri duyuyoruz, okuyoruz, şaşırıyoruz, üzülüyoruz; onları yaşıyoruz. Ölenler üzerine yazılıyor, onlar anılıyor (çoğu zaman övgüyle ve ender bir şekilde kinle). Ben de yazıyorum: Çok yazı yazdım. Tanıdıklarımın, arkadaşlarımın veya hayatıma değmiş olanların üzerine. Şimdi, iki günde dört kişinin ölümünün haberi medyada aynı günün olduğu zaman gerçekten şaşırıyor insan. Her bir ölüm tek başına bir eksilmeyi değil belki de, ama gidenin değişmezliğin tecrübesini yaşatıyor. Her seferinde bizim hayatımızdan da kopan şeyler oluyor. Anılar, yaşanmış mutlu saatler, dakikalar, anlar, gelip geçiyor hayatımızın parçalarından.

O bakımdan ölüm üzerine yazmak eksilenler üzerine yazmak değil bir anlamda. Yazmak kendi başına zamanın içinden geçmek demek değil mi? Ölümler, dostlar, arkadaşlar, sevdiklerimiz, mutlulukları paylaştıklarımız, okullar, mahalleler, şehirler, sayfiye yerleri, çocukluk flörtleri, aşklar ve buna benzeyen her türlü duygusallık bu yaşanmışlığın bir parçası olarak hayatlarımızdan geçip gidiyor.

Dört ölü haberli bir günden söz ediyorum: Her dönemimizin bir sesi olan kaybettiğimiz Halit Kıvanç'ın "tele Safirlerini" (onu yeni nesiller için kitaplaştırdı) unutmak mümkün müdür? Daha TRT öncesi Ankara'dan yayın yapan "deneme televizyonunda" yer almaya başlamıştı ben çocukken. Onun üzerine yazmış olan başka bir gazetecinin aynı gün öldüğünü duymak, genç sayılacak bir yaşta, bunu okul arkadaşlarından birisinin mesajında işitmek ne tuhaf bir şey.

Ahmet Tulgar'ın bunca çabası, çalışması, okuduğu iyi okullar, arkasında bıraktığı dostları, ailesi, okul arkadaşlar, gazeteci arkadaşları, hepsi şaşkınlık içinde haberi görüyorlar. Halit Kıvanç için "Türkçeyi en iyi telaffuz eden kişi olduğu" söylenirdi hep; ölüm haberi günü de bunu yazan gazeteler oldu. Halit Kıvanç'ı; yukarıda hatırlattığım gibi, çocukluğumuzun radyo dünyasının içinden geçmiş ve ilk televizyon tecrübelerimizde, 1960'ların sonu giyim modasıyla, ceket kravatla değil de ince beyaz balıkçı yaka üzerine giyilen lacivert kruvaze ceketle televizyon programlarından hatırlıyoruz. Anlattığı maçlar veya spor müsabakalarından geçen bir ses artık duyulmayacak. Türkçenin de kullanımı, sesin tonlaması da değişmeye başlamıştı uzunca bir zamandan beri.

Diğer iki ölüm haberi: Biri Fransız resminin vazgeçilmez ressam yıldızlarından biri olan ve yakın zamanlarda Georges Pompidou Sanat ve Kültür Merkezi Galerisinde açtığı serginin açılış gecesinden de tanıdığımız, 102 yaşına kadar yaşamış olan Pierre Soulage'ın kaybını Fransız gazetelerinden okuyoruz. Onun bulmuş olduğu "siyah rengin" aldığı ışıkta mevcut olan "siyah-ötesi" diye tercüme edebileceğimiz "outre noir" kalıyor geriye. Siyahın içinden geçen aydınlık, barok bir resmin taşıdığı karanlıkla değil, de Soulage, aydınlıkla birlikte işleyen, ama siyahın içinden geçen ve karanlığın göz alışkanlığıyla nerdeyse aydınlanmaya başladığı bir siyah rengin bulucusu olarak "renk keşfeden" ressamlar kategorisine girmişti.

Renkler üzerine düşünenlerin bizi aydınlattığı kadarıyla: "Beyaz siyahı iter, kırmızı maviyi dışlar". Ressamların konuşmalarını dinlerseniz, renklerin sıcaklığından ve soğukluğundan söz ederler. Karanlık ve aydınlık siyah ve beyaza tekabül ederken, kırmızı sıcağı, mavi ise soğuğu ifade etmektedir. Fakat daha ilginç olanı, belki de renklerin vücudun gerçeğini ortaya koymadığı olacaktır. Renkler ne hayattır ne de doğanın kurallarını ifade edebilir. Ressamlar bu renkleri görürler ve yeniden yaratırlar; çünkü asıl mesele doğal olandaki yapaylığın bulunmasıdır. Ressamların paletlerinin içindeki renkler her zaman artifisiyeldir; yani sanata dair bir yapaylıktır. Doğanın soyutlanmasıdır. Bu anlamda renkler hem ressamların, yani sanatın hem bilim insanlarının hem psikologların hem de fizikçilerin alanına girmektedir. Dolayısıyla felsefe bunların birleştiği alan olarak renklerle hep ilgilenmiştir. Her biri bir deneyin ürünüdür. Soulage bu bilginin içinden geçen düşünür bir ressam olarak kendi renginin içindeki ışığın karanlıktaki yansımasına değinmiş ve bu buluşunu hayatının çalışması haline getirmiştir.

Kutsal Kitap İncil siyahı karanlığa bağladığı içindir ki bütün renklerden önce var olmuştur. Ama olumsuz bir yeri vardır. Daha sonra Avrupa tarihi süresince, siyah bazen kötüye bazen ise iyiye tekabül etmektedir. O halde bunların ortaklığı söz konusu olmaya başlamıştır. Ölüme ait olarak da anlam kazanmıştır. Siyah kromatik tablolar yapan Soulage siyahın ışığının içinden geçen bir renk paletini oluşturmuştur. 1947'den beri bu araştırmayı kendi hayatının bir parçası olarak kabul etmiştir. Onlara "kara ışık" adını vermiştir. Bu demektir ki sanatçı için siyahın rengi değil "onun zihinsel oluşumunun" ruhu ilginçtir. Renk olarak siyah, o halde siyah ötesi olarak işlemeye başlamıştır, resim tarihinde. Renklerin kökü olarak siyah uzun süre renk karşıtı olarak adlandırıldığına göre, Soulage bu rengi böylece tersinden keşfetmiştir: Fildişi siyahını. Soulage buna aynı zamanda "modernliğin ve şıklığın siyahiliği" adını vermişti.

Dördüncü ölüm ise belki de sanat dünyası dışında daha az bilinen bir çağdaş sanatçıdır. Ölümünü Kanadalı dostum ve sanatçının sergisinin küratörlüğünü yapmış olan Chantal Pontbriand'dan duyuyorum. 1949 yılında Vancouver'de (Kanada) doğan sanatçı Rodney Graham son yirmi yılın bienallerinde kavramsal eserlerini görmüş olduğumuz bir sanatçıydı.

"Köprünün altındaki Ahize" adlı enstalasyonuyla çok dikkat çekti. 7,70 metre uzunluğunda ve 4,20 metre genişliğindeki ahize 2014 yılında Granville adası köprüsünün altına yerleştirilmişti. Mizahi bir yaklaşımı vardı ve herkesin ilgisini çekecek eserler yapmak istediğini ifade etmekteydi. 1970'lerden beri Batı dünyasının müzik ve müzik kültürüyle ilgilenmişti. Bazen felsefi bazen edebi referanslarla çalışmaktaydı ve gerçek ile temsili arasındaki güç ilişkilerinin üzerine gitmekteydi. Filmler, fotoğraflar, enstalasyonlar ile müzik arasındaki yakınlıkları düşünmüştü. Bu şekilde hem metinlerle hem de görsel malzemelerle çalışmaktaydı. Videolarında aktördü de. "Vexation İsland" (1997) adlı videosunda Karayipler'de bir adaya düşmüş, palmiye ağacının altında göğsünde bir papağanıyla yatan bir korsanı (sömürge tarihini) canlandırmaktaydı. Palmiyeden düşen Hindistan cevizi, adanın intikamını alıyordu korsandan. Graham, resimlerinde ise birer pastiş olarak baktığı renklerle uğraşmaktaydı. Pop sanatının ve İngiliz B sınıfı filmlerinin üzerinden geçmekteydi.

Ölümler üzerine yazmış olan Fransız filozof Jacques Derrida'nın yas ile ilgili bakışına dayanırsam şöyle ifade etmek isterim. Her seferinde bir kişinin ölümü her zaman "bütün bir dünyanın sonu" olarak durmaktadır. Ötekinin ölümü, sevilenin yok olması sadece bir silinme veya mevcut olmama hâli, şu veya bu hayatın sonu değildir. Ölüm her zaman şunu beyan eder: "tüm total dünyanın sonunu". Mümkün olan veya olacak olan bir dünyanın sonunu belirlemekte. Yerine geçilemeyecek ve geri dönmesi olamayacak olanların sonudur. Nesiller için eski neslin yerine geçen yeni nesilden söz etmek bu şekilde hiç anlamlı bir önerme değildir; tersine birinin yerine hiçbir zaman başka biri geçemeyecektir. Her biri başkadır, yeri doldurulamaz ve yenilerin yarattığı dünya da başka olmak zorundadır. Arkada kalanların yaşam deneyleri de aynı şekilde asla aynı olamayacaktır. Her biri yerine geçilemeyecek kişilerdir. Tekil olarak "tekrarlanma imkânı" artık olmayanlardır. Ya artık yokturlar ve geriye onların yası kalır ya da onlar "içimizde" hâlâ kaybettiğimiz parçalar olarak var olmaya devam eder. An geldiğinde hatırlanır, anılır, "içimizde" canlanır.

Marcel Duchamp muammalı bir şekilde mezar taşına "Her zaman başkaları ölür" diye yazdırmıştı. Ölüm bir başkası mıdır?[1]


[1] Şimdi bu yazıyı bitirdikten sonra Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Resim Bölümünden güler yüzlü ve her zaman nazik arkadaşımız Sedat Balkır'ın ölüm haberini üzülerek duyuyorum. Adnan Çoker ve Mustafa Ata'nın öğrencisi olan Balkır en son Optik Sanat bağlamında değerlendirdiği "İlahi Bilgelik Aya Sofya" (2020) adlı sergisini yapmıştı.


Ali Akay kimdir?

Ali Akay Paris'te, 1976-1990 yılları arasında Paris VIII Üniversitesi'nde Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilim okudu. 1990 yılından beri İstanbul'da, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesidir. Aynı Üniversitenin Resim Bölümü'nde 1992 yılından beri doktora derslerini sürdürmektedir.

Yurt dışında Paris, New York ve Berlin'de dersler vermiştir. Türkiye'de ve yurt dışında birçok kurumsal ve kurum dışı sergilerin küratörlüğünü yapmıştır. 

1992 yılında Toplumbilim dergisini kurmuş ve 2011 yılına kadar bu dergiyi sürdürmüştür. 2011 yılında, Toplumbilim dergisinin yeni ismiyle şu anda devam etmekte olan Teorik Bakış dergisini kurmuştur.

Yurt içinde ve yurt dışında yazıları yayımlanmıştır ve sanat, sosyoloji ve felsefe üzerine birçok kitabı vardır. 

Yazarın Diğer Yazıları

Ahtapot toplumu

“Ahtapot gibisin kardeşim” dercesine topaklaşan insani ilişkilerin ideolojik, sınıfsal, etnik değerlerin üzerine kurulmadığını görmekteyiz; ama buna rağmen de yine kimlik söz konusu olduğunda kimlikleşmenin özdeşleşmesini de takip etmekten kendimizi men edemiyoruz

Açık Radyo yoksa küresel fenomenlerden nasıl haber alacağız?

Doğanın ve atmosferin haberlerini almak için bu radyoya Türkiye’de herkesin ihtiyacı vardır. Bunca ödül almış olan ve neredeyse otuzuncu yılına gelen Açık radyo, adı üstündedir: Vazgeçilemez ki “açık” kalmalıdır

Duyguların dağılımı

Şiddet sadece siyasi alanı değil her yeri sarmaya başladığından dolayı bireyselleşmeye başlayan bir psikoloji söz konusu

"
"