02 Ağustos 2018

Demokrasi nedir?

"Demokrasiyi, özgürce soru sormak sanatı olarak tekrar tanımlayabilir miyiz?"

Bu soru; sorulacak sorular arasından en belirgini olarak her zaman sorulan bir sorudur; ve sanki  bunun tanımı hepimizin elindeymiş gibi durduğu için, çeşitli kurumlar ve kurumsallaşmalar ve onlara ait düşünürler, kişiler, politikacılar, politik danışmanlar, filozoflar, sosyologlar veya siyaset bilimciler  bu soruyu hep sorup durdular. Hem kendilerine hem de kendi branşlarının içinde bir refleksivite olarak ve bunun cevaplarını vermek için çalıştılar. O halde bugün, 21.yüzyılın içine girdiğimizde eski Yunan’dan beri gelmiş olan bir siyasi tanımı tekrar sormak ne anlama gelebilecektir ? Bu tanımların içinden beğen beğendiğini ! Aslında tanımların içinden geçtiğimizde aynı soruyu tekrar sormak yanlış durmamakta. Bu bir tarih yasası mıdır ? Yoksa verili bir yasa mıdır ? Baştan beri söylenmiş olduğu haliyle “halkın kendi kendisini idare etmesi midir ?

Bugünkü anlamında ele alınmakta olduğu gibi acaba demokrasi halkın çoğunluğunun oyuyla iktidara gelen ve ülkeyi yönetme meşruiyeti olan bir veri midir ? Bu, bugün her yerde yapılmakta olduğu gibi “kamu oyu” diye adlandırılan bir oy temsilinin kendisini oylama sonrasında doğrulaması mıdır ? En çok oyu alan demokratik olarak kendi siyasi çizgisini hedefleyerek idareyi yürütmekte midir ? Buna mı demokrasi adı verilmektedir ? Yoksa demokrasi bir halk zümresinin başka bir zümre karşısında seçimle iktidara gelmesi midir ? Eğer öyle olarak adlandırılmış olsaydı buna demokrasi demek mümkün olabilecek midir ?  Bir zümrenin başka bir zümreyi  yönetmesinin ismi başka bir rejim (oligarşi) değil midir ki, halklar dünyanın çeşitli yerlerinde elitlerin idaresinden veya bürokrasinin idaresinden bahsedip, şikayetçi olabilmektedir?

O zaman demokrasi Yurttaşlık kitaplarında öğretilmiş olduğu gibi, halkın kendi kendisini yönetmesi olarak düşünülmekte midir sadece?  Yani, bu durumda halkın “kendi kendisini” yönetmesi ne anlama gelmektedir. Bir halk kendi kurmuş olduğu yasalarla mı yönetilmektedir ? Yoksa bu yasalar daha önceden verili yasalar mıdır ? Değişmez olarak ele alınanlar mıdır ? Değişemez olarak kabul edilenlere dini yasalar adı verilmektedir ve dokunulması çoğu zaman ya yasaktır ya da tarihi olarak bazı kültür ve medeniyetlerde sorgulanmışlardır ve reforma uğramışlardır. Bu tüp tasalara karşı çıkıldığında ise karşı çıkanlar o toplumun içindeki kimliği belirleyen tanımların dışına çıkarılmakta veya aforoz edilmektedirler.   Yoksa yasalar tarihe ait olarak mı değişmektedirler veya teknolojinin bu değişimde bir anlamı var mıdır ? Eğer kendi kendisini yönetme temsili olarak adlandırılan demokrasilerde var ise, o halde, seçilenlerin yönettiği ve halkını temsile ettiği yasalar, Anayasalar  ve  İçtihatlar vardır. Bazı ülkelerin Anayasaları bazı ülkelerin ise İçtihatları var olduğuna göre yasalar sadece tarihi değil, aynı zamanda gelenekseldirler de. Fransa ve İngiltere’de hukuki sistem ayrılığı, mesela, buradan geçmektedir: İçtihat’a ait  hukuku veya Anayasal hukuk sistemi farkı buradan gelmektedir.

Bazen de tanımı gereği demokrasinin “azınlıkta olanların korunması” olarak ele alınmasının daha doğru olduğu tezi ileri sürülmektedir. Buna göre azınlıkta kalanlar sayıca azınlık oldukları için seçimde her zaman sayısal olarak az  kalacaklarından dolayı onları korumak demokrasi kurumunun ideali mi olacaktır ? O zaman “Medine Vesikası” olarak adlandırılan ve gayri-Müslimlerin haklarını tepedeki iktidarda bulunan rejimin koruyacağı pederşahi bir baba iktidarı mı koruyabilecektir demokrasi idealini ?  Cumhuriyet veya Monarşi rejimlerinde bu mümkün olabilecektir, ama bu rejimlerin işleme modeline, illa demokrasinin işlediği modeller olarak bakabilmek mümkün   olacak mıdır ? Koruma altına alına  “insanlar” veya “azınlıklar” veya hatta kendi kendisini korumakta aciz sayılan doğanın koruma altına alınması demokrasinin koşullarından biri olarak sayılabilecek midir ? Bu oldukça tanım dışı olarak durmakta değil midir ?

O halde; lafı daha fazla uzatmadan bir başka tanıma daha yaslanmak daha doğru olmayacak mıdır ? Bu tanım, aslında, demokrasinin verili ve tanımı baştan belirli bir halde olan bir idare olmadığını gösterecektir, belki de, bize ? “Demokrasi nedir?” sorusu sürece ait bir soru olarak cevap bulmaya meyillenmeyecek midir ? Eğilimi bu yana koyduğumuzda ise, demokrasinin, aslında, verili bir yasalar sisteminden çıkarak, hukuki olarak yeniyi arayan bir tanımı olduğunu, belki, bize gösterecektir ? Veya biz bunun farkına varılmaya başlayacağız. Ve aslında tarihte iki kez gerçekleşmiş olan bir yapıyı barındırdığını ve demokrasinin aslında bu iki tarihi dönemde gerçekleşen bir rejim olduğunu görmeye başlayacağız. İlk olarak eski Yunan düşüncesinde filiz veren demokrasi fikri tarihte felsefenin ortaya çıktığı anla kesişmiştir : Eski yasalara ve örf ve adetlere karşı sorulmaya başlayan soruların ortaya koyduğu sorularla birlikte gelişen siyasi rejimin adı demokrasi olacaktır ve yeniliğe doğru açılan bir rejim olarak düşünülmüştür. Sokrates’in sorduğu sorular demokrasiye doğu açılan bir pencerenin sorduğu sorular olarak gözükmektedir. Bu sayede eski Yunan’da isonomia kavramı ortaya atılmıştır. Yuvarlak bir meclis alanında önce savaşçıların ganimeti paylaştıkları ve sonra ganimetin bir söz söylemeye dönüştüğü merkeze eşit mesafede duranların, ikna yoluyla birbirlerini, polisi idare etme sanatı olarak baş göstermiştir. Tarihte ikinci defa ise, Batı Avrupa’da 18.yüzyıl düşünürlerinin sorguladıkları siyasi rejimlerle ilişkili olarak ikinci defa, ortaya demokrasi sorusu atılmıştır. Ve, bu sorunun Cumhuriyet rejimi ve Fransız İhtilali ile aynı soru olmadığını tarih bize kanıtlamıştır. Bunlar ayrı sorulardır ve rejimlerdir. O halde demokrasinin sorusu yenilik aramak üzere devrim fikri veya eylemi değildir. Devrim,  tarihte, önce İngiltere de sonra ABD ve Fransa’da ve daha sonra dünyanın birçok yerinde bir çeşit rejim değişikliğini şu veya bu yollarla gerçekleştirmek üzere kurulan zorlayıcı bir rejimin adı olarak kalacaktır. Demokrasi bir soru sorma biçiminin parçası olmuştur, siyasi olarak ise ifade özgürlüğünü kapsamaktadır. Bu özgürlüğün yanı sıra, insan hakları sözleşmelerinde belirli kıstaslar, bunların hangi özgürlüklere ait olduğunu belirlemiştir: 1789 sonrasında ve İkinci Büyük Savaş’tan sonra da uluslararası olarak kabul gören kurumsal anlaşmalarla belirlenmiştir.

O zaman demokrasinin bir soru sorma sanatı olduğunu ve kabul görülen yerel yasaların yetersizliği üzerine sorulan sorularla tanımlanabilecek bir düşünce olduğunu vurgulamak gerekecek. Bu ise, bir özerklik sorusu olarak ortaya çıkmaktadır. Heteronomi üzerine oluşmayan bir demokrasi sorusu, en başta gördüğümüz, Yurttaşlık Kitaplarına sığan  “halkın kendi kendisini yönetmesi” tanımıyla burada, özerkleşerek, rastlaşmaktadır. Felsefe ile özerklik tarihte o halde iki defa rastlamışlardır birbirlerine ve dostlar arasında bir tartışma ortamı oluşturmuşlardır.. Eski Yunan ve Aydınlanma Avrupası ile birlikte var olmuştur: Rasyonellik. Burada; teknik, bilim ve felsefe, sanatlara birlikte anlamlı olarak kabul görmüşlerdir. Demokrasi aslında buradaki son tanımıyla sanatlardaki yaratıcılık sorusuyla birlikte anlam kazanmaya başlayacaktır. Yaratının yeniye doğru yol alması demokrasinin süreç içindeki vaziyetini bize gösterecektir. Bu da demokrasinin” imkanların rejimi” olduğunu bize açıklamaktadır.

Demokrasi sabitleşen bir çoğunluk veya azınlığın korunması olmaktan bu anlamda uzaklaşarak, belki de yeniliği arayan bir düşünce olarak ele alınmaya başlandığında “demokrasinin ne olduğunu” görünür kılmaya ve fark etmeye başlayabileceğiz. Demokrasiyi, özgürce soru sormak sanatı olarak tekrar tanımlayabilir miyiz?

Yazarın Diğer Yazıları

Lizbon’da sanat haftası

Bu sene şehrin üç önemli müzesi Lisbon Art Weekend’in LAW’ın organizasyonunun içine girmiş bulunmakta: Gulbenkian Müzesi, MAAT Sanat, Mimari ve Teknoloji Müzesi ve de koleksiyonunda Picasso, Duchamp, Miro, Ernst, Bacon, Bourgeois, Judd gibi uluslararası sanat tarihi ustalarını bulunduran MAC/CCB. Bu müzelerde dünyanın önemli çağdaş sanatçıları sergilenmekte

Gilles Deleuze için

4 Kasım günü büyük bir filozof öldü. Foucault’nun 1960’ların sonunda yazdığı gibi “Bir gün çağ Deleuze’cü olacaktı.”

Edward Said'in doğum günü

Said ülkesi Filistin için çok çaba verdi. Fakat onun İntifada sırasına ait olarak İsrail-Lübnan sınırında taş atarken olan fotoğrafını açıklarken söylediği de manidardı. Sembolikti. Bugün savaşılan ve bombalanan yerler üzerine konuşmakta değil miyiz?

"
"