Lizbon’un ışığı ve güneşi parlatmakta şehrin suyunu. Güneş, kasım ayının başında, hala sonbahar ile yaz sonu arası olan havasını sürdürmekte. Eski bir sömürge İmparatorluğu olan Portekiz’in 1933’ten beri süren Sosyalizme, sendikalizme ve Liberalizme karşı duran, korporatist ve muhafazakâr Salazar diktatörlüğünden kurtulup, 1974’teki “Karanfil Devrimi’ni” yaşadıktan sonra, üstelik bir de AB’ye girmesiyle birlikte demokrasinin faydaları (Yarı-başkanlık sistemiyle) şehre yayılmış gözükmekte.
Lizbon cıvıl cıvıl ve her lisanın konuşulduğu bir şehir görünümünde. Gençlerin gittiği kahveleri, her yerde yeni açılan butikler, inanılmaz küçük esnaf balık ve et lokantaları uluslararası bir şehrin içinde olduğumuzu göstermekte. Geniş caddelerindeki, uluslararası markalarıyla ve daracık sokaklarında arabaların dönüş imkanlarının bile kısıtlandığı Lizbon şehri heyecanlı bir yer olduğunu ispatlıyor. Bu arada, tüm Portekiz’de on milyon dört yüz bin kişi yaşamakta.
Portekiz’i, Türkiye’deki herhangi küçük bir şehri besleyen bir ülke olarak görebiliriz. Sosyal Demokratların sağ ittifakla yönettiği bu ülkede, Lizbon’un özelliği sanat alanında önemli bir yere sahip olmaya başlaması. O bakımdan, ülkenin Avrupa Birliği’ne olan katkısı ve para birliğine girmekteki arzusu Avrupa’nın en Batısındaki enerji kaynağı olduğunu bize göstermekte. İlginç bir şekilde, Avrupa’nın Atlantik ucunda, ama tam da içinde olan bu coğrafi yer uluslararası bir dünyaya ilk açılan sömürgeci ülkelerin tarihini taşımakta. O bakımdan post-kolonyal dünya ile entelektüel bir ilişki halinde olmaya devam etmekte.
Bu ortamda altı sene evvel Merve Pakyürek ve Marc Kean Paker’in kurduğu kâr getirmeyen, sponsorlarla işleyen bir oluşum olarak LAW (Lisbon Art Weekend) yatay bir örgütlenmeyle, merkezi olmayan ve kâr amacı gütmeyen bir şekilde galerileri ve müzeleri bir haftalık enerji içinde yatay birleştirmeyi sağlayan bir organizasyonu gerçekleştirmiş. Türkiye’den Lizbon’a gelen bu rüzgâr şehre bir canlılık getirmekte. Enerjiler arası bir ilişki içinde şehri hareketlendirmekte. Sokaklarda davetlileri taşıyan özel arabalarının üzerindeki LAW etiketi ve duvarlardaki LAW afişleriyle Lizbon sanatı moda ve yemek ile yan yana getirmekte. Zaten panellerden birisinin “sanat ve moda” olması da bunun bir göstergesi. Yaratıcı sektörler olarak adlandırılan post-modern bir hareketin içinden geçen bu sektörler birbirleriyle paslaşmaktalar zaten de uzun zamandan beri.
Merve Pakyürek ve Marc Kean Paker
Bu sene şehrin üç önemli müzesi Lisbon Art Weekend’in LAW’ın organizasyonunun içine girmiş bulunmakta: Gulbenkian Müzesi, MAAT Sanat, Mimari ve Teknoloji Müzesi ve de koleksiyonunda Picasso, Duchamp, Miro, Ernst, Bacon, Bourgeois, Judd gibi uluslararası sanat tarihi ustalarını bulunduran MAC/CCB. Bu müzelerde dünyanın önemli çağdaş sanatçıları sergilenmekte. Bu sonuncusunda fotoğraflarıyla “1970’lerin özgür düşünce ve yaşam dönemini” güncelleştiren “yakın özel politiktir” şiarından etkilenmiş Nan Goldin etrafında dönen bir sergi bizi 1970-80’lerin o güzel kavramsal dünyasına yolluyor. Bedenin öne çıkarılması da bu döneme rastlamakta. Performansların cesur bedensel aksiyonları 1960’lardan 1990’lara kadar sürdürüldükten sonra bugün daha utangaç bir dönemi yaşamaktayız. Bu dönemde, Abramoviç ve Ulay’dan Mike Kelly’e, Yves Klein’dan Félix Gonzales Torres’e ve burada hepsini sayamayacağım diğerlerine geçen bu sergi yakın sanat tarihini izleyicilere anlatıyor. “Nesenler, Bedenler ve Mekân” ile ilgili bir sergi; 1960’lı yılların Minimalistlerinden, Land Artçılarına ve oradan da 1980’-90’lı yılların espas sanatçılarına yer vermiş ve buna paralel olarak da Fred Sandback’ın espası geometrik öğelerle birleştiren eserleri sergileniyor. MAAT’da ise, ışığın büyücüsü Anthony McCall ve Gulbenkian’da da postmodern mimarisi ve bahçesiyle yeni açılan Centro de Arte Gulbenkian’da çağdaş karma bir sergi gösterilmekte. Bu tip sergilerin bir gün Türkiye’deki müzelerde de gösterilmesi sanat alanına gerçek bir hizmet vermiş olur; çünkü bu örneklerin direkt olarak görülememesi gençlerin daha fazla düşünme imkanlarını kısıtlıyor sanki!
Lizbon’un en kuvvetli galerilerinden biri olarak duran Cristina Guerra galeri kavramsal sanatın “babalarından” biri olan Lawrence Weiner’in eserlerinin dokümantasyonunu sergilemekte. “Jezabel’i Hep Sevdim” başlığını taşıyan sergiye Lawrence’ın Benjamin Buchloh’a söylediği bir önermeyle giriliyor. “Sanatın her malzemesi duyumsaldır. Her türlü malzemenin ilişkisinde kesinlikle bir duyumsallık vardır. Duyumsallık bir gereksinimdir. Ve bunun varoluşu hedonistik değil realistiktir.” Bir başka cümlesinde sömürge ilişkisinin üzerinden de düşünülebilecek “Lizbon ve Rio de Jenerio ilişkisi “mutluluğun takipçisidir” önermesi ise belki öyledir, belki de öyle değildir (?) olarak yorumlanabilmektedir.
Avrupa’nın ve Amerika’nın galerilerinin Lizbon’da galerilerini çoğaltması ilginç bir şekilde yeni bir sanat enerjisinin şehre yayılmaya başladığının göstergesi olarak okunabilmektedir. Mesela burasının iyi galerileri arasından Jahn und Jahn Münih’li bir galeri ve aynı zamanda Lizbon’da sanatçılarını göstermekte. Burada Stefan Vogel’in CENAS adlı sergisi seyircilere sunulmuş. Mekâna göre yerleştirmeler yapan sanatçı izleyicinin bakışıyla kendi espas anlayışı arasındaki kesişmeye dokunmakta. Galeriyi kendi atölyesi olarak kullandığından kendi hayatını da bu espasa sokan sanatçının maddi ve manevi nesnelerden oluşturduğu yerleştirme görünür ve görünmez arasındaki diyalektik üzerinden okunabilmekte. Document galeri de benzer bir şekilde Şikago ve Lizbon’da uluslararası sanatçılarını göstermekte. LAW sırasında Fransız Support-Surface gibi Fransa’nın önemli sanat akımlarından birisinin kurucuları arasında bulunmuş olan Claude Viallat’nın son dönem eserlerini sergilemekte.
Kubikgallery ise Porto ve Lizbon’daki iki galerisinde sanatçılarını sergilemekte. LAW sırasında 16 sanatçının eserlerinin gösterilmekte olduğu galeride “Eylem ve mesafe” adlı sergi görülebiliyor. Doğa, insan ve hayvan birleşmesinin üzerine kurulu olan teorik bakıştaki yerleştirme çeşitli malzemelerden oluşmuş. Birbirlerine uzak mesafedekilerin ilişkilerini, karşılıklı eylemlerini ve sanatçıların eserlerini yan yana getirmiş vaziyette.
Bunların yanında Lizbon’un cesur ve dinamik sanat yapısını oluşturan galerilerin sayısı azımsanmayacak kadar çok. Underdog Galeri’deki Simon Berger’in Anıtlar olarak adlandırdığı cam katmanlarından kırılarak ve çatlatarak oluşturduğu portreleri bu sefer mimarların tarihine ayrılmış olarak sergilenmekte. İlginç bir tekniğin yaratıcısı olan sanatçı mimarlık tarihinin mimaride devrim yaratmış olan ikonlarını sergilemekte. Cam katmanları üzerindeki çatlamalar, kırılmalar ve çentiklerle işleyen el, portreleri oluşturmakta. Bu şekilde modern insanlık tarihini bizlere hatırlatmakta. Bir başka iyi bir galeride, Filamona Suarez galerisinde, felsefe okuyan ve roman yazarı da olan orta yaşlı sanatçı Edgar Martins’in sergisi bize savaş foto muhabirleri üzerine düşünmemizi sağlamakta. Anton’un Eli adıyla başlayan bu kurgu hikâye; savaşların korkunçluklarını, ölümleri, yaralanan bedenleri, çığlıkları ve savaşçıların ve halkların ağızlarından akan kanların görüntüleri foto muhabirinin elinin dokunduğu tetik üzerinden gösterilmekte. Fotoğrafçının da bir tetiği var ve silah gibi deklanşöre basmakta bu el. Eski Nokia telefonlarının ekranlarıyla yapılan yerleştirmedeki video görüntüler bazı insanların kaldıramayacağı savaş vahşeti görüntülerini seyirciye göstermekte. Francisco Fino galerisinde ise yine çok ilginç bir sergi söz konusu. Heykel eğitiminden gelen sanatçı Vasco Araujo’nun Ritornare (Bellek) adlı sergisinde, kadın bir opera sanatçısının hayatı bir dizi fotoğraf yerleştirmesiyle sergilenmekte. Maria Callas’ın operalardaki kıyafetleri sanatçının kıyafetleri üzerinden kurgulanmış vaziyette gösterilmekte. Eski fotoğrafları üzerine yapılmış enstalasyon ve girişten içeriye girildiğinde, başka bir odadaki videoda ise, zamanın geçmesi, bedenin yaşlanması, eski anıların içinden geçen zamanın sanatçı tarafından seslendirilmesi bize bir bakıma yok olmakta ve unutulmaya yüz tutmuş birçok sanatçının kaderini de anlatmakta ve bir gün tekrar gün ışığına çıkarılmak üzere… Dialogue Galeride ise “Alacakaranlık” adlı bir sergide, iki ayrı sanatçının “incelikle düşünülmüş” eserleri gösterilmekte. Mekânın mimarisine yerleşmiş olan eserler karanlık ve aydınlık arasındaki ilişkilere yer vermekte. Bir açıdan da barok resmin “koyu-açık” karakterini hatırlatmakta ve eserleri belli bir atmosfere yerleştirmekte.
Lisbon Art Weekend’in (LAW) başarısı, bu şehrin sanat enerjisini fark ederek yeni bir bakışla bunları birleştirmesinden kaynaklanmakta. Buna bir de belki de gururla ekleyebileceğimiz nokta İstanbul’un titrek ama çok da enerjik bakışının Lizbon’un sanat ortamına gelmesidir.
Ali Akay kimdir?
Ali Akay Paris'te, 1976-1990 yılları arasında Paris VIII Üniversitesi'nde Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilim okudu. 1990 yılından beri İstanbul'da, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesidir. Aynı Üniversitenin Resim Bölümü'nde 1992 yılından beri doktora derslerini sürdürmektedir.
Yurt dışında Paris, New York ve Berlin'de dersler vermiştir. Türkiye'de ve yurt dışında birçok kurumsal ve kurum dışı sergilerin küratörlüğünü yapmıştır.
1992 yılında Toplumbilim dergisini kurmuş ve 2011 yılına kadar bu dergiyi sürdürmüştür. 2011 yılında, Toplumbilim dergisinin yeni ismiyle şu anda devam etmekte olan Teorik Bakış dergisini kurmuştur.
Yurt içinde ve yurt dışında yazıları yayımlanmıştır ve sanat, sosyoloji ve felsefe üzerine birçok kitabı vardır.
|