Gilles Deleuze
4 Kasım 1995 yılında Deleuze’ün öldüğü gün İstanbul’daydım. Mesut Tufan Paris’ten aradı ve bana pencereden atlayarak intihar ettiği haberini verdi telefonla. O zamanlar internet pek kullanılmıyordu bugünkü gibi. İçime bir tuhaflık çökmüştü. Yakın ve düşüncesine hayran olduğum, Türkçeye bazı kavramları birlikte çevirdiğim Gilles Deleuze’ün olmadığı bir zamanı düşünememiştim. Birdenbire artık yoktu ve düşüncelerini yeni olmakta olanlar üzerine söylemeyecekti.
Hatıralarım geri gelmeye başladı: 1986-87 yıllarında onun Clichy yakınlarındaki arka sokakta evinin alt katındaki bürosunda, onunla birlikte kavramlarını düşünmekteydik. Rizom’dan Türkçeye köksap daha kolaydı; ama Fransızcada bile o yıllarda mevcut olmayan “déterritorialisation” için epeyi düşünmüştük. O, bana göçebe çadırından ve hayvanların topraktaki yerlerinden söz etmekteydi. Toprak değildi bu; ama yerdi. Toprağın veya otların olduğun yerdi. Üzerine göçebeler çadır kurmakta değiller miydi? Yani yurtlarını kuruyorlardı. Kışlaklar ve yaylalar arasında mevsimsel göçebeler aslında yer değiştirerek yerlerini hiç terk etmeyenlerdi. Göçmenlerle olan büyük fark da buradan gelmekteydi. Göçmen ve “misafir işçi” olarak adlandırılan sonra da gittikleri ülkelere yerleşen işçiler göçmendiler. Göçebeler ise “kımıldamayanlardı”. O bakımdan “göçebe düşünce” olduğu yerden kımıldamayan ama düşüncede seyahat edenlerdi.
Kavramlar için Deleuze dedim; ama daha doğrusu Félix Guattari ile birlikte önerdikleri kavramları bulmaktaydık birlikte. 1992’de tam da İstanbul’a davet ettiğim Félix kalp krizi sonucunda vefat etmişti. O Türkiye’ye İstanbul’a gelecekken gelememişti.
Gilles Deleuze
Deleuze ise Türkiye’yi görsel olarak Yılmaz Güney’in filmlerinden biliyordu. Hiç gitmemişti. Ama Güney Doğu’nun dağlarının güzelliğini bilmekteydi sinema imajlarından. Zaten büyük bir sinema dostuydu. Filmler üzerine olan felsefe kitaplarında aklından yazdığı söylenirdi sekansları filmlerin. Bir sinema hayranı iyi filmlere bakar ya, o da iyi sinemacılara ve yönetmenlere bakarak, onların imajlarını kuramsallaştırmaktaydı iki ciltlik imajlar üzerine olan kitaplarında. Hareketten zamana giden bir çizgi içinde düşüncenin savaş sonrasında aldığı zamansala dokunmaktaydı. Zaman imajları beyinle alakalı olarak ortaya konulmaktaydı.
Büyücü bir yapısı vardı. Sesi kırık ve boğuktu. Gözleri gülücüklerle dolu olduğu kadar endişeli bir bakışı, onun zekasını dışarı vuruyordu. Ara sıra yaptığı espriler onun ne kadar kuvvetli bir nükteci olduğunu vurguluyordu. Hayat bir içkinlik alanı olarak “transandantal” olarak ifade edilmişti. Bir hayat içkinlik; transandantal. Hiç Kant’a yakın bir filozof olmamasına rağmen bu kavramı kullanması son metninde manidardı. Bir hız ve yavaşlık ilişkisi içinde yazmıştı bu küçük metni, son metni.
Gilles Deleuze
Şimdi Almanya’da eskiden ise Fenerbahçe Şule sokakta oturmuş olan bir gazeteci arkadaşım aylar evvel bana Deleuze’ün ölüm tarihine rastladığını ve o gün bir yazı beklediğini bana sosyal medyadan mesaj olarak bildirmişti. Ayrıca Roma ve Paris arasında yaşayan başka bir tanıdığım Judith, Deleuze’ün ölüm gününü hatırlatıyor ve iki dikkat çekici mesaj birdenbire beni onca yıl geriye götürüyor. Otuz sene geçmiş demek! Otuz senelik bir yaşamın devamı. Bugün ise artık daha az konuşulan ama derslerinin yayınlanmaya başlamasıyla tekrar gündeme gelen filozofun önce Resim üzerine sonra da en sevdiği filozoflardan biri olan Spinoza üzerine olan dersleri artık piyasada kitapçılarda bulunmakta. Çevirileri hemen yapılacaktır diye düşünüyorum. Onun hayranlarından biri olan Alpagut da gitti başka dünyalara. Hemen bu kitapları çevirtmek üzere haklarını alırdı bu kitapların, isterse on yıl sonra çevrilsin.
Deleuze’ün intiharı stoacı bir ölümdü. Oksijen tüplerinde yaşamaktan sıkılmıştı. Çalışamamaktan bıkmıştı. Onurlu bir yaşam içinde dünyanın en nazik insanlarından biri olarak yaşadı. Dostları onu çok sevdi ve o da onları. Hayata bu hareketi gerçekleştirmek üzere doğmuştu ve muhakkak sokağa, aşağıya atlama zamanı gelmişti. Hüzünlü değil, neşeli bir hareket neşeyi yükseltmekte ve kederi arkada bırakmaktaydı. Ne olsa rahat yaşayamama ve etrafındakilere zahmet verme hayatı neşeli kılmıyordu.
4 Kasım günü büyük bir filozof öldü. Foucault’nun 1960’ların sonunda yazdığı gibi “Bir gün çağ Deleuze’cü olacaktı.” Bu çağ Orta Çağ anlamında kullanılmıştı. 21. yüzyıl değil konuşulan yüzyıllar demekti.
Ve, bu edebi olmak demek değil midir?
Ali Akay kimdir?
Ali Akay Paris'te, 1976-1990 yılları arasında Paris VIII Üniversitesi'nde Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilim okudu. 1990 yılından beri İstanbul'da, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesidir. Aynı Üniversitenin Resim Bölümü'nde 1992 yılından beri doktora derslerini sürdürmektedir.
Yurt dışında Paris, New York ve Berlin'de dersler vermiştir. Türkiye'de ve yurt dışında birçok kurumsal ve kurum dışı sergilerin küratörlüğünü yapmıştır.
1992 yılında Toplumbilim dergisini kurmuş ve 2011 yılına kadar bu dergiyi sürdürmüştür. 2011 yılında, Toplumbilim dergisinin yeni ismiyle şu anda devam etmekte olan Teorik Bakış dergisini kurmuştur.
Yurt içinde ve yurt dışında yazıları yayımlanmıştır ve sanat, sosyoloji ve felsefe üzerine birçok kitabı vardır.
|