Charles Aznavour. Bu isim Türkiye entelektüel dünyasının Fransızca okuduğu ve konuştuğu dönemlere ait olarak durmakta. 1960’lı yıllar Fransız dünyasının yılları olarak, filmler, romanlar, şarkılar Fransızcadan gelmekteydi. Bohem hayatı, Montmartre veya Montparnasse gibi. İsimler: Brel, Aznavour, Brassens. Bunlar Fransız şansonlarının dönemine ait bir dünyanın içinden geçmekteydiler (“Önce dostlar” zamanı.)
O zamanlar, Charles Aznavour’un şarkı sözlerinde ifade edildiği gibi, sanatçıların sıcak bir çorbaya karşı bir tablo verdikleri, bir kadeh için uğraştıkları zamanlardı. İstanbul’da, bir koltuk meyhanesinde yemek değil, küçük bir meze tabağının leblebiye karıştığı, şarabın ve rakının içildiği zamanlardı. İstanbul ile Paris’in Montparnasse dünyasının iç içe girdiği, Atilla İlhan’ın şiirleriyle Aragon’un romanlarının arasındaki gidip gelmeler bohem hayatının yaşandığı, dönemin havasının koklandığı, eski adreslere uğrandığında gençliklerinin tanınmayacak kadar değiştiği bir Paris ile değişime açık olan ve bugün tüm nostaljisinin yaşandığı İstanbul arasında, sokaktaki yaşamı sevenler vardı.
Edebiyat ve şiirin; resim ve heykele karıştığı, düşüncelerin dumanlı ve sisli bir kafadan geçtiği İstanbul ve Paris, Fikret Mualla’nın hayatının sertliği ile Cihat Burak’ın mizahi çizgilerinin birleştiği, Avni Arbaş’ın Picasso ile karşılaşmasının anlatısı içinde yaşanmaktaydı. Aznavour, “Hayır! hiç bir şeyi unutmadım” diye seslendiğinde, ”sevdiği kadının” sadece saç şeklinin değiştiği” bir yaşam hatırası, Baudelaire’in Paris sıkıntısıyla” karışmaktaydı. Unutulmayan sadece sesler değil, ama kitaplar ve felsefedeki “Egzistansiyalizmin Marksizm’le karıştığı” bir düşünce dünyasının sorumluluk üzerine kurulu felsefesiyle, Camus ‘nün aile değerlerini yerle bir ettiği “yabancı” gibi bir sömürge alanının içindeki cinayet aynı zamanda, Fransa’nın Cezayir sorununu beraberinde taşımaktaydı. 121’ler bildirgesi içinde, Sartre ile ona karşı çıkan Yeni Roman akımı edebiyatçıları birbirlerine omuz omuza destek vermekteydiler.
Zaman ağır geçmekteydi. İstanbul’dan Marsilya’ya gemi ile gidilmekte ve tren ile de Marsilya’dan Paris’e yolculuk edilmekteydi. Zaman yazarlarındı, sanatçılarındı. Uçaklarla gidilen bir “iş dünyası” daha bu kadar küreselleşmemişti. Türkiye “ithal ikameci” hayatını Fransızcasıyla idare etmekteydi. İngilizcenin daha hakimiyeti baş göstermemişti İstanbul sokaklarında. Hayat, yavaşçasına, ufak ufak geçmekteydi. Romantik bir dünya hakimdi ve romantizm burjuvazide de entelektüellerde de yan yana yaşamaktaydı. Romantik danslar vardı. İkili, birbirlerinin yakınında, elleri birbirlerine değen gençler, orta yaşlılar veya yaşlılar romantik bir havanın içinde aşık oluyorlar, hayatı ve özgürlüğü tadıyorlardı.
Popüler kültür çoklu bir şekilde halk Türkülerini ve Fransız şansonlarını birlikte sevmekteydi. İstanbul tenhaydı. 1968 ile başlayacak olan Ankara’da hakim olmaya çalışan “saz merakı” daha başlamamıştı. Entelektüeller Aznavour’u dinliyorlar ve seviyorlardı. Onun şarkılarını tüttürdükleri sigaranın dumanıyla hissediyorlardı. Sigara, o zamanlarda, bu kadar zararlı olarak kabul edilmiş değildi.
Aznavour; Annem (maman) şarkısını söylediğinde, kendi geldiği dünyayı, eski gitarcıları ve bohem hayatı özleyen bir havayı sürdürüyordu. Sartre ve Camus dünyasının içinden geçiyordu. Hatıraların, eski hayata ve gülümsemeye olan nostaljisi aslında değişmekte olan yaşama karşı verilmiş müzikal bir rezistans gibi işlemekteydi; çünkü “dün daha yirmi yaşındaydı, projeler havada kalmıştı, ümitler yok olmuştu, göğe bakan gözler düne bakarak zamanı nasıl harcadığını” hatırlamaktaydı. Kimi zaman birbiriyle çelişkili demeçler verdiğinde hem Türkiye’ye hiç “düşman olmadığını” vurguluyor, hem de eleştirel laflar ediyordu. Ama sözleri nasıl olursa olsun, sesi ve şarkıları unutulacak gibi değildi; çünkü Fransız entelektüel dünyasının marjinal hayatının üzerinde durmaktaydı. Döneminin havasını solumaktaydı: Barlar, gemiciler, sefaleti yaşayan fakirler ve havanın sisi içinde geçen bir atmosfer her şeyi nostaljiye bağlıyordu; çünkü 19.yüzyıl imgesi aslında hala 1950’lerin havasının içinde yaşanmaktaydı. Ara Güler’in İstanbul fotoğrafları güzel bir şekilde Aznavour’un bize şarkılarında tasvir ettiği hayatı, İstanbul sokaklarında vermekte değil miydi ? Paris ve İstanbul çok uzak olduğu kadar düşünce düzeyinde birbirlerine teslim olmakta ve birbirlerinden etkilenmekteydi. Baudelaire, Verlaine, Rimbaud derken diğer taraftan 1963 yılında gösterime giren Alain Robbe-Grillet’nin “Ölümsüz”(İmmortelle) filminde, yapımcı İstanbul seslerini, Boğazın rüzgarını ve martılarının seslerini gizemli bir şekilde duyurmakta ve göstermekteydi.
Aznavour, siyah elbiseleriyle sanki bir yası tutmaktaydı. Roma imparatoru gibi kesilmiş saçlarıyla bir Akdenizliydi. Akdeniz’in limanlarından Atlantik dünyasından geçerek, Karadeniz’e gelen Braudel’in 1950-60’lı yıllarının tarihçiliğinin dünyasını yaşatmaktaydı tıpkı Brel’in Amsterdam limanı üzerine olan şansonlarının havası gibi veya Jean Genet’nin “Brest Dalaşması” için yazdığı ve Rainer Werner Fassbinder’in de filme çektiği marjinal gemici dünyası gibi, Aznavour da bu dünyayı anmaktaydı. Tarih, sanki her an, onun yakasına yapışmıştı. Bizim entelektüel dünyamız onu hep çok sevdi. O dünya da arkalarda, gerilerde kaldı. Fransız edebiyat tarihçisi Akademili yazar Marc Fumaroli’nin bir kitabının isminden alıntılayacağım gibi: “Avrupa Fransızca Konuştuğu Vakit” . Eski bir dünya geride kalmakta... : Öyleyse Aznavour’a göre: “Bohem hiç bir şey demek değildir”.