01 Temmuz 2023

Batılılaşma mı batıl mı?

Batı diye adlandırılan; Edward Said'in "Batının Doğuyu" şekillendirdiğini iddia ettiği bir kavramdan ve bazı edebiyat ve sanatçılarından başka bir şey değildi. Batı da Doğu gibi kurulmuş bir hayali yerdi

19. yüzyıl başında Modernlik ile birlikte Osmanlı İmparatorluğu Batılı normlara doğru evirilmeyi doğru buldu. Her ne kadar o dönemde pozitivizm önemli bir düşünce akımı olsa bile ve her şey bir yerden itibaren genişlemeye ve birbirine benzemeye başlamakta olsa bile aslında modernlik bir hareket ve bir yaşamı tekno-logosa bağlama yoluydu. Nasıl oldu da birbirlerine benzemeye doğru yol alan ülkelerin toplumları hiç benzemeden başka yollara doğru döndü bugün? Siyasi rejim ve toplumsalın değişken yapısı arasındaki denklem buradan mı geçmekte? Dönemlere göre, kimi zaman bir coğrafya kimi zaman ise başka coğrafyada düşünce, bilim ve sanatlarda atılımları okuyoruz.

Uzun zamanlardan beri bu modernliğe "Batılılaşma" adı verilmekte. Fakat bu adlandırma bir yola girme üzerine odaklanmaktaydı. Bu yol ise bilimlerde ve teknolojide yapılan atılımlarla birlikte toplumsal alanın bu değerlerden faydalanmasını sağlamaktı. Daha hızlı ve daha modern bir yaşama doğru gitmek demek sanayileşmeye başlayan bir fabrika modeline doğru yol alarak, öncelikle tarım ve sanayi emeğinin arasındaki teknolojik farkı yaşamak demekti. Arkasından tarım araçlarında da teknolojinin geliştirilmesi yaşamı daha kolaylaştırmaya yaramaktaydı.

"Batılı" diye adlandırılan ise sadece coğrafi olarak "Batı Avrupa'nın yeşermekte olan düşüncesinden yararlanmayı bilen bazı mucitlerin buluşlarıyla birlikte hem düşüncenin hem de doğa ile ilişkilerin değiştirilmesi anlamına gelmekteydi. Batılılaşma sadece bir kavram olarak işlemektedir bu anlamda. Pratikte ise teknoloji ve düşüncede yapılan atılımlarla alakalı olarak kalmaktadır. Bu kimi zaman düşüncede kimi zaman ise yaşamda yerini bulmaktaydı. Gaz lambasından elektriğe geçen yaşam daha uzun zaman ışıktan fayda sağlamayı ve aydınlanmayı, ayrıca da geceden de yararlanmayı sağlamaktaydı. Bu gelişimin adı eğer Batılılaşma ise o zaman Batılılaşma isteği Osmanlı sultanlarına da sirayet etmişti. Ve Cumhuriyet Türkiye'si de aynı bu doğrultuda hareket ederek siyasi rejimi arkaik bir imparatorluk tarzından halka ait olarak adlandırıldı. Cumhuriyet kuruldu. 1923'ten bugüne yüz yıl boyunca Cumhuriyet halkın yönetimi olarak adlandırıldı. Bunun anlamı ise tek bir yöneticinin ancak seçimle bu şekilde ülkeyi yönetebileceği anlamına gelmekteydi. Bunu da aşmak üzere halkın daha egemen olması ve daha otonomi içinde yaşayabilmesi için, Parlamenter bir siyasi yapıda, halkın temsilcilerini seçmesi anlamındaydı.

Böyle olduğuna göre buna neden "Batılılaşma" adı verildi? Küçük bir azınlık dışında Osmanlı rejimine dönmeyi arzulayan bir halk gözükmemekte Türkiye Cumhuriyeti'nde. İkinci nokta ise en çok tartışılan kavramlardan biri olan laiklik. Seküler olmaya başlayan bir modernlik içindeki düşünürler ilahiyat düşüncesinden felsefeyi ayırmayı zaten Orta Çağ'dan beri denemekteydiler. Bunların bazıları Arap, bazıları Yahudi bazıları ise Latin Katolik'ti. Arap düşüncesi eski Yunan felsefesini taşıma ve yeniden canlandırmayı hedeflemişti. Tıp ve felsefe birliği olarak işleyen bu yeni tarz düşünme biçimi hem Herakleitos'a hem de Parmenides'e bağlı olarak işleyen Platon ve Aristoteles'in takipçileriydiler.

Düşüncenin Doğusu veya Batısı yoktu. Bugün de yok. Düşünce imkân bulduğu ortamlarda, özgür düşünme olanakları ortaya çıkabildiği zamanlarda ve bu düşüncelerin düşünürler arasında kamusal alanda tartışılma imkânı bulduğu zamanlarda yeşerebilmektedir. Bu imkanların olmadığı zamanlar da var. Bu dönemlerde ise ya özel düşünürler kendi aralarında kamuya açılmadan tartışabiliyorlar ya da kendileri yalnız başlarına eserlerini yayınlamadan yazıyorlar ve küçük bir gruba, dostlar sofrasına açıyorlardı. Arap düşünürler veya Yahudi ve de Hıristiyan düşünürler 17. yüzyıla kadar süren bir zaman birimi içinde yarı kamusal yarı özel bir şekilde düşüncelerini tartışma imkanlarını buldular. 

18. yüzyıl ile birlikte yeni bir imkân doğdu Batı kıta ve kara Avrupası'nda. İngiliz ve İskoç düşüncesiyle Fransız ve Alman düşüncesine İtalyan düşünürler de eklemlendiğinde Batı'nın başlattığı ve dünyayı sardığı modern bir düşünce ortaya çıktı. Bunun neticesinde ise, kraliyetin terk edilerek birçok yerde Cumhuriyetin kurulması yaşandı. Bu Batı'da ortaya çıktı; ama tüm Batı diye adlandırılan yerlerde olmadı. Bazı yerler, hatta aynı ülkelerin diğer bölgeleri bile merkezde oluşan yenilikleri izlemekle yetindi.

Batı diye adlandırılan; Edward Said'in "Batının Doğuyu" şekillendirdiğini iddia ettiği bir kavramdan ve bazı edebiyat ve sanatçılarından başka bir şey değildi. Batı da Doğu gibi kurulmuş bir hayali yerdi. Sadece güneşin doğduğu yer ile battığı yer arasındaki coğrafi ayrımı işaret etmekten başka bir şey söz konusu değildi. Bu şekilde Batılılaşma olarak adlandırılan kurgusal bir üründen başka ne olabilirdi ki? Bu tuzağa birçok düşünür düştüğü gibi bir de bunun eleştirisi yapıldı. Neticede siyasi olarak bir tavır almaktan başka bir noktayı göstermekten çok uzak bir kavram olarak Batı düşüncesi diye bir sanrı (mevhum) ortaya konuldu. Sanıldı ki, Batı diye bir düşünce yeri var. Oysa düşünürlerin doğduğu yer bile değil bazen, sadece düşüncelerini ortaya koydukları bir coğrafi bölge ortaya atıldı.

Bugün ister sanat akımlarına bakalım ister düşünceyi ortaya atan düşünür insanlara bakalım, bunların arasından yaratıcı olanlarının sayısı azdır. Ve bu isimler tarih boyunca tekno-logos'u ve düşünceyi "varlık" ve "oluş" düşüncelerinde geliştirmiş olanlardır. Platon, Aristoteles, İbn Sina, İbn Rüşd, İbn Maimun, Aziz Thomasso, Descartes, Spinoza, Leibniz, Kant, Hegel, Marx, Nietzsche, Husserl, Heidegger bu tarihin taşıyıcılarıdır. Takipçileri de 20. yüzyılda dünyanın çeşitli yerlerinde yetişmişlerdir.

O zaman değerler düşünce ve sanat, edebiyat, şiir değerleri olarak söz konusu edilmişlerdir. Düşünürler ise bazen filozoflardan, edebiyatçılardan, şairlerden ve plastik sanatçılardan geçerek ortaya çıkmışlardır ve bu anlamda hem onlarla birdir hem de onlardan ayrılmaktadırlar.

Düşünce ve sanat değerlerinin maddi veya manevi toprağı değil oluşa açılan ve havada asılı kalarak canlanan düşünceleri vardır. Bu değerler ise ancak "batıl ideolojiler" tarafından sorgulanabilir ve bu tip "protestonun" ve "sansür arzusunun" hâli ise tarihte geriye kalamayan bir çabadan öteye geçemez. Düşünceye ve sanata çağrı ise akıl ve teknolojinin dolayısıyla bunu savunan siyasetin tek kaynağı olarak durmaktadır.

Ali Akay kimdir?

Ali Akay Paris'te, 1976-1990 yılları arasında Paris VIII Üniversitesi'nde Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilim okudu. 1990 yılından beri İstanbul'da, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesidir. Aynı Üniversitenin Resim Bölümü'nde 1992 yılından beri doktora derslerini sürdürmektedir.

Yurt dışında Paris, New York ve Berlin'de dersler vermiştir. Türkiye'de ve yurt dışında birçok kurumsal ve kurum dışı sergilerin küratörlüğünü yapmıştır. 

1992 yılında Toplumbilim dergisini kurmuş ve 2011 yılına kadar bu dergiyi sürdürmüştür. 2011 yılında, Toplumbilim dergisinin yeni ismiyle şu anda devam etmekte olan Teorik Bakış dergisini kurmuştur.

Yurt içinde ve yurt dışında yazıları yayımlanmıştır ve sanat, sosyoloji ve felsefe üzerine birçok kitabı vardır. 

Yazarın Diğer Yazıları

Vietnam-Gazze

Bugün 1968 ile kıyaslamalar yapılmakta. Vietnam Savaşı’na karşı çıkan bağımsızlık ve barış yanlısı göstericiler dünyada “Amerikan Emperyalizmine” karşı tavrı belirliyordu.  Ama bugün bu durum sanki “epsitemolojik bir kopuşun" göz ardı edilmemesi gerektiğini düşündürtüyor insana.

Dostluk üzerine

Siyasi partilerin seçim sonuçlarında aldıkları seçmen oyları, mümkün olabildiği kadar, oyların eşit dağılımı üzerine kuruludur. O halde, neden hâlâ bazı düşmanlık sözleri toplumun içinde yer bulabilmekte ve hak arama imkanları kısıtlanabilmektedir?

Seçimlerde toplumsalın vektörleri

İstanbul odaklı söylemlerin içinden geçen ve Türkiye bütününde siyasilerin ve devlet aygıtlarının medya ve kamusal alandaki aktörlerin sahada boy gösterdiklerini izledi