"Geçmişi hatırlamayanlar, tarihi hataları tekrar ederler."
Georges Santayana (1863-1952)
Geçen haftalarda Hegel'in tanıma kavramı üzerine yazmıştım (Hegel'e tekrar bakış, 6 Aralık 2020). Bir bakıma karşıtların zıtlıklarının üzerinden birbirlerini tanıması (anerkennung), barışması ve uzlaşması (reconciliation) ve daha evvel Kant'daki (rasyonel ahlak üzerinden saygı duyma) anlamına gelen bu kavram ruhun hareketini ifade etmekteydi. Bunu hatırladığımızda, 1970'li yıllardan 21. yüzyılın başına kadar süren bir süreçten bahsetmek ve hatırlatmak istediğim mesele şudur: Af dileme ve bunun kabul edilmesi üzerine kurulu bir düşüncenin tezahür etmesi.
Görünen oydu ki, İkinci Dünya Savaşı en büyük barbarlığı soykırımıydı. Af edilemez, kabul edilemez olan bir olay yaşanmış ve bu Almanya'dan gelmişti. 1970 yılının son ayında, Almanya Federal Cumhuriyeti Şensölyesi Willy Brandt, Polonya'da diz çökerek özür dilemişti. Af dilemişti. Varşova Gettosunun Anıtının önünde bu eylemi gerçekleştirdiğinde siyasi olarak önemli bir olay yaşanmıştı. Bu aynı zamanda Avrupa'nın açılımlarından biri olarak Doğu Avrupa ((Demirperde) ülkelerine ilk açılımı sağlamıştı. Berlin duvarının yıkılmasından sonra, AB ile bütünleşmelerin başlamasını sağlayan belki de bu ilk adım mıydı? Bu soruyu daha uzman olan uluslararası ilişkiler tarihi uzmanlarına bırakıyorum. İkinci özür ise sanayi toplumundaki önemli bir araba fabrikasından gelmekteydi: Wolkswagen arabalarının Nazi Almanya'sı iktidarında elli beş sene sonra özür dileyerek fabrikasında zorla çalıştırılan işçilerden özür dilemekteydi: Yahudilerden. Bu özürler Almanya'dan gelmekteydi. Bir Alman genci de, 1988 yılında, Yahudi asıllı Fransız filozof Jankelevitch'den özür dilemişti. Kendisi ve nesli suçsuz olan bu Alman genci özür diliyordu Alman olarak ülkesinin iktidarının yaptıklarından, dolayısıyla bir Alman olarak Yahudilerden.
Willy Brandt
Daha sonra bu harekete başka eklenmeler oldu. Güney Afrika Cumhuriyeti'nde beyazlar ve siyahlar arasındaki ayrımcı rejim Apartheid'ı bir kenara bıraktığında özür dileme ve özrün kabulü bu ülkede gerçekleşmekteydi. Beyazlar ve siyahlar birbirlerini tanıma sürecini yaşayarak ırkçı bir rejime son vermekteydiler (aslında renkliler olarak adlandırılanlar Hintli olanlardı ve ne siyah ne de beyazdılar). Nelson Mandela yıllarca hapis yattıktan sonra ülkenin başına geçerek kendisini hem siyahların hem de beyazların haklarının savunucusu olduğunu ilan edecekti. Tutu yaptığı bir konuşmada 1987 yılında "hem beyazların hem de siyahların özgürlüğünden söz etmekteydi ve meşhur lafını sarf etmekteydi: "Gerçek ortaya çıkmadan af edilemez." İfade ettiği özgürlük için ise, aslında "siyahların değil beyazların özgürlüğünden" bahsetmekteydi. Mandela'nın iktidarında "beyazların özgürlüğü önemli olmaya başlamaktaydı". Ama niçin? Çünkü "beyazların özgür olabilmesi için siyahların özgürlüğü şarttı". Yoksa beyazlar da özgür olamayacaktı. Toplumsal bir "katarsisden" söz etmek durumundaydılar. Yeni Anayasa bu tanımayı gerçekleştirmekteydi. Metin İngilizceydi ve on bir Afrikalı kabile diline çevrilmişti. Sadece renklerin birliğinden söz edilmemekteydi; diller de tanınmıştı.
General Pinochet'nin Şili'sindeki Kiliseyi temsil eden din adamı Raul Silva Henriquez daha o dönemde "insan haklarının kutsal olduğunu" Pinochet'ye karşı telaffuz etmişti. Ondan sonra gelen başka Katolik bir din adamı Monsenyör Fransisco Javier Errazuriz 1997 yılında af dilemenin önemini kavramıştı. Pinochet'nin işlediği günahlardan arınmak gerekti. Diktatörlüğe karşı Katolik Kilise af dilemekteydi.
1993 Oslo Antlaşması'nın imza töreninde yine eller sıkılacaktı (bir anlık tereddüt olsa bile Filistin Kurtuluş Ordusu Başkanı Yasser Arafat, İsrail devlet Adamı Şimon Perez ve İsrail Başbakanı İshak Rabin 13 Eylül'de Oslo'da ellerini uzatmışlardı birbirlerine). Bugün yaşamıyorlar. Rabin Yahudi bir ultra Ortodoks tarafından kamunun önünde öldürülmüştü bu el sıkışması yüzünden. Dostluk politikaları dost ve düşmanı değil, karşılıklı tanımayı ifade etmekte. Iskalanan bu süreç bugüne kadar hâlâ sürmekte.
1998 yılında bu sefer Clinton, Güney Afrika'ya ziyaretinde, Mandela ile karşılaştıkları zaman, bir af dileme eylemini gerçekleştirmişti: 3-5 Nisan 1998'de yaptığı söylevde Amerikan Başkanı Afrikalı siyahilerden onları asırlarca köle olarak kullandıklarından dolayı ve hâlâ Amerika hapishanelerinde yatan ve sokaklarda işsiz bir şekilde dolaşan siyahilerin yaşam koşullarından dolayı özür dilemekteydi.
Bu süreci Fransız filozof Jacques Derrida uzun uzadıya incelemiştir. Önay Sözer'in davetlisi olarak İstanbul'a konferans yapmak üzere geldiğinde, 1999 yılının ilkbaharında konu gündemdeydi. Paris'te yaptığı seminerlerinde bu konu işlenmekteydi. Hegel'in tanıma kavramı Afrika'ya uzanamamıştı. Alman filozof Afrikalıların yeteri kadar tarih bilincine girmemiş olduklarını, bugün bizim için şok edici bir şekilde, düşünüyordu. Ama belki bugün böyle düşünmeyecekti yaşamış olsaydı bugünlerde.
Jacques Derrida
1999 yılının sonbaharında davetli olarak konuşma yapmaya New York'a NYU'ya çağırıldığımda, Maison Française'de konuşma yapmamdan bir gün evvel Derrida'nın da konferansı vardı. Ve birbirimizi selamlamıştık üç şehirde karşılaşanlar olarak. Öyle söylemişti Derrida, bizim tanıştığımızı düşünmeyen bu kurumun müdiresine: "Ali Akay ile Paris, İstanbul ve şimdi de New York'ta, hep karşılaşmaktayız." Derrida çok önem vermekteydi bu yeniden tanıma ilişkisinin siyasi gerçekliğine. Desmond Tutu, Mandela, Clinton ve Hegel onun dört figürüydü modern zamanlara ait olarak af dileme üzerine olan seminerlerinde. Dördünün de "Protestan" olduğuna dikkat çekmekteydi. "İman" ve" af dileme" arasında kurduğu ilişki Kutsal Kitaplara (Üçüne birden) kadar uzanmaktaydı.
2010'lu yıllarda ise, bu bakış ortadan silinmeye başladı. Dünya 1989 sonrası barışı ve uzlaşmayı özlemişti. Bir yandan 1990'lardaki uzlaşmalar diğer yandan ise özgürlüğe doğru ve kurtuluşa doğru gitmekte olduğu sanılan Doğu Bloku'nun içinden çıkan, parçalanan bir Yugoslavya ve Saraybosna ile tekrar yaslara bürünen bir Avrupa Müslüman dünyası. O günden sonra, 2001, 11 Eylül vb. derken dünyanın şirazesi başka bir yöne döndü.
Bu dönemde yaşananları hatırlamamak demek, herhalde aynı hataları tekrar işlemek anlamına gelmekte. Nasıl ki Atina'da, Felsefe diye bir bakış çıkmıştı Antik Yunan'da veya Rönesans ve Reform adında bir devir yaşamıştı, Batı Avrupa dünyası. Nasıl ki, her ne kadar bu gelişim Karşı-Reform ile başka bir yöne çekilmeye çalışılsa da, Aydınlanma bu dönemi takip etmiş ve dünyaya bir iz bırakmıştı...
Özgürlük insanın temel sorusu olarak anlaşıldı. Hem Tanrı karşısında hem de insanlar karşısında artık sonlu insanın sonsuzluğa erişmesi ve acıyla çabalanarak gerçekleştirilen emeğin sonuna gelmesi nasıl düşünceyi beslediyse çağlar boyunca (Tanrı'nın Şehri ile Aziz Augustinus), benzer bir şekilde, tarih boyunca, özgürlük de bir öz olarak sürdürüldü (Sartre). Yoksa bugün unutmayı unutmamak, ama geçmişten de benzer şekilde uzaklaşmak temel sorulardan biri gibi durmakta değil midir?