T24’te 4 Kasım 2013 tarihinde yayımlanan “CHP Türkiye’yi İngiltere Yapar mı?” başlıklı yazımda da anımsattığım gibi, 1980’lerin Britanya’sı biraz bugünün Türkiye’sini andırıyordu: Thatcherizm vahşi neo-liberalizmden ibaret bir şey değildi. Halk dilini kullanıyordu. Karşı tarafı iç düşman olmakla suçluyordu. Keynezyen “yanılsamaların” (!) kaynağını aldığı bir müesses nizama ve onun “şımarık” (!) elitlerine karşı çıkan Margaret Thatcher, bölünmüş bir ulus yaratılması pahasına devletin bu doğrultuda yeniden yapılandırılmasına soyunmuştu. Vaadi, o “şımarıklığı” geriletip geleneksel otoriteyi yeniden tesis ettikten sonra ekonomiye işlerlik kazandırmaktı. Thatcherizm’in kutuplaştırmayla artırdığı geniş kitlesel destek, Türkiye’den farklı olarak “halk” nosyonunu çok da derinden hissetmeyen İngiliz Sağı’na alışık Britanya için ilginçti. Ama Thatcherizm, otoriter popülizmi ülkenin yüzde 45-50’si için cazibeli kılmıştı bile.
İşçi Partisi, anlamlandırmadığı bir fenomen olarak Thatcherizm’i geleneksel yöntemleriyle alt edemiyordu. Bu zorluğun da katkısıyla Margaret Thatcher liderliğindeki Muhafazakar Parti Britanya’da iktidarı İşçi Partisi’ne 18 yıl vermedi ve 1997’ye kadar ülkeye hükmetti. 1990’a değin başbakanlık yapan Demir Leydi, 20. yy’da Britanya’nın en uzun süre görev yapan Başbakanı oldu.
Otoriter popülizmi deşifre eden 3 güzel solcu
2014 yılının şubat, mart ve nisan ayları içinde peş peşe yitirdiğimiz Stuart Hall, Ernesto Laclau ve Tony Benn, Britanya Solu’nun farklı yerlerinde durmakla beraber, Thatcher’ın otoriter popülizmini strateji ve taktikleriyle en iyi deşifre eden aydınlar arasında yer aldılar. İndirgemeci Marksizm ile her zaman sorunlu olmuş ama hayattan kopuk solcu teorisyenlere de aynı ölçüde mesafeli durabilmiş bu üç figür üretkenlikleri ve otoriter popülizme karşı verdikleri mücadeleyle uluslararası alanda da saygın isim yapıyorlardı.
Türkiyeli sosyal demokratlar ve sosyalistler onların siyasi serüvenlerini keşke daha yakından tanıma imkânı bulsalardı. Ancak görünen o ki, son yıllarda iyice içine kapanan memleket siyasi ikliminden payına düşeni fazlasıyla alan Türkiye solu, bazı istisnai örnekler dışında “sol tahayyül ufkunu anlık bile olsa ışıtan işaret fişeklerinden” atmıyor. Kendi insanına dünyayı hatırlatmayı bile unutuyor.
Türkiye solu keşke Hall, Laclau ve Benn’in Marksist ve post-Marksist teori ile pratiğe yaptıkları katkılardan geniş çaplı haberdar olsaydı. Keşke otoriter popülizmin belirlediği -sunî olmasa da- izole gündemlerimizden sıyrılıp günümüzü anlama ve anlamlandırmada bu üç aykırı simanın deneyimlerini de yardıma çağırabilseydi.
Hall, Laclau ve Benn, kişisel olarak tanıma şansı bulamasam da, fikir serüvenimdeki önemli evrelerimde ne dediklerine, ne yaptıklarına her zaman dönüp baktığım, saydığım isimler oldu. Bir zamanlar Tony Benn’in Başbakan, Stuart Hall’un Kültür Bakanı ve Ernesto Laclau’nun da İçişleri Bakanı olduğu bir Britanya hayal etmiştim. Bir çok şey gibi, o da olmadı. Ama onların sayesinde bugün dünyayı, barındırdığı adaletsizlikler ve umutlarla biraz daha iyi anlayabildiğimi sanıyorum.
Onlarsız bir dünya biraz daha eksik. Yine de eserleri, cesaret verici, abidevi hayatları ve Türkiye Solu için de eşsiz derslerle dolu aziz hatıraları var. Üçünün de aşağıda az da olsa değinme fırsatı bulacağım hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum.
Tony Benn (3 NİSAN 1925 – 14 MART 2014)
Britanya’daki çoğu İşçi Partiliden farklı olarak, soylu ve zengin bir aileden gelen, sendikal bir geçmişi olmadığı için geleneksel işçi sınıfı değerleriyle sonradan tanışabilen Tony Benn, kötü bir aristokrat, mükemmel bir sosyalist olunabileceğinin olabilecek en iyi örneğiydi.
İşçi Partisi’nin en saygın isimlerinden biri ve “demokratik sosyalist” eğilimli bir sol-kanat önderi olarak, toplumun ezilen kesimlerine sadece adaletsizliğe karşı öfkelerini bileyen bir motivasyon değil, kendi ömürleri içinde ulaşabilecekleri sosyalist bir Britanya umudu için de cesaret ve ilham veren müstesna bir isimdi Benn. İyi bir eğitim alıp Oxford’da okuyan Tony Benn İşçi Partisi’nden Avam Kamarası’na girdiğinde daha 25 yaşındaydı. Babasının ölümüyle miras olarak devraldığı lordluk unvanını ve Lordlar Kamarası’na terfiyi reddedebilme hakkını elde etmek için üç yıla yakın hukuk mücadelesi veren de oydu. 1960 ve 1970'li yıllarda Harold Wilson ve James Callaghan'ın başbakan olduğu İşçi Partisi iktidarlarında teknoloji, sanayi ve enerji bakanı olarak görev yapan Benn kimilerine göre Britanya’nın (Menşevik lider Aleksander) Kerenski’siydi.
Tony Benn 1976'da ve 1988’de İşçi Partisi genel başkanlığına aday olduysa da seçilememişti.
Benim onu yakından tanımam, 1984 yılında aktif destek verdiği Maden İşçileri Grevi sırasında yaptığı bir konuşmayla oldu. 1985’de bazı sol kanat mensuplarının partiden tasfiye edildiği cadı avı sırasında ve sonrasında yaptığı yerinde uyarılarla sosyalist bir partinin ne anlama geldiğini bir kez daha hatırlatıyordu.
Aktif parlamenter siyasi hayatını 51 yıl sonra, 2001 tarihinde “siyasetle daha fazla ilgilenmek için” bıraktı Benn. 2002’de“An Audience with Tony Benn” konsepti altında iki yıllık ülke turuna çıkıp iktidarda olan partisinin Ortadoğu politikasına ve Irak Savaşı’na karşı çıkan konuşmalar ve mitingler düzenlediğinde 75 yaşındaydı. Savaşı Durdurma Koalisyonu’na liderlik eden Benn, İşçi Partili Başbakan Tony Blair'in, Irak'ın işgali ile ilgili olarak parlamentoyu yanlış yönlendirdiğini ve “savaş suçu” işlediğini söyleyecek ölçüde de cüretkar bir partiliydi.
Bir teorisyen değildi belki, ama sağlam hafızalı bir pratisyen olarak Benn’in 83 yaşındayken yaptığı bir konuşmada verdiği 10 dakikalık tarih dersi bile, sadece Britanyalılar için değil bu ülkede yaşayan bizler için de neo-liberal politikaların emekçi kesimleri nasıl köleleştirilebildiğine dair sayısız dersle doludur.
Stuart Hall (3 ŞUBAT 1932 – 10 ŞUBAT 2014)
Britanya’nın önde gelen kültür kuramcılarından biri olan Stuart Hall, 1960’da yayın hayatına başlayan ve etkisi bir süre sonra Anglosakson düşün dünyasının da dışına taşan, hatta zamanla “Batılı entelektüel Sol’un amiral gemisi” olarak tanımlanan New Left Review dergisinin de kurucularından biriydi.
Aslen Jamaikalı olan bu sosyoloji profesörü, Richard Hogart’ın davetiyle 1964 yılında geldiği Birmingham Üniversitesi’nde kısa zamanda disiplinlerarası çalışmalar yapan Çağdaş Kültürel Araştırmalar Merkezi’nin önde gelen simalarında biri olmuştu. Literatüre “Birmingham School of Cultural Studies” olarak geçen ekolün kurucularından biri olan Hall, kültürel çalışmalar alanında özcülüğe, indirgemeciliğe karşı bir bakışla çok sayıda eser üretti.
Terry Eagleton, “Figures of Dissent” isimli kitabında, “Britanya entelektüel soluna dair bir roman yazmaya kalkışacak biri, çeşitli eğilim ve evreleri birbirine bağlayan temsili bir hayalî kahraman kurgulamaya kalksa, Stuart Hall’u yeniden yaratmış olduğunu görürdü,” diyordu.
Eagleton haksız olmayabilir. Ama bilimin hinterlandında bir uçtan öbür uca epeyce dolanan Hall’ün eserleriyle yolum ilk kez kesiştiğinde, kendimi bir romanda değil, yeryüzünde, ayakları daha yere basmış biri gibi hissettiğimi anımsıyorum. Çağdaş Kültürel Araştırmalar Merkezi’nin yayımladığı “On Ideology” (İdeoloji Üzerine) başlıklı çalışmayı yayım tarihi olan 1977’den 7 yıl sonra bir kitapçıda tesadüfen görmüştüm. On Ideology, genel bir kültür teorisi olarak yapısalcılığın hem Marksist hem de non-Marksist türevleriyle irdelendiği 250-300 sayfalık, enfes bir kitaptı.
Kitapta Hall’un biri ideoloji ve “bilgi sosyolojisi” üzerine diğeri de “siyaset ve ideoloji” dolayımında Antonio Gramsci üzerine kaleme aldığı iki makalesi vardı. Louis Althusser’in ideoloji teorisinin de uzun boylu tartışıldığı bu kitap o tarihlerde çölde günlerce susuz kaldıktan sonra bir çeşme başına gelmiş bir seyyahın ağzını dayadığı bir musluk gibiydi.
Stuart Hall, Thatcher’in otoriter popülizmini deşifre eden makaleleriyle İngiltere’nin yeni dönemine ışık tuttu. Hem Thatcher dönemini hem de Thatcher’ın “en büyük başarım” dediği Tony Blair önderliğindeki Yeni İşçi Partisi’ni anlamada ve sosyalizmin çağırıcı vaadini hatırlatmada Stuart Hall bugün her zamankinden daha önemli.
Hall, belki Terry Eagleton’ın ileri sürdüğü gibi, “daldan dala atladığı eğilimlerin biçimlendirilmesine de yardımcı oldu”. Belki “hiç bir konunun ucunu bağlamamasıyla” da öne çıktı. Belki geleneksel sosyalizmden cesur bir kopuş anlamına gelecek bir konumlanma içinde de olmadı. Ama her zaman sıcak ve samimi bir politik aktivist olarak ne dediğine, ne yazdığına bakılan, önemli bir solcu oldu.
Ernesto Laclau (6 EKİM 1935- 13 NİSAN 2014)
Buenos Aires’te tarih okuduktan sonra Britanya’ya gelerek 1977’de Essex Üniversitesi’nde doktorasını tamamlayan Ernesto Laclau, 1986’dan itibaren bu üniversitede siyaset bilimi profesörü olarak dersler verdi, araştırmalar yaptı.
İlk çalışmalarında Althusserci Marksizm’den etkilenen Laclau, 1970’lerde Neo-Marksist çevrelerde sık tartışılan, devletin görece özerk rolü, politik düzeyin ekonomik düzey tarafından üst-belirlenmesi, ideolojik devlet aygıtları vb. konular üzerine odaklanmıştı. “Marksist Teoride Politika ve İdeoloji” (1977 – çeviri: Belge Yayınları) başlığını taşıyan kitabı bu tartışmalara yer veriyordu.
Malum, Sovyetler Birliği’nin 1956 Macaristan ve 1968 Çekoslovakya işgalleri sonrasında Ortodoks Sol’dan kopan çok sayıda entelektüel, o tarihlerde insan davranışlarını sınıf indirgemeci bir bakışın ve determinist tarih anlayışının dışına taşarak anlama çabasına koyulmuştu. Bireyin küçük yaşlardan itibaren bir özne olarak nasıl inşa edildiğini ve ideolojilerin dilde nasıl yapılandığını incelemek isteyen Marksist düşünürler bu amaçla psikanalizden, dilbilimden, semiyotikten yararlanıyorlardı. Yapısalcı Marksizm bu uğraşa katkı veren bereketli mecralar açıyordu önümüze. Kopernik astronomi dünyasında nasıl bir devrim yaratmışsa, yapısalcılık ve yapısalcı yöntem de genel bir kültür teorisi olarak o yıllarda benzer bir devrime yol açmıştı. (Ancak Laclau’nun önemli eserleri, Tuncay Birkan’ın da o tarihlerde belirttiği gibi, Türkiye’de susarak geçiştirilmişti.)
Essex Ekolü’nün de kurucusu kabul edilen Laclau’nun en önemli kitabı, hayat arkadaşı Chantal Mouffe ile birlikte kaleme aldığı “Hegemonya ve Sosyalist Strateji” (1985 – çeviri Birikim Yayınları) oldu. Laclau, belirli toplumsal sınıf ve kategorilere politik imtiyazlar atfeden Ortodoks sosyalizmin söyleminden farklı olarak, değişik antagonizmaların bulunduğu toplumda eşdeğer hareketlerin birlikte yer aldığı bir radikal demokrasi anlayışına dayanıyordu. Sınıf indirgemeciliğine düşmeden, çoğulluğu kurucu ilke edinmemiz gerektiğini vurgulayan Laclau, Antonio Gramsci’den devraldığı hegemonya kavramıyla sosyalist siyasetin tıkandığı noktaları aşma çabası içinde oldu. Radikal demokrasi iddiasındaki çeşitli toplumsal tabakalar farklı beklenti ve talepleri dikkate alacak hegemonik bir blok oluşturmak üzere bir ittifak stratejisi belirlemek zorundaydılar.
Ahmet İnsel, Radikal gazetesinde “Laclau, Popülizm ve Erdoğan” başlıklı yazısında, bu Britanyalı siyaset kuramcısıyla 2013 Şubatı’nda Londra’daki evinde bir akşam yemeğinde görüştüğünü belirttikten sonra, şu önemli notları ve yorumunu düşüyordu:
“Laclau, AKP’nin tam da böyle bir hegemonya kurduğuna inandığını aktarıp, solun karşı hegemonya oluşturma konusundaki Türkiye’ye özgü zaaflarını uzun uzun sordu. Aynı zamanda Tayyip Erdoğan’ın “biz ve onlar” kutuplaşması üzerinden kurduğu siyasal söylem üstünlüğünün, dinsel kimlik gibi özcü bir temele oturmasının siyaseti demokrasi rayından çıkarma ihtimali üzerinde durdu. Türkiye solu, on yıllar boyunca Kemalist ideolojinin başka bir özcü “biz” imgesinin peşinden giderek, onu büyük ölçüde özümseyerek, bugün kendini çoğunluğun “onlar” olarak tanımladığı grup içine hapsetti. Solun artık bundan kendini kurtarması sadece kendi çabalarına bağlı olmayacak. AKP hegemonyasının beslendiği özcü mağduriyet kimliğinin dönüşmesi ve kendi içinde farklılaşması ve çatışmasıyla solun bu “onlar” imgesinden sıyrılması mümkün olacak.”
Evet Laclau, İnsel ile bunları konuştuğunda, ne Gezi Direnişi patlak vermişti ne de AKP-Gülen Cemaati çatışması gün yüzüne çıkmıştı. İşçi sınıfının blok halinde sol partilere, burjuva kesiminin de topluca sağ partilere oy attığı bir ülkede yaşıyor olsaydık, belki Arjantin asıllı Britanyalı bu merhum siyaset kuramcısının uyarılarına ihtiyaç duymayacaktık. Oysa öyle değil. Ve Thatcher’ın başarısı gibi Tayyip Erdoğan’ın başarısı da, toplumda sürekli değişen yeni antagonizmaları ve politik özneleri gözleyen ve uzun soluklu hegemonik blok oluşturanların kimler olduğunu gayet iyi gösteriyor.
twitter: @akdoganozkan