05 Ekim 2015

Suriye’de 2011’den bu yana aslında ne oldu, yarın ne olacak ?- I

Suriye’deki iç savaşta yeni bir evreye girildi

Rus uçaklarının Idlib’in güneyindeki isyancıları bombalamaya başlamasıyla birlikte Suriye’deki iç savaşta yeni bir evreye girildi. Ancak hangi evreye girmiş olduk, onu anlayabilmek için öncelikle bu savaşın Türk basınında pek aktarılmayan, dile getirilmeyen iktisadi arka planına ışık tutmaya ihtiyaç var.

2008 yılında ABD’nin önde gelen stratejik düşünce ve araştırma kuruluşlarından RAND Corporation Amerikan ordusu için önemli bir rapor hazırladı.

RAND’ın “Unfolding the Future of the Long War” başlığını taşıyan bu raporunda, Suriye gibi ülkelerin nüfusları arttıkça, kuraklık, iklim değişikliği gibi faktörlerin de etkisiyle su kıtlığının büyüyeceği ve bunun da yakın bir zamanda bu ülkeler içinde ihtilaflar çıkarma riskini büyüttüğü yazılıydı.

Ne zaman? Kuraklığın vurduğu Suriye’de dizel yakıt sübvansiyonunun kaldırılmasına ve kaynakların kötü idaresine karşı halkın protesto amaçlı olarak sokaklara dökülmesinden 3 yıl önce... Arap Baharı’ndan da 2 yıl önce...

ABD’nin bu öngörü ekseninde taşıdığı stratejik kaygılar İran’ın bölgedeki nüfuz artışının yarattığı endişelerle birleşince, Ortadoğu’da hararetin içten içe yükselmesi sanki kaçınılmaz oluyordu. Fransa Dışişleri Bakanı Roland Dumas’nın, Fransız Meclisi’nin televizyon kanalı LCP’ye 2013’te verdiği bir demeç, bu hararetin nasıl artırıldığına dair de ilginç bilgiler içeryordu. Dumas, Suriye’deki iç savaş başlamadan iki yıl önce İngiltere’ye gittiğini ve burada İngilizlerin Suriye’de bir takım operasyonlar planlamaya daha 2009 yılında başladığını öğrendiğini iddia ediyordu.

Avrupa’nın Suriye’ye yönelik bu pek de dostça olmayan tavrının arkasında Şam yönetiminin müttefik seçiminin yattığı belliydi! Zira, Beşar Esad yönetimi Avrupa’nın doğal gaz tedarikinde müttefiki Rusya’yı bypass edecek teklifleri kabul etmiyordu.

Suriye son olarak Katar’ın kuzeyindeki off-shore doğal gaz sahasından başlayacak ve Suudi Arabistan – Ürdün –Suriye ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya doğalgaz sağlayacak bir boru hattı projesi teklifini reddetmişti.

Avrupa ve ABD’nin bu enerji oyunundaki asıl hedefi, Brezilyalı gazeteci Pepe Escobar’ın bir kitabında “Pipelineistan” (Boruhattistan) olarak adlandırdığı saha içinde epeyce etkin bir konuma gelmiş olan ve Avrupa’nın en büyük doğal gaz tedarikçisi olan Rusya’nın etkililiğini azaltmaktı.

Evet, Suriye’nin Katar doğalgazı ile ilgili teklifi kabul etmemesinin ardında Ortadoğu’daki en büyük müttefikinin Rusya olması bir nedendi. Bir yıl sonra, yani 2010 yılında nedenler listesine bir tane daha eklendiğini gördük. Suriye 10 milyar dolarlık bir doğalgaz boru hattı anlaşması için İran ve Irak ile görüşmeler yapıyor ve bu amaçla bir mutabakat zaptı imzalamaya çalışıyordu. Söylenenlere bakılırsa hattın 2016’ya kadar inşa edilmesi planlanıyordu. İran’ın Güney Pars havzasından başlayacak olan bu boru hattı, doğalgazı Irak, Suriye –ve bir Lübnan kolu- üzerinden Akdeniz’e, oradan da Avrupa’ya ulaştıracaktı.

İran’ın güneyinde bulunan bu doğalgaz sahası İran ile Katar arasında paylaşılan “off-shore” bir alandı. Uluslararası Enerji Ajansı’nın (IEA) rakamlarına göre, burada İran için 14 trilyon m³’lük bir kapasite vardı ve bu da İran’ın doğal gaz rezervlerinin yaklaşık olarak % 40’ı anlamına geliyordu.

Suriye’nin yaptığı bu anlaşma Katar için olduğu kadar Türkiye için de “kötü haber” anlamına geliyordu.

Ama görünen köy de kılavuz istemezdi. Suriye, İran gibi dünyanın ikinci büyük doğalgaz rezervlerine sahip bir müttefike, Şii yönetime sahip bir komşuya (Irak) ve de Akdeniz kıyısında bir Rus askeri üssüne (Tartus) sahipken, elindeki stratejik üstünlüğü başkalarına kaptırmasına yol açabilecek bir boru hattı projesine neden evet desindi?

Zate Şam yönetimi tüm bu çabaları sırasında, Akdeniz, Hazar Denizi, Karadeniz ve İran Körfezi’ni bir enerji şebekesi şeklinde birbirine bağlayacak ve kendisini ekonomik geri kalmışlıktan kurtararak bölgesel bir lider konumuna taşıyacak “Dört Deniz Stratejisi” adını taşıyan bir vizyon geliştirmişti.

Bu vizyonda dünyanın Rusya ile İran Körfezi dışındaki en büyük petrol ve doğalgaz havzası olan Hazar havzasının da özel bir önem vardı. Suriye’nin bu vizyonu, Çin’in enerji ve hammadde arayışları kapsamında enerji ihtiyacını Ortadoğu cangılına girmeden Hazar havzasından karşılama vizyonuyla da örtüşüyordu.

Kısacası Suriye, temelleri Rusya ile Çin tarafından bir Avrasya projesi olarak atılmakta olan Boruhattistan’ın -süper ligindeki olmasa da- ikinci ligindeki en önemli oyuncularından biri olarak sivrilmek üzereydi. Katar, Suudi Arabistan, Ürdün ve Türkiye’yi dolanacak ve Akdeniz’e başka bir ülke üzerinden çıkış verecek boru hattı planlarının küçük bir oyuncusu olmanın kendisi için bir stratejik önemi yoktu.

Bu, Doğu ile Batı arasındaki enerji koridorlarının kavşak noktasında yer aldığını düşünen Türkiye için bir diğer kötü haberdi. Avrupa’nın Rusya’ya bağımlılığını azaltmak için AB ve ABD tarafından geliştirilen ve 2009’da imzalanan Nabucco boru hattından umduğunu bulamayan Türkiye yeni arayışlardan bir türlü sonuç alamıyordu.

Ancak “kötü haberler” bununla da sınırlı kalmadı. Türkiye ile İran arasında Güney Pars doğalgaz sahasında Kasım 2008'den beri sürdürülen ortak üretim çalışmaları da 2010 yılında sona eriverdi. Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı'nın, Güney Pars sahasında doğalgaz çıkarmak için İran ile yürüttüğü müzakereler mutabakat sağlanamadan bitmişti. Bir gün enerji bakanımız "Güney Pars Sahası projesi bitti" deyiverdi. Türkiye ile İran arasında 1 milyar Avroluk doğalgaz boru hattı anlaşması imzalandığına ilişkin haberler de bu demeçlerle birlikte yalanlandı.

Aslında 1979’dan bu yana Batı’nın ağır yaptırımlarıyla karşı karşıya olan İran’a bu işlerde hızlı sonuç almak istiyorsa doğalgazını Irak ve Suriye yerine Türkiye üzerinden Avrupa’ya iletmesi falan söylenmişti. Ama anlaşılan o ki, İran bu yöndeki telkinlere kulak asmamıştı. Dünya Washington’un dünyaya hakim olduğu 2003 yılının dünyası değildi.

Avrupa ABD ve Türkiye için “kötü haberlerin” sonu gelmiyordu. İran 2011 yılı temmuz ayında Suriye ve Irak ile doğal gaz boru hattı ve sevkiyat anlaşmasını imzaladığını duyurdu. Söz konusu hat, Avrupa’ya Nabucco ile ilan edilenden yüzde 30 daha fazla gaz taşıyacaktı.

Bu, Suriye için bölgesel liderliğe doğru gidecek önemli bir dönemin kapısını aralayacak bir anlaşma olabilirdi.

Tabii dünyanın Ortadoğu denen köşesinde “Dört Deniz Stratejisi” falan gibi bir vizyonunuz varsa, başınıza her şeyin gelebileceğini de bilmeliydiniz. Burası “dünyayı vuracak bir süpertopa” sahip olduğunuz şeklinde bir yalanın kolayca üretilip istihbarat örgütlerince servis edildiği ve bu yalanı temel alarak bir memleketin (Irak) yerle bir edildiği, 1 milyon insanının da ölüme gönderildiği bir dünyaydı.

Gerçi bugünkü belaları başımıza saran da o 1 milyon Iraklının öldürüldüğü savaştı. Bu şekilde ülkenin Sünni yönetimi iktidardan uzaklaştırılmıştı ama, bu kez de İran’ın nüfuzunu güçlendiren Şii bir Irak yaratılmıştı. O Irak ta şimdi gidip İran’ı Suriye üzerinden Akdeniz’e bağlayan bir köprü görevi görüyordu. Bravo’ydu! Ama olsundu! Ortadoğu’da “uzun vadeli” plan demek en çok dört yıllık demekti. Sekiz yıl sonra çıkacak bir faturanın icabına zamanı gelince bakılabilirdi.

Bilinen tek bir şey vardı: Bu alemde öyle “Dört Deniz Stratejisi” falan kolay değildi!

Yedirtmezlerdi adama.

Yedirtmediler de!

Suriye yönetimi “Dört Deniz Stratejisi”ni ortaya koyduktan 2 ay sonra, yani 2011 yılında ülke karıştı. “Kardeşim Esad” gitti, “diktatör Esed” geldi. Onlarca devletin ateşine odun taşıdığı bir iç savaş kopuverdi. Hepsi silah peşinde koşan cihatçı örgütler peydahlandı.

Bir süre sonra fotoğraf netlik kazandı. Askeri hareketlilikler bize gösteriyordu ki, Suriye yönetimine muhalif grupların bir hedefi de, Akdeniz’e İran-Irak-Suriye üzerinden Şii eksenli bir boru hattı çekilmesinin önüne geçecek de facto bir harita yaratmaktı.

2012 yılı temmuzunda Suriye-İran ve Irak arasında oluşturulacak boru hattına dair mutabakat zaptı imzalanırken ülkedeki iç savaş da Şam ve Halep’in kapılarına dayanıyordu.

Derken 2013 yılı temmuz ayında Suriye başkenti Şam’ın Guta bölgesinde kimin tarafından yapıldığı anlaşılamayan bir kimyasal silah saldırısı gerçekleşti. Saldırıda çoğu çocuk ve kadın bin 300'ü aşkın kişi hayatını kaybetmişti. Türkiye, Suudi Arabistan, Katar ve ABD’ye göre, olayın faili Suriye ordusu idi. Hemen bölgeye olayda Esad yönetimi tarafından kimyasal silah kullanıldığı iddialarını araştırmakla görevli bir BM heyeti gönderildi. Suriye’ye olası bir uluslararası müdahale bu heyetin raporuna bağlı olacak gibi görünüyordu.

Heyetin başında bulunan İsveçli bilim adamı Ake Sellström incelemelerini yaptı ve 16 Eylül 2013’te raporunu tamamladı. Rapor kimyasal saldırıyı kimin yaptığına dair herhangi bir bulgu içermemekle beraber, Sellström isyancıların delilleri manipüle etme çabası içinde olduğunu ima eden gözlemlerini açıkça belirtmişti. Olaydan bir yıl sonra da ünlü araştırmacı Seymour Hersh, bir istihbarat görevlisine dayanarak, saldırıda kullanılan sarin gazının Suriye ordusunun elindeki örneklerle uyuşmadığını açıklayacaktı. Bu, olayın ABD’yi savaşın içine çekmek için yapıldığı şeklinde iddialara güç verir nitelikteydi.

Ama Türkiye’nin de katkısıyla Körfez müttefiklerinin büyük bir bölümü “Esed katliam yaptı” haberini çoktan satın almış, isyancılara silah yardım ve sevkiyatı yapmaya başlamıştı bile. Kanı durdurmak için artık çok geçti.

Artık cihatçı örgütlerin ve savaşçıların başrolde olduğu bir savaş izlemeye başlıyorduk. Bu arada Türkiye’nin güney sınırı da kaynıyordu. Kürtler, Hıristiyanlar, Ezidiler ve Aleviler Suriye’nin kuzeyindeki topraklardan sökülüp atılıyor, yerlerine akaryakıt kaçakçılığıyla kendisini finanse eden ve Batı’dan silah ve askeri eğitim alan cihatçı unsurlar geliyordu.

Yedirtmezlerdi adama.

Yedirtmediler de.

Yüzlerine gözlerine bulaştırana kadar yedirtmediler de!

Derken cihatçı gruplar “kontrolden” çıkıverdi ve Kürt avına başladı. Daha sonra Kürtler, Rojava’daki destansı direnişleriyle tarih sahnesine çıkıp gidişatı tersine çevirdi. En son olarak da Ruslar geldi! Suriye hükümetinin daveti üzerine!

Bu, Ankara yönetiminin dış politikasının iflasını gösteren son ve vurucu gelişmeydi. Şam Emeviye Cami’nde öğle namazı kılmak amacıyla girişilen cüretkar bir serüven Moskova’da restorasyonu tamamlanan Moskova Merkez Camii’nin Putin ile birlikte yapılan açılışında edilen şu sözlerle nihayete ermiş gibi görünüyordu: “Geçiş sürecinde belki Esed ile gidilme gibi bir şey olabilir.

RAND Corporation tarafından 2008’de Amerikan ordusu için hazırlanan “Unfolding the Future of the Long War” başlığını taşıyan raporda şöyle bir cümle vardır:

“Ortadoğu’da olup bitenlerin –ister iyi, ister kötü, ister ikisinin arasında bir şey olsun- çoğunu petrol satışları finanse etmeyi sürdürecektir.”

Rapordaki bu öngörü cümlesine, aradan geçen onca zamandan sonra küçük bir ilave yapmak ve ifadeyi Ortadoğu’da olup bitenlerin çoğunu petrol satışları ve doğal gaz boru hatları finanse etmeyi sürdürecek şeklinde değiştirmek yerinde olur sanırım.

Suriye’de olup bitenleri bu perspektiften görüp anlamayı önümüzdeki yazıda sürdürelim.

(Devam Edecek_-AÖ)

twitter: @akdoganozkan

Yazarın Diğer Yazıları

ABD’nin savaşı kimle olacak?

Geçen hafta yeni Başkan Trump’ın ne olmadığını açıklamaya çalışmıştık. Bu hafta “yeni” ABD’nin 20 Ocak 2025’ten itibaren asıl savaşının kiminle olacağını öngörmeye çalışalım.

“Masum” liberallerin gözyaşları ve pragmatik plütokrat

Orta Doğu’nun ateşe verilebileceği, büyük bir bölgesel savaşın kapısının aralanabileceği çok kritik bir dönemeçte iken İran ile zamanında yapılmış anlaşmadan ABD’nin imzasını çekmiş, Avrupa’yı güvenlik mimarisinden uzaklaştırmış bir lider Beyaz Saray’a geliyor. Bu ateşin sönümlenmesi hiç de kolay görünmüyor. Umalım ki dünya 2025’te kürekleri biraz daha barış istikametinde çeksin!

Muhammed’in 117 cenazesi, ABD’nin B52’leri var

Gazze’de 118 kişilik bir sülalenin ayakta kalan tek üyesi Muhabbed Nebil, İsrail bombardımanlarında hayatını kaybeden 117 akrabasını aynı gün enkaz altından çıkarıp toprağa vermenin acısını yaşarken ABD’nin B52 stratejik bombardıman uçakları da İsrail’e destek için bölgeye geldi

"
"