19 Ekim 2015

Suriye’de 2011 yılından bu yana aslında ne oldu? –3

Rusya'nın Ortadoğu'ya inmesinin 10 sebebi

[Geçen haftalarda Suriye İç Savaşı’nın arka planına hem iktisadi hem de politik bir perspektiften bakmaya çalışmıştım. Niyetim artık savaşın Türkiye açısından etki ve sonuçlarını konuşmak. Ama ondan önce Ortadoğu’nun Rusya’nın gelişiyle birlikte nasıl bir görünüme bürünmekte olduğuna biraz daha detaylı eğilmekte fayda var.]

Ortadoğu’da bugün olup bitenler, o hay huy içinde bize dünyanın yeni ekonomik merkezinin Avrasya olarak şekillenmekte olduğu gerçeğini unutturabilir. O yüzden önce şunları hatırlayalım:

Çin’in özellikle odaklandığı yüksek hızlı kıtasal demiryolu şebekesi (yeni Demir İpek Yolu) yakın bir tarihte Asya ve Avrupa’daki 40 ülkeyi ve dünya nüfusunun yüzde 75’ini birbirine bağlayacak. Ana güzergâhtaki trenler en az 320 km/saat hıza sahip olacak. Bu sayede Berlin’den Şangay’a artık 15 günde değil 2 günde gidilecek. Ve bu hat antik İpek Yolu’nu ve Anadolu’yu takip etmiyor olacak. Yeni İpek Yolu Avrupa’ya Hazar Denizi ve Karadeniz’in kuzeyinden bağlanacak. Biz Asya’yı Avrupa’ya Boğaz Köprülerinin bağladığını zannedip duralım, görünen o ki bu bağlantı Çin’in büyük katkısıyla artık Rusya üzerinden gerçekleşecek.

Ortadoğu haritasının yaklaşık 100 yıl sonra bir kez daha değişeceğinin kesinleşmiş gibi göründüğü şu günlerde Suriye’ye işte bu Rusya’nın geldiğini unutmamamız gerekiyor. Çünkü ancak böyle bakarsak bu ülkenin St. Petersburg’dan Vladivostok’a kadarki pazarlarını bir gün bu hat üzerinden kendisine açacağı umuduyla ağzı sulanan Batı ülkelerinin Moskova yönetimine hangi perspektiften baktığını daha iyi kavrayabiliriz. (“Co-opetition” dünyasına hoş geldiniz.)

Ve ancak o zaman Rusların gelişlerini Ortadoğu’da yeni bir harita belirlemek doğrultusunda Batı ile Moskova arasında varılmış –bir anlaşmanın değilse bile- bir ön mutabakat ya da çerçevenin ilk habercisi sayabiliriz.

O yüzden anlamamız gereken ilk şey şu: Dört yıllık diplomatik çabalarının ardından Moskova bu coğrafyaya Avrupa’ya ve Amerika’ya rağmen gelmedi. ABD ve AB’nin örtük de olsa desteğiyle geldi. Ama tabii Moskova’nın Ortadoğu’ya inmesinin çok sayıda sebebi var. Şimdi onlara bakalım.

 

Rusya geldi, çünkü...

 

BİR: Rusya, ABD ve Avrupa ile birlikte Esad güçlerinin IŞİD’e karşı direncinin kırıldığını, iyice zayıfladığını gördü. Şam yönetiminin düşmesinin kendileri için öngörülemez sonuçları olacağını anladıkları için de buna engel olmak istediler. İleride o haritaya son şeklini verecekleri olası bir Cenevre Konferansı öncesinde rejimi güçlendirmek istediler.

İKİ: Ruslar ilk aşamada Lazkiye –Kuneytra - Humus – Hama –İdlip ve Halep ile çevrili bölgede yeniden bir devlet otoritesi tesis edilmesini sağlamak isteyebilir.

ÜÇ: Sınırlarında beklemedikleri bir anda on binlerce mülteciyle karşı karşıya kalan ve Halep ya da Rakka düşerse yeni bir göç dalgasının kendilerini bir kez daha vurabileceğini, bunun da ulusal güvenlik risklerini artıracağını düşünen Avrupa’nın bölgede Rusya gibi oyun kurabilecek bir aktörün müdahalesine ihtiyacı vardı.

DÖRT: IŞİD ABD’nin engellemelerine rağmen Bağdat’ın batısındaki Ramadi’yi ele geçirerek Irak merkezi yönetiminin Suriye ile bağlantısını koparınca Rusya ve İran için kuzeydeki hat (Irak Kürdistanı) daha fazla önem kazanmıştı. ABD’nin oyun kurucu gücünü yitirdiği koşullar altında bu hattın IŞİD’e karşı mücadeleye daha fazla katkı verebilmesi için Rusya’nın sahaya inmesi gerekiyordu.

BEŞ: Rusya muhtemelen Şam yönetiminin Kürtler ile anlaşmasının ve savaş sonrasında ülkede federal bir yönetim sistemi kurulmasının altyapısını da hazırlamak niyetinde. Bunun için önce Suriye’nin kuzey sınırını rejim muhalifi cihatçı unsurlardan temizleyecektir. YPG’li Kürt güçlerinin Araplarla birlikte çok yakın bir tarihte -ABD’nin de katkısıyla- teşekkül ettirdiği Suriye Demokratik Güçleri (SDF) adlı koalisyon Suriye’de yakın bir vakitte Özgür Suriye Ordusu’ndan (ÖSO) daha etkili olduğunu gösterebilir. Bu çerçevede Rusların da çok gecikmeden Kürtlerle bir ittifakı hayata geçireceğini söyleyebiliriz.

ALTI: ABD ve Avrupalı müttefikleri, Rusya’nın bölgedeki askeri varlığının aynı zamanda İran’ın artan önemini de dengeleyeceğini düşünmüş olmalılar. ABD’nin Irak’tan çekildiği 2011 Aralık ayından bu yana İran’ın bu coğrafyadaki önem ve nüfuzu sürekli yükselişteydi. Rusların gelmesiyle bu önemin nispeten azalacağını hesaplamış olmalılar.

YEDİ: Suriye’de çok sayıda Çeçen ve Dağıstanlı cihatçı da var. Rusya’nın ulusal güvenliği için tehdit anlamına gelen bu cihatçı unsurları etkisiz hale getirmek, yarın öbür gün Moskova metrosunda bir canlı bomba patlatma ihtimalini mümkün olduğunca azaltmak için de Suriye’ye gelmesi gerekiyordu.

SEKİZ: Libya krizine zamanında dahil olmayarak hata yaptığını ve Kuzey Afrika’daki kontrolün bu şekilde elinin altından kayıp gittiğini düşünen Moskova yönetimi belli ki Suriye’de aynı hatayı tekrarlamak istemedi. Sahneye şu aşamada girmesi Rusya’nın Doğu Akdeniz’de daha kalıcı olmanın altyapısını oluşturmaya da hizmet edecektir.

DOKUZ: Ukrayna ve Kırım krizi sonrasında Batı’nın yaptırımlarıyla karşılaşan, bir yandan da petrol fiyatlarındaki düşüş nedeniyle bütçesini denkleştirmede sıkıntıya düşen Rusya, Batı ile Suriye ve Irak topraklarında –belirli bir noktaya kadar- ortak çıkarlar doğrultusunda hareket ederse bu yaptırımların hafifletilebileceğini de hesaplamış (hatta belki bu doğrultuda bir güvence almış da) olabilir.

ON: Cihatçı güçlerin Türkiye’ye geçişlerde kullandığı Halep Yolu’nun Kürtler tarafından yarın öbür gün kesilmesi halinde Ankara yönetiminin savaşa girmeye kalkışabileceğini de düşünmüş olabilir Rusya. Ankara’yı geriletmeye çalışması ve varsa Ankara’nın bu tip heveslerine gem vuracak pozisyonlar alması bunun göstergesi sanki. Dikkat ederseniz, Ruslar öncelikle Türkiye’nin 2012’de yürürlüğe koyduğu angajman kurallarını geçersiz kılmak, ona kendi kurallarını dayatmak istediler. (Malum, Türkiye 2012 yılında angajman kurallarını değiştirerek hava sahası kontrolünü Suriye içinde 13 mile kadar genişletmişti. Kendisine bu mesafeden daha fazla yaklaşan her hangi bir uçağa uyarı gönderiyor, eğer bu mesafe 5 mile düşerse hava savunma sistemlerini devreye sokarak pilotlarına bu uçağı düşürme yetkisi veriyordu.) Ruslar kendi kurallarını dayatmada şu ana kadar başarısız da görünmüyorlar. Bunu Amerikalılar yapsa farklı sıkıntılar doğabilirdi. Ama Ruslar yapınca günah da müttefiklerimize yazılmamış oluyor. Ayrıca Türkiye-Rusya ilişkilerinin son yıllarda fazla gelişmiş olduğunu düşünen Batılılar için de “çok güzel hareketler bunlar.”

 

İran ile yapılan nükleer anlaşmanın anlamı

 

Rusya bağlamında konu biraz daha net görünüyor belki ama, ABD-İran mücadelesi bağlamında bir soru bir çok kişinin aklını kurcalamayı sürdürüyor. Soru şu: Washington’un Suriye’deki varlığının temel nedenlerinden biri “düşman” olarak gördüğü İran’ı politik ve iktisadi boyutlarıyla yalnızlaştırmak ise, o halde niye gidip yıllardır ekonomik yaptırımlar uygulayarak boğazına çöktüğü bu ülkeyi şu savaşın ortasında rahatlatacak ve zafer duygusu yaşamasına yol açacak bir adım attı? Neden yaptırımların kalkmasına hizmet edecek bir nükleer anlaşmaya imza attı ABD?

Gerçekten de P5+1 ülkelerinin İran ile yaptığı nükleer anlaşma ABD’nin fonda hep İran ile savaştığı tezini çürütüyormuş gibi görünebilir. Ancak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi olan ABD, Britanya, Çin, Fransa ve Rusya’nın Almanya ile birlikte İran ile imzaladıkları anlaşma aslında ABD’nin İran ile mücadelesinde yeni ve daha etkin bir konumlanmayı simgeliyor.

Bu nasıl oluyor, şimdi ona bakalım.

Bir kere İran ile varılan ve bu ülkenin uranyum zenginleştirme kapasitesini üçte iki oranında azaltmasını öngören anlaşma sayesinde ABD, İran’ın nükleer silah elde etmeye giden yollarını 15 yıllığına kapatmış ve uzun vadeli bir kazancı hanesine yazmış oldu. Ayrıca, Küba ile 54 yıl sonra yeniden diplomatik ilişki kuran Obama yönetimi için İran’ı uranyum zenginleştirme programından döndürüp “dize getirmek” bir başka diplomatik zafer demek. Böylece Washington, ABD kamuoyundaki “yumuşak güç” izlenimini İran anlaşmasıyla somut bir şekilde pekiştirmiş de oluyor. (Bu anlaşma ABD ve İran Dışişleri Bakanlarına 2016’da Nobel Barış Ödülü getirirse şaşırmamak lazım.)

Ancak tabii diplomasi cephesi ile savunma stratejilerini birbirine karıştırmamak lazım. ABD’nin “Full Spectrum Dominance” (Tayfa Tam Hakimiyet) adını verdiği askeri doktrini, (Rusya ve Çin kadar) İran’ı da ulusal güvenliğine tehdit olarak görmeyi bugün de sürdürüyor. Bu konuda değişen bir şey yok. Ama Washington yönetimi Ortadoğu’nun kaygan zemininde yeri geldiğinde en ihtimal verilmeyecek oyunculara da ihtiyaç duyabiliyor. Sonuçta bölgede IŞİD’le mücadelede en etkin yerel desteği sunan güç İran. Bağdat’ın batısındaki Ramadi’nin cihatçıların eline geçmesi akabinde İran Irak Kürdistanı hattını daha yoğun kullanmaya başlamış ve ABD buna ses çıkarmamıştı; unutmayalım.

İran anlaşmasının ilk saydığımız (dize getirme) nedenler(in)den ötürü Suudi Arabistan için de tehdit edici bir tarafı yoktu belli ki. Yoksa Suudi Kralı Selman bin Abdülaziz anlaşmayı “tatminkar” bulduğunu söylemezdi. Sanki Suudiler bu anlaşmaya mukabil güneylerindeki “Şii tehdidini” bertaraf etmek üzere ABD’den vize almış gibi davrandılar. Ve İran ile Lozan’daki görüşmeler tamamlanmadan önce Suudi Arabistan, Yemen’de İran yanlısı Huti’lere karşı başlattığı (ve Mısır, Fas, Ürdün, Sudan, Kuveyt, BAE, Bahreyn ile Katar’ın da destek verdiği) saldırılarını yoğunlaştırdılar.

Nükleer anlaşma ile İran’a dayatılan koşulların karşılığında ekonomik yaptırımların hafifletilmesi kararı alınmıştı. Bunun ABD ve müttefikleri için başka anlamları olduğu da unutulmamalı. Bir kere anlaşma yaptırımlar öncesinde Avrupa pazarlarındaki payı yüzde 42 olan İran’ı enerji bahsinde (özellikle Türkiye ve Batı Avrupa pazarlarında) Rusya ile rekabet edecek ülke haline getiriyor. Bu da ABD ile Avrupalı müttefikleri için iyi haber. Rusya’ya olan bağımlılıklarını azaltmak isteyen Avrupalılar, İran’ı bir tedarikçi olarak görmekten kuşkusuz memnun olacaklardır. Nitekim bunun bilincinde olan İran Milli Petrol Şirketi Uluslararası İşler Müdürü Muhsin Kamsari, ülkesinin önceliği Asya pazarlarına vereceğini belirtmekle birlikte Avrupa pazarlarında da yaptırım öncesindeki paylarına ulaşmayı hedeflediklerini boşuna söylemiyordu.

Eğer Batılı ülkeler doğalgazı kendi tercih edecekleri bir güzergâh üzerinden Avrupa’ya aktarma konusunda Tahran yönetimini ikna da ederlerse, Rusya’nın elini zayıflatacak stratejik bir avantaj daha elde edilmiş olacak. (Ancak tabii bunun hiç bir garantisi yok ve Suriye Savaşı’nın patlak verme nedenlerinden biri olan bu konuyu ayrıca ele almak lazım.)

 

Avrasya ile ilişkisinde İran

 

,Dizinin ilk yazısında da değindiğim üzere, İran, Avrasya’nın enerji alanındaki satrancının ve “likit savaşları”nın oynandığı Boruhattistan’ın önemli güzergâhlarında biri. Şangay’dan St. Petersburg’a (Tahran’ı da içeren) Büyük Asya birliği inşa ediliyor. 150 milyar varil petrol rezervi var İran’ın. 1,3 trilyon metreküp doğalgaz rezervi ile de dünyanın bir numarası olan İran bu coğrafyada çok büyük bir oyuncu olarak beliriyor. Almanya bunun farkında olduğundan İran ile epeydir sıkı bir ticari ilişki kurumuş durumda.

Moskova yönetiminin kendisine Asya-Pasifik’e doğru stratejik bir kanal açabileceğini uman Almanya bir yandan bu kanal yoluyla Rusya’nın zengin kaynaklarına ve iç pazarlarına erişme beklentisi içinde. Bir yandan da 70 milyonluk bakir bir pazar olan İran ile ilişkileri başından beri sıkı tutmuş bir halde. İran’ın özellikle petrokimya sektöründeki altyapı projelerinde Linde, BASF, Lurgi, Krupp, Siemens, MAN, Mercedes, Volkswagen, ZF Friedrichshafen gibi Alman şirketlerinin imzası var. İki ülke arasında (2010 rakamlarıyla) 4,7 milyar dolarlık bir ticaret dönüyor. ABD, denklemde dengeyi kurmak, kendi koşullarını dayatmak kaydıyla da olsa, İran ile ticari ilişkilerini geliştirmek istiyor.

Yani İran sadece bir Ortadoğu ülkesi değil, Avrasya’da da giderek önem kazanan parlak bir oyuncu. O Avrasya ki, bir zamanlar Batı’nın sahip olduğu denetim ve güç mekanizmalarını bugün oluşturuyor. Batı’da G7’nin denetimi altındaki mekanizmalar ile IMF’ye alternatif olarak beliren BRICS Yeni Kalkınma Bankası bunlardan biri. Banka 50 milyar dolarlık başlangıç sermayesi ile geçen temmuz ayında, Şangay’da resmi açılışını yaptı.

Asya genelinde siyasi, iktisadi ve askeri bir blok olarak teşekkül eden Şangay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) ise giderek genişliyor. Üyelikleri onaylanan Hindistan ve Pakistan’ın 2016’da topluluğa katılmaları bekleniyor. Gözlemci ülke statüsündeki İran da bu örgüte tam üyelik başvurusunda bulunmuş durumda. Suriye ise çok önce gözlemci ülke başvurusunu yaptı.

Üye ülkelerin sınır bölgelerinde askeri güvenliği sağlamak gibi bir amaçla yola koyulan teşkilat dünya enerji kaynaklarının ezici çoğunluğunu elinde bulundurarak ABD’ye karşı etkili bir blok olarak sivriliyor. Suriye’de aslında bu iki bloğun karmaşık ve kanlı mücadelesini izliyoruz.

(Gelecek yazıda Suriye’de olan bitenin Türkiye için anlamına ve Ankara’nın neler yapması lazım geldiğine, neler yapabileceğine bakarak diziyi sonlandıralım. -AÖ)


Suriye’de 2011’den bu yana aslında ne oldu, yarın ne olacak ?- I

Suriye’de 2011 yılından bu yana aslında ne oldu? – II

twitter: @akdoganozkan

 

Yazarın Diğer Yazıları

Orta Doğu’da Arap sonbaharı

Batı’nın lacileri giydirdiği neo-Ladinist Colani güçlerinin Şam’a girmesi ve Esad’ın ülkeyi terk etmesinin ardından Suriye’de bir dönem bitti. Muzafferlerin sevinç çığlıkları yanıltmasın, kötü günler bitmiş ve şimdi sırada daha kötü günler de olabilir

Savaşın ekseni Türkiye sınırına dayanırken

İlk bakışta Lübnan ateşkesi akabinde, İran-Hizbullah ikmal hattını kesmeye yönelik bir hamle gibi görünen Suriye’deki cihatçı taarruzu en çok Tel Aviv’i sevindirmiş olabilir ama en çok Şam’ı mı, Tahran’ı mı, yoksa Ankara’yı mı üzecek, bunu söylemek için çok erken

‘Bibi’yi tutuklayanı yakarız’

“Kurallar temelli uluslararası düzen”, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Netanyahu ile Gallant hakkında alacağı tutuklama kararını önce 5 ay geciktirdi, şimdi de “sakın ha, tutuklarsanız yakarım sizi” deme yolunu seçiyor

"
"