30 Aralık 2024

1996’dan 2025’e III. Dünya Savaşı

Kimilerine göre, III. Dünya Savaşı çoktan başladı bile. Eğer öyleyse, tam olarak hangi gün, neden başladı ve kim başlattı? 2024’ün bu son günlerinde, gelin onun hikayesini yazalım. Zira işin bu “milat” boyut ve karakteri 2025’te gürültüden iyice duyulmaz olabilir

2024 yılı dünyanın güzelleştiği bir yıl olmadı, olamadı maalesef. Eğer, birilerinin ileri sürdüğü gibi, III. Dünya Savaşı aslında fark ettirmeden çoktan başlamışsa ve her geçen yıl daha da şiddetleniyorsa, 2024 yılı bu savaşın daha çok sayıda insan hayatına mal olduğu, son derece tatsız gelişmelerle dolu bir yıl olarak tarih sayfalarındaki yerini alacak:

-Savaşların coğrafyaları genişlerken olası yeni cepheler de yoğunlaştı.

-Ukrayna, Batı üretimi uzun menzilli Kara Taktik Füze Sistemleriyle (ATACMS) Rusya içlerini vurmaya başladı.

-Moskova, durduracak bir savunma sisteminin bulunmadığı söylenen, sesin 10 katı hıza sahip, orta menzilli Oreşnik füzelerini kullanmaya başladı.

-Rusya bayraklı bir ticaret gemisi ilk kez Karadeniz dışında (İspanya’nın Akdeniz kıyıları açıklarında) muhtemel bir Ukrayna kaynaklı sabotaj eylemiyle hedef alındı.

-Taktik nükleer silah kullanımı ihtimali hiç bu yılki kadar gündeme gelmedi.

-Finlandiya’dan sonra İsveç de NATO’ya tam üye oldu ve Nordik bölgesindeki askeri tatbikatlar yoğunlaştı.

-Güney Çin Denizi’ndeki askeri tatbikatlar daha önce hiç yaşanmamış seviyelere ulaştı

-Orta Doğu biraz daha istikrarsızlaşırken, Gazze’nin faaliyette kalan son hastanesi de bombalandı.

Bugün bu ateşi tetikleyen savaşların stratejisine her ne kadar ABD’nin 11 Eylül (2001) saldırısı sonrasında karar verdiği söylense de -ve ilk kurşun 2003’te (Irak’a karşı) atılmış olsa da- bugün yaşadıklarımızın düşük yoğunluklu ve kontrollü bir dünya savaşı olduğunu da kabul edeceksek eğer, bu durumda III. Cihan Harbi’nin asıl miladının 1996 yılı olduğunu düşünmek daha doğru olabilir. Zira Berlin Duvarı’nın yıkılması ve SSCB’nin çözülüşü akabinde kesintisiz barışa ve liberal demokrasiye yürüdüğü sanılan dünyamızda istikametin yeni bir dünya savaşına doğru çevrildiği en önemli kilometre taşı, kanımca 1996’da dönüldü.

Her şey 1996’da başladı

1996 yılında küresel açıdan büyük önem taşıyan çok önemli gelişmeler gerçekleşmiş olsa da bunlar içinde en önemlisi, sanırım Amerikan Kongresi’nin 23 Temmuz 1996 tarihli oturumunda aldığı bir karar oldu. ABD Temsilciler Meclisi o tarihte Orta ve Doğu Avrupa’daki “yeni demokrasilerin” NATO’ya tam üye olmalarını sağlama süreçlerine mali yönden destek vermek ve İttifak’ın doğuya doğru genişlemesini mümkün kılmak üzere “NATO Enlargement Facilitation Act of 1996” adı verilen bir karar tasarısını onayladı. 1997 mali yılından başlamak üzere geçerli olan bu yasa ile -Kongre kayıtlarından da görüleceği üzere- Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan’ın 1999’da NATO’ya dahil olmalarının önü açılmış oldu. Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve iki Almanya’nın birleşmesi süreçlerinde dönemin iki süper gücü arasında varılan tüm mutabakatlar yok sayılarak, NATO’nun doğuya doğru genişlemesinin yolu açıldı. (NATO’nun Ruslara doğuya doğru genişlememe sözü verdiğini ortaya koyan belgelerden birini “Bir belge ve bir söz üzerinden Ukrayna krizi” başlıklı Şubat 2022 tarihli yazımda aktarmıştım.)

Amerikan Cumhuriyetçi Parti temsilcisi Benjamin Arthur Gilman’ın sponsorluğunda hazırlanan söz konusu yasada, “yeni demokrasiler” olarak Estonya, Letonya, Litvanya, Slovenya, Slovakya, Bulgaristan, Romanya, Arnavutluk ve Moldova’nın yanı sıra Ukrayna’nın da adı geçmekteydi. Gazeteci Selami İnce’nin Birikim dergisinin Haziran 1999 tarihli 122. sayısındaki “NATO’nun sahibi kim?” başlıklı yazısında, Alman Aussenpolitik dergisini kaynak göstererek aktardığı bilgilere bakılırsa, yasayla birlikte bu ülkelerin NATO’ya dahil olmaları için 1997 mali yılı bütçesinde 60 milyon dolar ayrılmıştı ve bu tutarın hemen tamamı ABD’de yaşayan çoğu zengin iş insanlarından oluşan 20 milyonun üzerindeki Polonyalı ve Çekya kökenli Yahudi Amerikan vatandaşlarından gelmekteydi.

“NATO Enlargement Facilitation Act”in bir diğer anlamı da, NATO’daki kolektif inisiyatifin terk edilerek direksiyonun artık tamamen örgütün asli sahibi olan ABD’ye geçmekte olduğuydu. Alman Der Spiegel dergisinin 16 Mart 1997 tarihli12. sayısında (s. 151) sorduğu ve “gelecek yüzyılın ilk yarısı içinde NATO’nun genişletilerek etkisini sürdüreceğine inanıyor musunuz?” şeklindeki sorusuna ABD’nin eski Bonn Büyükelçisi Richard Holbrooke’nin verdiği yanıt bu ülkenin “inisiyatif alma” hazırlıklarına işaret etmesi bakımından önemliydi. Selami İnce’nin Türkçeye çevirerek yazısında aktardığı bu yanıt şöyleydi: 

“NATO barış zamanının en başarılı örgütü. Bir şey kesin. Eğer NATO yeni üye almaz ve bugünkü çekirdek çevresi dışındaki barış amaçlı görevlerini yerine getirmezse anlamsız hale gelir.”

Evet, bundan neredeyse 30 yıl önce kurulmuş bir cümle bu ve dünyanın yeniden savaşa doğru ilerlemeye başladığının ilk değilse bile ilk göstergelerinden birisi ve ileriki yıllarda yaşanacak savaşların da teminatı gibi. Evet, her şey NATO anlamsız hale gelmesin, diye kurgulandı.

Rusya - Almanya yakınlaşmasının ürkütücülüğü

Aslına bakılırsa ABD, Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonraki süreçte, başlarda NATO’nun genişlemesini hedefleyen bir plan peşinde olmamıştı. Hatta Amerikan Başkanlarından George H. W. Bush, 1992 yılında Rusya’ya 470 milyon dolarlık yardım paketinin önünü açan bir tasarının (Freedom Support Act) yasalaşmasını bile sağlamıştı. Onun ardından, 1993-2001 yılları arasında görev yapan Başkan Bill Clinton da NATO’yu büyütmek gibi ısrarlı bir tasavvura sahip olmamıştı. Clinton yönetimi başlarda Rusya’yı “çevreleme” siyaseti gütmek yerine “demokratik liberalizm” ilkelerini uygulamaktan yanaydı ve eski hasımlarının ekonomik ve siyasi dönüşümüne G-7 ve IMF çatısı altında yürütülen çalışmalarla mali katkı vermekteydi.

Ancak 1993’ten sonra işin rengi biraz değişmeye başladı. 12 Aralık 1993 tarihinde Rusya’da yapılan parlamento seçimlerinin sonuçlarına tepki olarak Amerikan iç politikasının geleneksel dinamikleri devreye girdi. Rusya’daki seçimlerde Vladimir Jirinovski gibi ABD’ye pek sıcak fikir ve hislerle yaklaşmayan aşırı sağcı adaylar ve Komünist Partisi hatırı sayılır oranda oy almıştı. Bunun üzerine, Amerikalılar ABD Başkanı Bill Clinton ile Rusya lideri Boris Yeltsin arasında 13 Ocak 1994’te gerçekleşen Moskova Zirvesi’ne “daha fazla reform, daha fazla iyileşme” sloganıyla gittiler. Yine de Rusya’ya doğrudan Amerikan mali yardımları kesilmedi. Ancak, Rusya’nın iktisadi dönüşüm sürecinde işin içine özel şirketler ile yarı-özel nitelikli girişimler ve vakıfların girmesi ve ABD’nin Rusya siyasetinin ulus-aşırı bir nitelik kazanmaya başlaması Cumhuriyetçileri tedirgin ediyordu. Ayrıca, iki bloklu siyasi ve askeri yapısı tarihe karışmakta olan Avrupa’nın bütünüyle dahil olacağı kolektif bir güvenlik teşkilatına dönüşecek NATO’ya Rusya’nın da üye olabileceğini deklare etmesi, Amerikan askeri sanayi kompleksinin Kongre’deki temsilcilerini kara kara düşündürmeye başladı.

Kuklayı yitirme endişesi

Bütün bunlar yetmezmiş gibi, Cumhuriyetçileri endişelendiren bir diğer husus da Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle Avrupa’da doğan boşluğu, yeniden yapılanma sürecindeki birleşik, güçlü Almanya’nın doldurmaya aday olmasıydı. Bir diğer deyişle, Berlin’in Doğu Avrupa ülkelerini böyle bir perspektifle nüfuz alanına katması olasılığından tedirgin olunuyordu. Bu olasılık, ABD’de Rusya - Almanya yakınlaşmasının gelişeceği ve kendilerini artık bir rakip olarak görme potansiyeli barındırması şeklinde propagandalara yol vermiş, bunun nasıl engelleneceğine yönelik tartışmalar Amerikan kamuoyunun gündemine gelmeye başlamıştı. Rusya’daki 1996 seçimleriyle birlikte Cumhuriyetçiler bu korkuyu daha da pompalar oldular. Gerçi Amerikan sermayesine sıkıntısız kapı aralayan ve zamanla Batılı şirketlerin kuklası haline gelen Yeltsin 1996 yılındaki devlet başkanlığı seçimlerinde yeniden başkan seçilmişti ama sonuçlar şaibeli idi ve seçimin hileli olduğuna yönelik pek çok itiraz yapılmıştı. Yeltsin’in bu seçimlerde ABD Başkanı Bill Clinton'un devreye girmesiyle, ABD'li danışmanlardan yardım aldığı da ileri sürüldüyordu. Yeltsin seçimin ilk turunda %35 oy alırken rakibi Komünist Parti adayı Gennadi Züganov %32 oy almıştı. İkinci tur seçimlerinde Züganov bazı milliyetçi partilerin desteğini alsa da %40’ta kalmış, Yeltsin %54 oyla tekrar başkan seçilmişti ama Cumhuriyetçiler Yeltsin’in toplumsal dokuyu tarumar eden politikalarının cenderesi altındaki Rus halkının Komünistleri yeniden iktidara getirme ihtimalinin ciddiyetini görmüşlerdi. Nitekim, muhalif cepheden Sergey Baburin ve Sergey Sergey Udaltsov gibi isimler 2012 yılında yaptıkları açıklamalarda, pek çok seçim sahtekarlığına şahit olduklarını belirtmişler ve 1996 seçimlerinin asıl galibinin Komünist Parti lideri Gennadi Züganov olduğunu ileri sürmüşlerdi.

Bugünlerin mimarı: Brzezinski

NATO’nun doğuya doğru genişletilmesinden ve üyelerin silah harcamalarının her zaman olduğu gibi yükselmesinden yana olan Amerikan askeri sanayi kompleksi, 1996 Rusya seçimleriyle aradığı mazerete kavuşmuş, deyim yerindeyse “kış ortasında çilek bulmuş gibi sevinmişti.” Onlar işin “tamamen duygusal” (!) yönüne bakarken konunun ideolojik ve jeopolitik şampiyonluğunu yapma işi 1977-81 yılları arasında ABD Başkanı Jimmy Carter’ın Ulusal Güvenlik Danışmanlığını yürütmüş Zbigniew Brzezinski’ye düşmüştü. Johns Hopkins Üniversitesi'ndeki Paul H. Nitze İleri Uluslararası Çalışmalar Okulu'nda Dış Politika Profesörü olarak görev yaptığı gibi Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi'nin de danışmanları arasında yer alan Zbigniew Brzezinski, ABD çıkarları açısından NATO’nun genişlemesi gerekliliğinin jeopolitik izahını yapan bir devlet adamı, parlak bir akademik kariyere de sahip bir kanaat önderi idi.

Amerika Birleşik Devletleri Barış Enstitüsü, 5 Mart 1997’de, bu konuyu tartışmak üzere Avrupa Güvenlik Çalışma Grubu'nun ilk toplantısını gerçekleştirdiğinde ilk söz Brzezinski’ye verilecekti. Söz konusu çalışma grubunun amacı, Beyaz Saray ve Kongre temsilcilerini bir araya getirerek NATO’nun Temmuz ayındaki Madrid Zirvesi’nde alacağı genişleme kararı sonrası sürecin en iyi nasıl yönetileceği ve Moskova’nın itirazlarının nasıl göğüsleneceği konusunda siyaset erbabı ve devlet erkanı arasında diyaloğu teşvik etmekti. Dünyanın bugünkü güvensiz ortamının belki de baş mimarı sayabileceğimiz Zbigniew Brzezinski, o toplantının ilk oturumunda, NATO ile Rusya arasında süregiden adaylık müzakereleri ve onay sürecinin olası sonuçlarını tartışmaya açmış ve Rusya’nın İttifak’a üyeliğinin Avrupa güvenliği ve istikrarı üzerindeki (olumsuz) etkilerini kendince açıklamıştı. Toplantı sonrasında Dr. Brzezinski'nin açıklamalarını ve çalışma grubu katılımcılarının yaptığı katkıları özet olarak içeren “Managing NATO Enlargement” başlıklı bir de özel rapor hazırlandı, Barış Enstitüsü’nün program görevlisi Lauren Van Metre tarafından.

Brzezinski, özetle, NATO’nun Rusya’sız genişlemesi gerektiğini, Rusya ile ilişkilerin köpürtülmeden [yani hasmane şekilde -AÖ] devam etmesinin ABD’nin jeostratejik çıkarlarına daha uygun olduğunu savunuyordu. Onun bu rapordan da beslenen ve Foreign Affairs dergisinin Eylül/Ekim 1997 tarihli nüshasında “A Geostrategy for Eurasia” başlığıyla yayınlanan makalesi, aslında III. Dünya Savaşı’nın mimarisine yaptığı katkının özünü yansıtmaktaydı. Makale, bir süre sonra raflardaki yerini de alacak olan “The Grand Chessboard” adlı kitabından bir bölüm içermekteydi. Bugün CIA arşivlerinde de bulabileceğiniz bu kitapta Brzezinski, benim özetimle şöyle diyordu:

“Daha genişlemiş bir Avrupa-Atlantik [NATO] sistemi ve Rusya’yla daha iyi ilişkiler arasında bir seçim yapılması gerekiyorsa, tartışmasız öncelikli tercihimiz ilk seçenek olmalıdır. Bu nedenle, NATO’nun genişlemesi konusunda Rusya ile herhangi bir uzlaşmaya yönelmek ya da Rusya'yı bu ittifakın fiili karar alıcı üyelerinden biri yapmak, NATO'nun özgün Avrupa-Atlantik karakterini zayıflatacağı gibi İttifak’a yeni kabul edilecek üyeleri de ikinci sınıf statüye düşürebilecektir. Bu da hem Rusya'nın Orta Avrupa'daki nüfuz alanını yeniden kazanma çabalarını başlatabilecek, hem de ABD’nin Avrupa meselelerindeki rolünü zaafa uğratabilecektir. Ayrıca Ruslar ABD-Avrupa arasındaki anlaşmazlıkları bir fırsat olarak görüp kullanabileceklerdir.”

Türkçesi: Hazır Sovyetler Birliği çökmüş, dünya hep beraber liberal demokrasiye doğru yürümeye başlamışken, bu zaferi düşmanlıkları daha kolay yönetmede kullanmak varken neden düşmanlıkların sona erdirilmesinde ve dünyayı daha güvenli bir yer yapmakta kullanalım!

Bir diğer deyişle, liberal demokrasinin ideologları, bir anlamda “serbest rekabetin” serbestliğinden çekiniyorlar, Amerikan askeri-sanayi kompleksinin “barış hayrına” küçülmesinden endişe ediyorlardı. (Çok şükür o günler aşıldı da, bugün ABD’de ortalama bir vergi mükellefi, yenilenebilir enerji için yılda sadece 6 dolar, K-12 eğitimi için 270 dolar harcarken silah üreticilerine yılda 1.087 dolar harcayabiliyor.)

Dolayısıyla, bugün Avrupa’yı kökünden sarsan gerilim ve çatışmaların ardında bir mimar aranacaksa, bunların en başında 30 yaşında ABD vatandaşlığı almış Polonyalı Brzezinski gelmektedir.

Brzezinski’nin Orta Doğu şubesi: Netanyahu

Özellikle Orta Doğu’yu ateşe veren gerilim ve çatışmaların ardında ise yine bir Polonyalı olan Benzion Mileikowsky’nin, yani Varşova doğumlu Binyamin Netanyahu’nun olduğunu söylersek sanırım yanlış olmaz. Burada yine 1996 yılı öne çıkıyor. Zira onun 1996 yılında yayımlanan “Fighting Terrorism” isimli  kitabı bu çatışmaların “mimari arkaplanını” yansıtmakta.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun ikinci baskısını, 1 Ocak 2001’de yapan kitabında, İran, Irak, Suriye, Afganistan Filistin Yönetimi ve Sudan terörist devletler/ yönetimler olarak tanımlanmakta ve yine benim özetimle şu sav ileri sürülmekteydi:

“Bu terör devletleri, terör örgütleri ve bileşenleri ile birlikte operasyonel ve politik olarak birbirilerini destekledikleri uluslararası bir terör ağı oluşturuyorlar. Humeyni Devrimi, Afganistan Savaşı, Körfez Savaşı’nın sonunda Saddam Hüseyin’in kaçışı ve Filistin Kurtuluş Örgütü lideri Yaser Arafat'ın militan gruplara kol kanat germesi, bu terör ağının yarattığı sonuçlardır. Bunlarla birebir savaşmak faydasızdır. Yapmamız gereken şey onları destekleyen hükümetleri devirmektir. Yani ihtiyacımız olan, Orta Doğu'da rejim değişiklikleridir. Bunun için özel kuvvetler oluşturulmalı, halkın terörist taleplere boyun eğme dürtüsüne karşı savaşması ve saldırılardan en az hasarla kurtulması için eğitilmesi gerekmektedir. “

Netanyahu, Amerikan yönetimlerini daha 90’ların sonlarında bu tezine ikna etmiş ve Beyaz Saray’a Afganistan, Irak, Libya, Suriye, Somali, Sudan, Lübnan ve İran’ı içeren yedi ülkeden oluşan uzun bir “hedef ülkeler” listesi vermiştir. Columbia Üniversitesi öğretim üyelerinden, iktisatçı ve uluslararası ilişkiler uzmanı Prof. Dr. Jeffrey Sachs’ın iddiasına göre, ABD yönetimleri 11 Eylül (2001) saldırılarının ardından yaklaşık 30 yıldır sistematik biçimde Netanyahu'nun bu listesini temel alan isteklerini yerine getirmekte ve sırasıyla bu ülkelerle savaşa girip kaos, istikrarsızlık ve rejim değişikliği üretmektedir.

Nitekim, NATO Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı General Wesley Clark, ABD’nin İran’ın da aralarında olduğu Şer Ekseni’ndeki ülkeleri sırayla vurarak savaşa gireceğini, 2003’te kaleme aldığı “Winning Modern Wars” başlıklı kitabında söylemişti. (Bkz. s.130) ABD’nin böyle bir stratejiye 11 Eylül sonrasında karar verdiğini belirten Clark, görüştüğü bir Pentagon yetkilisine dayanarak, Washington’un hedefindeki ülkelerin adlarını da sıralamıştı: Irak, Somali, Sudan, Libya, Suriye, Lübnan ve İran. Amerikalı General Netanyahu’nun listesiyle örtüşen listeyi ve benzer ifadeleri Pentagon’un o dönemde 3 numaralı ismi olan Paul Wolwovitz’den de duymuştu.

Velhasıl, 2003’te Irak ile başlayan yangın 20 yıldır Orta Doğu’yu mesken tutmuş durumda. Netanyahu’nun tüm talepleri yerine getirildi sayılır. ABD’yi listenin sonundaki ülke olan İran ile doğrudan savaştırmak hariç, tabii. İran’ın Akdeniz’e uzanan kolları köreltildiğine göre, şimdi sırada belli ki o var. Ama tabii bir savaşın öncelikle bir “iç savaş” olarak manşetlere yansıtılması, ortada “ılımlı isyancı” gruplar olması istenir. Öyle “tek kale maç” yapılmaz. Bir savaş ancak “iç savaş” olursa “sürdürülebilir” (!) olur İran’daki rejim değişikliği operasyonu. E, bunun da geliştirilmesi tabii biraz zaman alabilir.

Her ne kadar Suriye Savaşı uluslararası kamuoyunda çoğunlukla bir “iç savaş” olarak nitelendirilmiş ise de aslında “Çınar Kerestesi” (Timber Sycamore) kod adı verilen bir ABD Başkanlık talimatı uyarınca ve ABD ile Körfez monarşileri öncülüğünde 2012’de yürürlüğe konulan bir rejim değişikliği operasyonu olarak yürüdü. Devlet Başkanı Beşşar Esad hükümetine karşı savaşan Suriyeli isyancıları silahlandırmak ve eğitmek için bir milyar dolarlık CIA programının adıydı Çınar Kerestesi. Bu program, Suriye’yi ABD ile Rusya arasında bir vekalet savaşı alanına dönüştürmeye katkıda bulunduysa da Esad'ın iktidardan uzaklaştırılması için ülkenin başta petrol olmak üzere temel gelir kaynaklarından mahrum bırakılması, akabinde Suriye halkını bir zamanların Irak’ı gibi açlığa mahkum eden Sezar Yaptırımlarının devreye girmesi ve nihayet Körfez monarşilerinin Esad’ı Tahran desteğini azaltmaya ikna ederek İhvancı ve Selefi yapılar karşısında kırılgan hale geçecek şekilde kolunu kanadını kırmaları gerekmişti.

“Meğer iyi adam biz değilmişiz”

Bütün bu gelişmelere bakarak, dünyayı Wall Street Journal’ın “III. Dünya Savaşı başladı mı yoksa?” başlığını taşıyan bir haberinin girişinde ifade ettiği gibi, “Rusya, Çin, İran ve Kuzey Kore’den oluşan otokrasi ekseninin demokratik dünya düzenini tehdit ettiği zamanlardan geçiyoruz,” şeklinde okumayı da sürdürebilirsiniz. Ancak, temelinde ABD’nin öncülük ettiği tüm bu çatışmaların kronik şiddet ve istikrarsızlık dışında hiçbir sonuç üretmediğinin artık belirgin bir şekilde görüldüğü ve Batı dünyasının moral çöküşünün hissedildiği zamanlar bunlar. III. Dünya Savaşı “teknik olarak” ister başlamış ister başlamamış olsun, bütün bu kronik şiddet ve istikrarsızlığın temelleri 1996’da atılmış bir mimariyle başladığını ve işlediğini görmek durumundayız. Barış adına umutlarımızı çoğaltmak istiyorsak öncelikle bunu anlamak ve o mimari kurguyla mücadele edilmesi gerekiyor.

Umarım 2025 bu anlama çabasını ve mücadeleyi büyütüp umutlandığımız bir yıl olur ve başladıysa da III. Dünya Savaşı, daha fazla genişlemeden sönümlendirebildiğimiz bir momente ulaşırız.

 Gazze’de uzun süre gönüllü olarak hekimlik yapmış ve büyük travmalara tanıklık etmiş 77 yaşındaki Norveçli anestezi uzmanı Dr. Mads Gilbert’in söylediği gibi, 2024 yılı Batı'da yaşayanların kendilerinin “iyi adam” olmadıkları gerçeğini artık fark ettiği bir yıl oldu. Bu anlamda, kötü adamlığın neresinden dönersek dönelim, kârdır diye düşünerek, hepinize mutlu, sağlıklı ve barış içinde bir yeni yıl diliyorum.

Yazarın Diğer Yazıları

Avrupa’nın ufkunu Trump bulutları karartırken

AB’ye ticari ültimatom veren ABD’nin yeni Başkanı Trump, Birliğe daha fazla sopa göstermeye hazırlanırken, yaşlı kıtanın küresel realitelerle bağlantıyı koparmış görünen top bürokratları kafayı Orta Doğu’da bile Moskova husumetiyle kuma gömmeyi tercih ediyorlar

Bir ‘devrimcinin’ bir cevlâni olarak portresi

HTŞ lideri Cevlâni’nin ailesinin Cevlân Yaylalarının İsrail tarafından işgali akabindeki zorunlu göçünde Filistin mücadelesine destek ile başlayan yolculuklarında altmış yıla yakın bir zaman sonunda geldikleri noktanın, Filistinli gruplara silah bıraktırıp kamplarını kapattırmak olması hayli manidar

Orta Doğu’da Arap sonbaharı

Batı’nın lacileri giydirdiği neo-Ladinist Colani güçlerinin Şam’a girmesi ve Esad’ın ülkeyi terk etmesinin ardından Suriye’de bir dönem bitti. Muzafferlerin sevinç çığlıkları yanıltmasın, kötü günler bitmiş ve şimdi sırada daha kötü günler de olabilir

"
"