Son haftalarda dikkatler Ankara’nın Suriye’nin kuzeyinde hangi noktaya nasıl bir harekâta girişeceğine odaklanmışken, “operasyon” sürpriz şekilde geçen salı günü Tel Aviv’den geldi.
Suriye’ye savaşın seyri içinde yüzlerce kez füze atışı gerçekleştiren, sadece 1 Eylül - 8 Kasım 2021 tarihleri arasında bu ülkeye 8 hava saldırısı yapan İsrail’in 9 Kasım tarihli “operasyonu” bu kez askeri değil, diplomatik nitelikte idi! Ayrıca Tel Aviv söz konusu operasyonda İsrailli pilot ya da diplomatlar yerine Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Dışişleri Bakanı Şeyh Abdullah bin Zayid el Nahyan’dan yararlandı. Bir başka deyişle, “dolaylı” bir operasyon oldu bu. Sonuçları için ise sanırım biraz beklememiz gerekiyor.
Şimdi “operasyon” derken ne demek istiyoruz, açalım:
İsrail’in Orta Doğu’da Tahran’ı çevreleme stratejisinin bir numaralı müttefiki olan BAE’nin Dışişleri Bakanı el Nahyan, 9 Kasım Salı günü, heybesinde Tel Aviv’in Suriye liderine yönelik önemli (ve doğal olarak dolaylı) mesajlarını da taşıyarak Şam’a gitti. El Nahyan ve beraberindeki heyet, Şam’da Devlet Başkanı Beşar Esad ile görüştü. Nahyan’ın ikili ilişkilerde dönüm noktası denebilecek bu ziyareti, Suriye Savaşı’nın patlak verdiği 2011 yılı Mart ayından bu yana Şam’a gerçekleştirdiği ilk ziyaret oldu. El Nahyan başkanlığındaki BAE heyetinin, Esad ile çeşitli alanlarda ilişkilerin geliştirilmesinin yanı sıra bölgesel ve uluslararası konuları ele aldığı ifade edildi.
İsrail- BAE “operasyonunun” hedefi
BAE Dışişleri Bakanı’nın bu önemli ziyaretinde Şam Yönetimi’ne verdiği temel mesaj, “hadi gel ilişkileri normalleştirelim” oldu. Bölgedeki gelişmeleri yakından takip edenlerin öngörebileceği gibi, Nahyan’ın “normalleşmesi” aslında şöyle şartlara bağlı: “Sen İran yanlısı Şii milis güçlerinin ülkenden kademeli bir biçimde geri çekilmelerini mümkün kıl, biz de İsrail’in seni hava saldırılarıyla bombalamaya son vermesini sağlamaya çalışalım. Hatta ülkenin kuzeyinde Ankara destekli isyancı gruplarla savaşmak durumunda olan Suriye Arap Ordusu’na (SAO) da bu mücadelesinde Şii gruplardan daha etkin bir şekilde destek verelim. Diğer yandan, savaşla harap olmuş ülkenin yeniden inşası doğrultusunda ihtiyaç duyulan fonların da önünü açalım.”
Suriye’deki İran etkisini kırmak peşindeki İsrail, çok uzun süredir Şam yönetimi ile aynı safta savaşan Şii milisleri dağıtmak ve bu ülkeden çekilmelerini sağlamak üzere uğraşıyor. Meselenin bu kısmı zaten biliniyor. Belki sürpriz olan, İsrail’in söz konusu hedeflerini de içeren mesajların Suriye liderine Tel Aviv’in yeni müttefiki BAE tarafından iletilmesi oldu. Ancak bu da gerçek sürpriz sayılmaz. Nahyan Ekim ayı ortalarında Washington’da ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken ve İsrail Dışişleri Bakanı Yair Lapid ile görüşmüş, bu arada yakın bir tarihte İsrail’i de ziyaret edeceğini söylemişti. Bir başka deyişle, Nahyan’ın Şam ziyaretinde verdiği mesajlarının çalışması, “Orta Doğu’da barışın teşviki konusunda neler yapabileceklerimize bakacağız” denilen Washington görüşmesinde zaten atılmıştı. Aslına bakılırsa asıl sürpriz, BAE Dışişleri Bakanı, yakın bir tarihte İsrail’i ziyaret etmez ve bu yeni müttefikler yol haritalarını birlikte güncellemezlerse olur.
BAE’nin ikili çevreleme stratejisi
Bu arada hemen hatırlatalım; BAE, Şam Büyükelçiliği'ni 2011’in ilk aylarında kapatmış ve Suudi Arabistan ile Katar kadar olmasa da Suriye’deki (ve tabii Yemen’deki) savaşın ateşine kendisi de epeyce odun taşımış, SAO’ya karşı savaşan cihatçıları uzun süre desteklemişti. Abu Dabi, Suriye'nin Arap Birliği üyeliğinin (Kasım 2011'de) askıya alınmasının da mimarlarından biriydi. Özellikle 15 Temmuz sonrasında Türkiye ile köprüleri atan ve son yıllarda da İsrail ile ilişkilerini geliştirdiği gözlenen Abu Dabi yönetiminin Suriye stratejisi, bu ülkedeki İran etkisi ile Türkiye etkisini aynı anda “çevrelemeye” dayanır hale gelmişti. BAE, Suriye’ye yönelik bu stratejisi gereği, uluslararası sahada proaktif roller de üstlenmişti. Örneğin, yaklaşık 7 yıl boyunca kapalı tuttuğu Şam Büyükelçiliğini, Aralık 2018'de yeniden aktif hale getirmiş ve bu sayede “normalleşme” şartlarını Şam Yönetimi ile rahat müzakere edebilmenin altyapısını hazırlamıştı.
Gelişen BAE-İsrail ilişkileri
Abu Dabi, Esad yönetimi ile “ilişkileri normalleştirme” başlığı altında, bir yandan Suriye siyaseti belirsizliğe ve bekleme moduna sürüklenen Beyaz Saray’ın iradesinin önüne geçen girişimlerde bulunurken, bir yandan da İsrail ile ilişkilerini geliştirmeye çalışıyor. BAE ile İsrail arasındaki ilişkiler özellikle 2020 yılının Ağustos ayından bu yana altın çağını yaşıyor. O dönemki ABD Başkanı Donald Trump'ın 13 Ağustos 2020’de İsrail ile BAE'nin “ilişkilerini tamamen normalleştirmek” üzere anlaşmaya vardıklarını duyurmasının ardından iki ülke çok sayıda ticari ve ekonomik anlaşmalar imzaladı. Örneğin, BAE petrolünün İsrail'in güneyindeki Eilat Aşkelon Boru Hattı üzerinden Akdeniz'e, oradan da Avrupa'ya ulaştırılması amacıyla mutabakat zaptı imzalandı. İki ülkenin en büyük bankaları başta yenilenebilir enerji olmak üzere enerji alanında iş birliği fırsatlarının önünü açan anlaşmalara vardı. Hatta, 1800 konutun tamamen yıkıldığı ve 17 bine yakınının ciddi hasar gördüğü İsrail saldırılarında enkaza dönen Gazze’ye gözlerini kapatan BAE, işgal altındaki Filistin topraklarındaki yerleşimlerde inşa edilecek evlerde kullanılacak 4 bin ton inşaat demirini taşıyan bir kargo gemisini İsrail’in güneyindeki Eilat limanına gönderdi. “PS Valetta” adını taşıyan BAE kargo gemisi Abu Dabi’den Eilat limanına gelen ilk BAE gemisi oldu. Bu girişimleri çok sayıda başka işbirliği projeleri takip etti. Ve nihayet, geçen yılın Eylül ayında İsrail ve BAE arasında ABD’nin öncülüğünde “Abraham Accords” (İbrahim Anlaşması) adı verilen normalleşme anlaşması imzalandı. Bunu takiben de BAE, geçen Haziran ayı ortalarında Tel Aviv’de Büyükelçilik açtı. Böylece BAE, İsrail’de Büyükelçilik açan ilk Körfez ülkesi oldu. Buradaki törende Lapid, iki ülke arasındaki ticaret hacminin İbrahim Anlaşması’nın imzasından bu yana 675 milyon dolara ulaştığını açıkladı. İsrail de, Haziran ayı sonlarında Dubai’de büyükelçilik açtı. İsrail Dışişleri Bakanı Yair Lapid açılış vesilesiyle Abu Dabi’ye gitti ve mevkidaşı El Nahyan ile görüştü.
Moskova’nın “soft-power” çabaları
BAE ile Suriye arasındaki bu son temastan memnun kalan başkentlerden birinin Moskova olması muhtemeldir. Zira, Suriye’nin uluslararası sisteme yeniden entegre edilmesi peşindeki Ruslar, kuzeydeki belirli bölgeleri denetim altında tutan Ankara’nın nüfuzunu buralardan kazımak kadar Tahran’ın Şam Yönetimi nezdindeki etkisinin de belirli ölçülerde kırılması gerektiğine inanıyor. Bu amaçla çok uzun zamandır “soft power” becerileri sergileme peşindeki Moskova, Kahire, Amman, Abu Dabi gibi başkentlerin yanı sıra Tel Aviv ile de görüşüyor. Zira Ruslar İran’ın Suriye’den izole edilmesi hamlesinin şampiyonluğunu yapmak istemiyor, bu bahiste asıl bu başkentlere iş düştüğüne inanıyor. Bu amaçla Moskova bu ülkelerle de yoğun denilebilecek bir diplomasi trafiği yürütüyor. ABD ile AB Suriye’ye yönelik mesafesini korur, hatta “siyasetsizlik” belirtileri sergilerken hem Arap aleminin hem de İsrail’in Şam yönetimiyle ilişkilerini normalleştirerek bu ülkenin bir barış ve yeniden yapılanma dönemine kavuşabilmesi için çaba sarf ediyor.
Gerçi Şam yönetiminin “normalleşme” adı altındaki taleplere hemen kucak açacak hali de yok. Evet, Suriye ekonomisi şiddetlenen ABD yaptırımlarının da etkisiyle iyice perişan durumda. Ülke savaşın yaralarını sarıp yeniden inşa faaliyetlerine girişebilmek için yüz milyarlarca dolarlık yatırım fonlarına ihtiyaç duyuyor. ABD ile Avrupa’nın geride durduğu koşullar altında bu fonların zengin Arap ülkeleri dışında bir kaynaktan gelmesi de çok zor. Ancak, Şam’ın hafızası henüz çok taze. Körfez monarşileri ile NATO 2011’de el ele Suriye’yi silaha ve yabancı savaşçıya boğup ateşe verdiğinde, Şam yönetimi müttefiki olarak yanı başında Moskova’dan da önce Tahran yönetimini, onun destek verdiği İranlı, Lübnanlı, Filistinli Şii milisleri bulmuştu. Şam yönetimi Moskova’nın kendisine yönelik niyetinden emin olamadığı zamanlarda da soluğu birebir temaslarda bulunmak üzere Tahran’da almıştı. Dolayısıyla, Suriye’nin, İsrail ile Körfez monarşilerinin bugün uzatmakta oldukları ele tutunması, hele de askeri sahada kendisini muzaffer olarak görürken hiç kolay olmayacaktır. Tabii bir savaşın GSMH’sını dörtte birine indirdiği ve Suriye’yi dünyanın en yoksul ülkelerinden biri yaptığı koşullar altında Şam-Tahran ilişkilerinin geleceğini tahmin etmek de en az o kadar zor.
Şam Tahran’a geri adım attırır mı?
Peki ne yapar Şam yönetimi? Tel Aviv’in ve BAE’nin isteklerine boyun eğip ülkedeki İran askeri varlığına geri adım attırır mı? Aslına bakılırsa, bu yönde bir gelişme olduğuna dair bir haber geçtiğimiz günlerde kamuoyuna sızdı da. Dubai merkezli El Arabiya haber ajansı, Haziran 2014’ten bu yana Suriye'deki İran askeri varlığından sorumlu isim olduğu söylenen General Mustafa Cevad Gafari’nin Esad- ile el Nahyan’ın görüşmelerinden bir gün sonra Şam Yönetimi tarafından kaçakçılık ve silah karaborsasına karıştığı iddiasıyla sınır dışı edildiğini ileri sürdü. İddia daha sonra, İsrail merkezli Jerusalem Post gazetesince ve Suudi yayın organı El Hadise tarafından tekrarlandı. El Hadise, gelişmeyi ABD tarafından 2020 yılında düzenlenen bir suikast ile öldürülen eski İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin Suriye’deki mirasına “darbe” olarak değerlendirdi.
Her ne kadar, bu konularda bu merkezlerden gelen haberlere ihtiyatla yaklaşmak gerekiyorsa da, böyle bir gelişme tamamen imkânsız da olmayabilir. En azından, Şam’ın bölgesel ilişkilere ve müttefiklerine bakışında bir değişiklik olup olmadığını anlamak için biraz daha zamana ihtiyacımız olduğu kesin.
9 Kasım tarihli diplomatik girişim İsrail-BAE cephesinin arzuladığı sonucu üretmese de, İsrail’in İran’ı Suriye’den izole etmeye dönük çabalarının ardı arkası kesilmeyecektir. İsrail sadece 1 Eylül-8 Kasım 2021 tarihleri arasında Suriye’ye yönelik olarak başkent Şam’dan Irak sınırına kadar geniş bir coğrafyada 8 hava saldırısı gerçekleştirdi. Bu saldırılarda sırasıyla şu noktalar hedef alındı: Elbu Kemal, Humus T4 üssü, Tedmür, Medinetü’l Baas, Şam, Zakia, Şayrat havalimanı ve Tartus. Moskova’nın İsrail’in Şii milislere dönük olduğunu savunduğu saldırılara büyük ölçüde kayıtsız kalarak Şam’ı bu hususta bir anlamda yalnız bıraktığı da vaki.
Gelişmenin Ankara için anlamı
Gelelim konunun Ankara - Abu Dabi ve Ankara- Şam ilişkileri açısından önemi ve boyutuna…
Bir kere, Ankara ile Abu Dabi arasındaki ilişkiler epeyce sorunlu. Mesele iktidar çevrelerinin BAE’yi 15 Temmuz’un finansörü olarak görüp, darbe girişimimin ardında olduğunu düşünmesi de değil sadece. Ankara, BAE’nin YPG/PKK’ya istihbarat teknikleri, kriptoloji ve iletişim ağları konusunda eğitimler vermek üzere Suriye’nin Kamışlı, Haseke ve Deyrizor gibi bölgelerine çok sayıda ajan gönderdiğini de savunuyor. Ankara Abu Dabi’yi artık Orta Doğu genelindeki pek çok bölgede pek çok sorunun kaynağı olarak görüyor. Hal böyleyken Abu Dabi ile Tel Aviv arasındaki ilişkilerin bu boyuta ulaşmasından da rahatsız.
Tabii öte yandan, Ankara ile Abu Dabi arasında ilişkilerin yumuşamaya dönebileceğine yönelik sinyaller de var. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 18 Ağustos'ta BAE Ulusal Güvenlik Danışmanı Şeyh Tahnoun bin Zayed Al Nahyan'ı kabul etmesiyle başlayan diplomasi trafiği, 31 Ağustos'ta ülkenin fiili lideri Veliaht Prensi Muhammed bin Zayed el Nahyan (MBZ) ile yapılan telefon görüşmesi ile devam etti. Bu arada, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da BAE’li mevkidaşı El Nahyan ile telefonda görüştü. Ancak Türkiye'nin Joe Biden’ın ABD Başkanlığı görevine gelmesiyle birlikte başlattığı dış politika yenileme sürecinde işler biraz ağır ilerliyor.
Yine de bu son gelişme, Ankara’yı Suriye konusunda bir karşı hamle, bir oyun planı geliştirmeye itmeyecekse de en azından bir kez daha “düşünmeye” sevk etmeli. Orta Doğu’daki bölgesel aktörlerin Suriye politikalarında yeni girişim sinyalleri verdikleri şu dönemde, Ankara’nın bu coğrafyaya yönelik siyasetini sadece “zor” üzerinden tarif etmeyi bırakması gerekiyor galiba. Bunu yaparken, Ankara’nın “kamp” ya da “saf” değiştirmesi” de şart değil. Ancak hele de sahada yeni “askeri operasyonları” epeyce zorlaştıran ciddi bir kilitlenme yaşanırken, çok uzun süredir kullanmadığı iletişim kanallarının pasını silerek “diplomasi” ve “soft power” teknikleri de kullanması, bunun için yeni politikalar geliştirmesi ve bunların doğru bir şekilde iletişimini yapması gerekmiyor mu?
Twitter: @akdoganozkan