17 Ekim 2016

Savaş yalanları

Bir cihatçı militan “ambulanstaki çocuk” fotoğrafını çeken bir foto muhabiri kılığına girebiliyordu

Halep’te sona yaklaşılırken, cephede kaybedilmekte olan bir savaşı masada çevirmeye çalışanların propaganda savaşında vites attırışını daha net görüyoruz. Özellikle Batı başkentlerindeki “insani duyarlılıkları” harekete geçirmek ve bu şekilde oluşan tepkiyi Suriye rejimine yöneltmek isteyen güçlerin gerçeği daha cephedeyken eğip bükmesi yönünde muazzam bir çaba var.

Bu çabanın son örneklerini Halep’teki “hastane bombardımanları” ve “son doktor” haberlerinde görüyoruz. Bu yöndeki haberlerin en bilineni, bu yılın Nisan ayı sonlarında duyurulmuş ve Halep’in son çocuk doktoru da bombardımanlarda hayatını kaybetti” şeklinde kaleme alınmış ve Suriye Ordusu ile savaşan ve bu savaşa destek veren güçler tarafından bütün Batı başkentleri ile komşu ülkelere itina ile ulaştırılmıştı. Habere bakılırsa, “Halep’in son çocuk doktoru” (Muhammed Wassim Mo’az) ölmüş, onun görev yaptığı El Kudüs Hastanesi de bombardımanda yerle bir olmuştu.

Haber belki Batı başkentlerinde “hedefe tam isabet” kaydetmişti ama bir sorun vardı. Haberin asli öğeleri -bu gürültüde sesleri epeyce cılız çıkan- hakikat yanlıları ile bağımsız kaynaklar tarafından sonradan çürütülecekti. Bağımsız kaynaklar, Halep’te aralarında 180 çocuk doktorunun bulunduğu 4160 hekimin halen görev yaptığını belirtiyordu. “Son doktor” ya da onun ölümü diye bir şey söz konusu değildi. Ancak ortalıkta ciddi bir manipülatif haber fabrikasyonu vardı. Nitekim olayı araştıran Sydney Üniversitesi kıdemli öğretim üyelerinden, “The Dirty War on Syria” kitabının da yazarı Prof. Tim Anderson’un düşüncesi de bu yöndeydi.

Prof. Anderson, El Kaide’nin Halep’in batısında gerçekleştirdiği katliamların üzerinin bu tip dezenformasyonlarla bilinçli bir şekilde örtülmeye çalışıldığını düşünen bir akademisyen. Bu Avustralyalı akademisyenin, “Halep Tabipler Cemiyeti” üyesi de olan Dr. Nebil Antaki’ye dayanarak aktardığı bilgilere bakılırsa, uzun süredir Nusra Cephesi’nin kalesi olarak bilinen (Halep’in güneyindeki) El Sukkari bölgesinde yer aldığı söylenen El Kudüs Hastanesi savaştan önce varolan bir hastane değildi. Yer aldığı bina ancak “savaş başladıktan sonra işgalci cihatçılar tarafından hastaneye çevrilmiş olabilirdi. El Kudüs, Haleplilerin çoğunun adını bile duymadığı bir hastaneydi.

Ayrıca Antaki, bu şekilde düşünen tek Suriyeli hekim değildi. Halepli hekimlerin meslek birliği olan “Halep Tabipler Cemiyeti” Batı medyasının balıklama atladığı bu yalan haberlerle örülen propaganda savaşını geldiği boyuttan rahatsızdı. Cemiyet, bu rahatsızlığını kendi web sitelerinden duyurmuş ve birlik üyesi 20 civarında Halepli doktor 3 Mayıs 2016 günü ellerinde döviz ve pankartlarla El Dabit Hastanesi önünde, bu yalan haberleri protesto eden bir de gösteri yapmıştı.

Ancak Halepli hekimlerin bizzat yaptıkları açıklamalar bile propaganda savaşının önünü almak için yeterli olmamıştı. Fransız Sınır Tanımayan Doktorlar örgütü “Médecins Sans Frontières” (MSF) ile Washington’un bir süredir Nobel Barış Ödülü aldırmaya uğraştığı (kimilerine göre kimi unsurları cihatçı savaşçılarından oluşan) “Beyaz Başlıklılar” isimli sivil toplum örgütü bu yöndeki haberleri yaygınlaştırma çabalarına devam ediyorlardı.

Ağustos ayında bu tip haberlerin maskesini tamamen indiren çok önemli bir gelişme daha oldu. Temmuz ayının ilk haftasında Halep’e güneydeki Ramuseh bölgesinden giren Kanadalı bir gazeteci (Eva Bartlett), Batı’nın şehirdeki 4 bin doktoru ve bunların görev yaptığı yüzlerce hastaneyi görmezden geldiğini ve oralarda karşılaştığı gerçekleri ortaya koyan bilgileri derlediği bir yazı kaleme aldı.

Bartlett, Halep’teki temasları çerçevesinde, 1959’da kurulmuş olan “Halep Tabipler Cemiyeti”ni de ziyaret etmişti. Kanadalı gazeteci, burada birliğe üye Dr. Zahar Buttal, Dr. Tony Sayegh ve Dr. Nebil Antaki ile görüşmüştü. Dernek Başkanı Dr. Buttal’ın verdiği bilgilere göre, “son çocuk doktoru öldü” diye bir şey söz konusu değildi, Halep’te tam 4 bin 160 hekim görev yapmaya devam ediyorduBunlardan 180 tanesi de çocuk doktoruydu.

Bartlett’in konuştuğu Halepli hekimlere göre, Batı basınında sık sık “Halep’te son doktor öldü” şeklinde haberler çıkıyordu belki ama, bunlar doğru değildi. Dr. Zahar Buttal’ın verdiği rakamlara göre Halep’te görev yapmayı sürdüren diğer uzman hekimlerin sayısı şöyleydi:

▪​ 30 kalp cerrahı

▪​ 214 genel cerrah

▪​ 112 ortopedi uzmanı

▪​ 11 dahiliye uzmanı

▪​ 12 nörolog

▪​ 8 sinir cerrahı

▪​ 250 kadın doğum uzmanı

▪​ 15 gastroenterolog

Ayrıca, Nisan/Mayıs aylarında şehrin doğu kesimindeki cihatçı güçlere yönelik bombardımanlar sırasında yerle bir edildiği iddia edilen El Kudüs hastanesinin resmi bir kaydı da yoktu, burası muhtemelen El Nusra militanlarının bölgeyi işgal ettikten sonra oluşturduğu bir cephe hastanesiydi. Bombardımanda öldüğü söylenen doktorun da Halep Tabipler Cemiyeti kayıtlarında adına rastlanmıyordu.

Bartlett’e göre, dörtte üçünden fazlası hükümetin denetiminde bulunan Halep’te El Nusra’nın gerçekleştirdiği saldırılar hız kesmiyor, ancak Batı basını Halep halkının yüzde 80-90’ının, yani 1,5 milyon insanın yaşadığı bu bölgelerdeki doktor ve hastaneler kadar buradaki saldırılarda ölen çocukları da görmezden gelmeyi ve gerçekleri işine geldiği gibi eğip bükmeyi sürdürüyordu.

Suriye Ordu birliklerinin Halep’i cihatçı güçlerden tamamen temizlemekte olduğu şu son günlerde bu tip haberlerin dozu da iyiden iyiye artmış durumda. Batı’da “insani duyarlılık” fabrike etmeye yönelik bu haberlerde bazen bir çocuğun Halep’teki bombardımanlardan yaralı kurtulmuş olduğuna dair sahte görüntülere dahi rastlamak mümkün olabiliyor. Bu tip haberlerde bazen ABD’den yıllarca silah yardımı alan ve Suriye’de 12 yaşında Filistinli bir çocuğun kellesini kesen güçler safında savaşan bir cihatçı militan kendisini gazeteci gibi sunuyor, bazen bir diğeri “ambulanstaki çocuk” fotoğrafını çeken bir foto muhabiri kılığına giriyor, bazen de amacı hayat kurtarmak olan bir sivil toplum gönüllüsü gibi takdim edebiliyordu.

Aslında bölgedeki kaynaklar, hükümet güçlerinin Halep’te isyancıların işgali altındaki bölgeden sivil halkın güvenli bir şekilde tahliye edilebilmesi için 7 noktada güvenlik koridoru oluşturulduğunu, ancak bölgedeki Fetih Halep isimli cihatçı güçlerin geçiş noktalarına mayınlar döşeyerek sivillerin bölgeden ayrılmalarını engellediklerini ve onları bir anlamda rehin tuttuklarını belirtiyorlar.

Buna rağmen propaganda savaşı hız kesmiyor. Aksine, Suriye Ordusu’nun Halep’teki işgali sonlandırmaya çok yakın olduğunun ortaya çıkmasıyla birlikte, kentte “insanlık dramı” yaşanmaya başladığına ilişkin haberler artıyor. Son gelen “Halep’te iki hastane bombardımanı daha” haberleri de zaten ABD önderliğindeki koalisyon güçlerini “kıpırdatmaya” yönelik.

Nitekim bu haberlerin ardından Britanya Dışişleri Bakanı Boris Johnson, heyecanlı bir konuşma yaparak, ülkesinin Suriye’de askeri olarak daha aktif olacağını ima eden bir şeyler söylüyor, hızını alamayıp Rusya’nın Suriye’de savaş suçu işleyip işlemediği sorgulanmalı şeklinde bir demeç veriyor, hatta benzer bir açıklamayı daha sonra Fransa Başbakanı Francois Hollande yapıyordu. 7 Ekim’de de ABD Dışişleri Bakanı John Kerry Suriye ile Rusya için bu tip bir soruşturma çağrısında bulunuyordu. Kervana en son Alman Başbakanı Angela Merkel katılıyor ve o da şehirdeki hastanelerin imhası ile Suriye’de savaş suçuna çok yakınlaşıldığını ve bu konuda kararın Uluslararası Adalet Divanı’na ait olduğunu söylüyordu.

Her biri Suriye’deki savaşa odun taşımış olan “yavuz hırsızların” sesi hakikatin cılız sesinden daha gür çıkıyordu. Ancak iş Suudi Arabistan uçaklarının Yemen’de bir cenazeyi bombalayarak 140 kişinin ölümüne sebep olduğu bombardımana ya da ABD’nin “kazara” gerçekleştirdiğini söylediği ve 60’tan fazla Suriyelinin ölümüne sebep olan, IŞİD’e de Deyr’üz Zor’da alan açan bombardımana gelince, o gür sesler yerini topyekun bir sessizliğe bırakıyordu.

Yalanlar üzerinden ilerleyen Suriye Savaşı’nın başlangıcı da zaten yalanlarla örülmüş, ve “hakikat,” bütün savaşların olduğu gibi, ilk dakikalarından itibaren Suriye Savaşı’nın da ilk zayiatı olmuştu. Altıncı yılına girmiş olan savaşın en şiddetli etabı, hatırlayanlar olacaktır, 2013 yılı temmuz ayında Suriye başkenti Şam’ın Guta bölgesinde gerçekleştirilen bir kimyasal silah saldırısı sonrasında açılmıştı. Saldırıda çoğu çocuk ve kadın bin 300'ü aşkın kişi hayatını kaybetmişti. Türkiye, Suudi Arabistan, Katar ve ABD’ye göre, bu kanlı saldırının faili Suriye Ordusu, yani “Esed güçleri” idi. Birleşmiş Milletler mecbur kalmış ve olayda rejim güçleri tarafından kimyasal silah kullanılıp kullanılmadığı iddialarını araştırmakla görevli bir BM heyeti bölgeye gönderilmişti. O tarihte Suriye’ye olası bir uluslararası askeri müdahale bu heyetin raporuna bağlı olacak gibi görünüyordu.

Heyetin başında İsveçli bilim adamı Ake Sellström vardı. Sellström incelemelerini yaptı ve 16 Eylül 2013’te raporunu tamamladı. Rapor kimyasal saldırıyı kimin yaptığına dair herhangi net bir hüküm içermiyordu. Hatta, Sellström, raporuna cihatçı muhaliflerin delilleri manipüle etme çabası içinde olduğunu ima eden gözlemlerini koymaktan da kaçınmamıştı. Zaten olaydan bir yıl sonra ünlü araştırmacı Seymour Hersh, bir istihbarat görevlisine dayanarak, saldırıda kullanılan sarin gazının Suriye ordusunun elindeki örneklerle uyuşmadığını açıklayacaktı. Bu, olayın ABD’yi ve Körfez’deki müttefiklerini savaşın içine daha doğrudan çekmek için gerçekleştirildiği şeklinde iddialara güç verir nitelikteydi.

Ancak Türkiye, Suudi Arabistan, Katar ve ABD araştırmanın sonucunu dahi beklemeden suçluyu belirlemiş, “Esed katliam yaptı” iddiasını hemen satın almış ve buna uygun şekilde aksiyon almaya başlamıştı. Suriye’de hükümet karşı savaşan cihatçı güçlere açıktan silah yardım ve sevkiyatı başlıyordu.

Oysa sonradan ortaya çıkacaktı ki, katliamın ardındaki parmak, Suudi Arabistan’ın Suriye politikasının mimarı olarak bilinen bir isme, Suudi Arabistan Kralı Selman Selman bin Abdulaziz'in yeğeni olan Prens Bender bin Sultan’a aitti. Kendisi hem Sovyetler Birliği’nin Afganistan işgali yıllarında, hem İran-Kontra skandalı döneminde, hem de Lübnan’da ABD ile yakın çalışmış bir Suudi prensi idi. 1983 ile 2005 yılları arasında ülkesinin Washington büyükelçisi olarak da görev yapan Bender bin Sultan, 2012 Temmuz – 2014 Nisan arasında da ülkesinin İstihbarat Şefi olarak görev yapmıştı. Cihatçı örgütlere Şam yönetimine karşı yürüttükleri savaşta yapılan yardımın arkasında yine o vardı.

Suriye Bender’in ilk askeri macerası değildi. 2006’da kraliyet ailesinden aldığı 200 milyon dolar ile (2009-2011 arasında Lübnan başbakanı olarak görev yapan) Suudi kökenli (ve çifte pasaportlu) Saadeddin Hariri için Hizbullah’a karşı savaşacak paramiliter bir güç kurduran da oydu. O mücadeleyi kaybetmiş de olsa Bender bin Sultan Suriye’de ve bölgede nüfuzunu artıran İran’a karşı mücadelesinden hiç bir zaman vazgeçmedi.

Associated Press’in (AP) Ürdün’ün başkenti Amman’daki freelance muhabirlerindenDave Gavlak’ın facianın ardından bölgeye giderek tamamen yerel kaynaklara dayanarak verdiği haberlerden, Guta katliamının perde arkasındaki failin de o olduğunu, patlayanın onun El Nusra’ya gönderdiği kimyasal silahlar olduğunu öğrenecektik.

Nasıl mı?

Gavlak, olaydan sonra bölgedeki doktorlarla, Guta sakinleriyle, isyancılarla ve onların aileleri ile konuşmuş ve olayın Prens Bender bin Sultan tarafından isyancı güçlere sağlanmış kimyasal silahların muhafaza edildikleri bir tünelde, ehil olmayan ellerde “kazara” patlaması sonucu meydana geldiğini aktarmıştı.

Yani Şam yönetimine atfedilen kimyasal silahlar Suriye Ordusu’na ait değildi. Sarin gazı El Nusra Cephesi’ne iletilmek üzere bir grup isyancıya teslim edilmiş ve onlar tarafından bir tünelde muhafaza altına alınmıştı. Patlamadan bu silahlardan anlamayan, eğitimsiz isyancılar sorumluydu.

İsminin verilmemesi koşuluyla Gavlak’a konuşan ve haberde “J” koduyla anılan bir isyancı şunları söylüyordu:

El Nusra Cephesi militanları diğer isyancılarla sahada birlikte savaşma dışında hiç işbirliği yapmazlar. Gizli bilgileri paylaşmazlar. Diğer isyancıları silah ve mühimmatın taşınması ve çalıştırılmasında kullanırlar sadece.

İsmini vermek istemediği için haberde “K” kod adıyla anılan bir kadın isyancı ise şöyle konuşuyordu: “Bize bu silahların ne işe yaradığını ya da nasıl kullanılacağını anlatmadılar. Bunların kimyasal silahlar olduğunu bilmiyorduk. Asla böyle bir şey hayal edemezdik.

Prens Bender bin Sultan bu silahları birilerine verecekse, bunu nasıl muhafaza edeceklerini ve nasıl kullanacaklarını bilen birilerine vermeli.”

İsyancılardan birinin babası (Abdül Münayim) ise, “oğlunun 2 hafta önce kendisine gelerek taşıdıkları silahların ne olduğunu bilip bilmediğini sorduğunu” aktarıyordu: Baba Münayim, oğlunun silahlardan bahsederken “tüp gibi bir şey” ile “büyük gaz şişelerine” benziyorlardı dediğini söylüyordu.

Abdül Münayim’e göre, silahlar muhafaza edildikleri bir tünelin içinde patlamış ve bu patlamada oğlunun da aralarında olduğu 12 isyancı da hayatını kaybetmişti. Tabii El Nusrada olayı ordunun üzerine atmıştı.

Gavlak’ın haberinde aktardıkları sarsıcıydı. Ancak AP haberi kullanmamayı tercih edince, haber 29 Ağustos 2013’te Mint Press News’ta ilk kez yer almıştı. Kanı durdurmak için artık çok geçti. Olayın sonrasında –bugün adını Şam’ın Fethi Cephesi olarak değiştirmiş olan - El Nusra hızlı davranarak Alevi katliamlarına girişmişti.

Bundan sonra cihatçı örgütlerin ve savaşçıların başrolde olduğu daha kanlı bir savaş izlemeye başlayacaktık.

twitter: @akdoganozkan

 

Yazarın Diğer Yazıları

Orta Doğu’da Arap sonbaharı

Batı’nın lacileri giydirdiği neo-Ladinist Colani güçlerinin Şam’a girmesi ve Esad’ın ülkeyi terk etmesinin ardından Suriye’de bir dönem bitti. Muzafferlerin sevinç çığlıkları yanıltmasın, kötü günler bitmiş ve şimdi sırada daha kötü günler de olabilir

Savaşın ekseni Türkiye sınırına dayanırken

İlk bakışta Lübnan ateşkesi akabinde, İran-Hizbullah ikmal hattını kesmeye yönelik bir hamle gibi görünen Suriye’deki cihatçı taarruzu en çok Tel Aviv’i sevindirmiş olabilir ama en çok Şam’ı mı, Tahran’ı mı, yoksa Ankara’yı mı üzecek, bunu söylemek için çok erken

‘Bibi’yi tutuklayanı yakarız’

“Kurallar temelli uluslararası düzen”, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Netanyahu ile Gallant hakkında alacağı tutuklama kararını önce 5 ay geciktirdi, şimdi de “sakın ha, tutuklarsanız yakarım sizi” deme yolunu seçiyor

"
"