23 Şubat 2015

Palavranın kemiği, 'fıtratın' omurgası olmaz mı?

'Çok mu zordur, ikide birde 'fıtratını' hatırlamak ve hatırlatmaktan vazgeçmeyenlerin müflis bir hale düşmeden “ahlâki omurga” ihtiyacını da hatırlamaları?'

Bizim memleketimizde birey hep güçsüz olmuştur. Zorluklarla çevrili hayatı kendi arzusu doğrultusunda yoğurup şekillendirememiştir çünkü. İktidarlar bireyi devlet karşısında güçlendirecek girişimlerde bulunmak yerine, boyunduruğunu kuvvetlendirme yönünde adımlar attıkları için de sığınacak dal arar. Devlet karşısında kendisini güçsüz ve güvensiz hisseden bireyin dayanışma amaçlı sığınağı aile olur, dini cemaatler olur, hemşeri toplulukları olur. Demokratik hak ve özgürlükler bahsinde ikinci, üçüncü ligden yukarı çıkamayan, örgütsüz toplumlara has bir durumdur bu.

Oysa demokrasi kültürü gelişmiş, örgütlü toplumlarda bireyi devlet karşısında güçlü kılacak, hak aramasına katkı sunabilecek kurumlar, meslek örgütleri, sendikalar, dernekler vb. vardır. Birey hak ve adalet arayışını bu yapıları işleterek, örgütlü bir mücadele üzerinden sürdürür.

Demokrasi kültürü gelişmiş toplumlarla aramızdaki farklılığın bu denli çarpıcı olmasında bizimki gibi toplumların yapı taşlarında kurumlaştırıcı rolün geleneksel olarak dinsel faktörler olmasının rolü büyüktür. Zaten İslam toplumlarında tüzel kişiliklere hiç bir zaman Batı medeniyetinin temeli olan Roma’da tanındığı ölçüde geniş bir örgütlenme salahiyeti ve hareket serbestisi tanınmamıştır.

Bizde de durum büyük ölçüde böyle olmuş, örgütlü sivil alanlar kolay serpilememiştir. Serpilseler de, bu alanlar Osmanlı’dan beri daha ziyade bütünü parçalayıcı, “ayırıcı, bölücü” olarak görülmüş, yeri gelince de nifak, fitne ve komplo ile özdeş kılınmıştır. Bu özdeşliğin kolay kurulabilmesi sayesindedir ki, toplumun üzerinden bir silindir gibi geçen 12 Eylül rejimi ve bağrından çıktığı askeri vesayet rejimi elde avuçta var olan birkaç sivil dalı da budamakta hiç zorlanmamıştır.

İktidarlar siyasal alanda nefes almayı zorlaştıran adımlar attıkça birey aidiyet duygularıyla bağlı olduğu aile gibi, dini cemaatler gibi alanlara daha fazla sığınarak kendisini güvende hissetmiştir. Zira kökleri toplum içindeki farklılıkların ve ayrışmaların çok gelişmediği dönemlere kadar giden bu yapılar devletin içine girip saldırmaktan ve cezalandırmaktan imtina ettiği alanlardır.

Dayanışma ruhunu bu tip geleneksel yapılar üzerinden sergileyen toplum kesimleri AKP iktidarı döneminde bir tür “altın çağ” yaşadı. İktidar elinin altındaki nimetlerin kapısını kendi seçmen tabanını temsil eden bu kesime araladı. Toplumun bu anlayışla yetişmiş kesimleri iktidara ve onun pay üleştirici rolüne isyan etmediler. Verilene razı oldular, şükrettiler. Hak yolunda sokaklara çıkmadılar. Kendilerini zamanla devletleşen iktidarın çağırdığının dışındaki meydanlara atmadılar.

Dinin kapsayıcı talimatları içinde de görmediklerinden ormanların, derelerin, kamu arazilerinin yağmalanmasına karşı çıkmadılar. Buralar devlet otoritesinin ve tasarrufunun temsil edildiği ve dolaylı da olsa kendilerine “kaynak aktarılması” için girişilmiş projelerdi (!) ve bu doğrultuda gerekirse üzerleri çizilebilirdi.

Bizde muhafazakar iktidarlar yaratılanı daha ziyade devlete tâbiyetinden ötürü sevmiştir. Pek ağızlarından düşürmedikleri Şeyh Edebali’nin “insanı yaşat ki, devlet yaşasın” sözü de aslında bunu anlatır. Bireyi önemsiyormuş gibi yapan muhafazakar iktidarların asıl önemseyip sevdiği, insanın araçsallaşarak devlete tâbi hale gelmesidir.

Toplumun bu araçsallaşmaya itirazı olmayan kesimleri insanın mücadeleyle devletten söküp alacağı pek bir hakkı olmadığına inanabilirler. Hak ancak Batı’da verilmez alınır. Bizde hak meşru olarak devletin görülür. Devlet de kendisine olan tâbiyetini sandıkta tescillemiş kesimlere bu haktan pay lütfeder.

Ülke ekonomisinin kötü yönetildiğinin kamuoyu nezdinde % 54’lük bir onay bulmasına rağmen, Türkiye toplumu “sizi ve ailenizi bekleyen gelecekten ne derece umutlusunuz” sorusuna 2015 yılı Ocak ayı itibarıyla hâlâ % 41.5 oranında “umutluyumcevabı veriyorsa, bunun nedeni, bütün o ayakkabı kutularına falan rağmen, toplumun bölünmesinin “haram” olduğunu düşünen bu kesimlerin mevcut “network” hâl ve yapılarını sadakatle muhafaza ettikleri müddetçe, kendilerine açılmış nimetlerin kapısının kapanmayacağını düşünmeleridir.

Devletin pay ve ganimet üleştirici kutsiyetine inanan bu kesimlerin bu inançla savruldukları rollerin Müslüman püritanizmi ile ilgisi olmadığını artık çok net olarak görebiliyoruz. Gerçi, kendisini inançlı addeden insanların yaşadığımız çağda bir Müslüman püritanizmi içinde davranmalarını beklemek belki çok gerçekçi olmayabilir. Ama Müslümanlığı aslen istisnai bir ahlâki yoğunluk olarak tasavvur etmiş ve belki de bir dönem bu şekilde yaşamış kesimlerin en azından inançlarının ahlâki özünü siyasete aksettirecek bir arayışın, dinamiğin peşinden koşmaları beklenmez miydi?

Peki ya zurnanın “zırt” dediği yerin bu kadar belirgin şekilde ortaya çıkmasından sonra iktidarın “düşman” arayışına kendilerini bu denli kolayca kaptırmalarına ne demeli?

Bu kesimlerin kendilerine iktidarca açılan nefret ve intikam kapılarından içeri girerek beğenmedikleri toplulukları şeytanlaştırmanın, üç kuruşluk menfaatler uğruna insanları birbirine kışkırtmalarının, sistemli yalancılığı fark edemez hale düşmelerinin birer medeniyet tezahürü olmadığını bilmeleri gerekmez miydi?

Kendilerini bir parçası olarak gördükleri İslam dünyasına yapabilecekleri en büyük iyiliğin bu ülkedeki toplumsal uzlaşı kültürünü ilerletmek ve demokrasi standartlarını yukarıya çekmek olduğunun ayırdında olmaları lazım gelmez miydi?

El Kaide ve IŞİD gibi yapılar arasında döner hale gelmiş fasit kelle avcılığını İslam diye izlemekten bıkmış el aleme farklı bir “İslam dünyası” gösterebilmeleri güzel olmaz mıydı? Türkiye’yi Dünya Demokrasi Endeksi sıralamasında Uganda ve Kenya’nın altına, 98. sıraya itecek uygulamalara imza atmak yerine, hem Doğu’da hem Batı’da parmakla gösterilen olgun bir demokrasi düzeyine ulaştırmak güzel olmaz mıydı?

 Çok mu zordur, ikide birde “fıtratını” hatırlamak ve hatırlatmaktan vazgeçmeyenlerin müflis bir hale düşmeden “ahlâki omurga” ihtiyacını da hatırlamaları? Palavranın kemiği, fıtrat sahiplerinin de “ahlaki omurgası” olmaz mı?

Twitter: @akdoganozkan

Yazarın Diğer Yazıları

Orta Doğu’da Arap sonbaharı

Batı’nın lacileri giydirdiği neo-Ladinist Colani güçlerinin Şam’a girmesi ve Esad’ın ülkeyi terk etmesinin ardından Suriye’de bir dönem bitti. Muzafferlerin sevinç çığlıkları yanıltmasın, kötü günler bitmiş ve şimdi sırada daha kötü günler de olabilir

Savaşın ekseni Türkiye sınırına dayanırken

İlk bakışta Lübnan ateşkesi akabinde, İran-Hizbullah ikmal hattını kesmeye yönelik bir hamle gibi görünen Suriye’deki cihatçı taarruzu en çok Tel Aviv’i sevindirmiş olabilir ama en çok Şam’ı mı, Tahran’ı mı, yoksa Ankara’yı mı üzecek, bunu söylemek için çok erken

‘Bibi’yi tutuklayanı yakarız’

“Kurallar temelli uluslararası düzen”, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Netanyahu ile Gallant hakkında alacağı tutuklama kararını önce 5 ay geciktirdi, şimdi de “sakın ha, tutuklarsanız yakarım sizi” deme yolunu seçiyor

"
"