Geçtiğimiz hafta Fuat Keyman, Radikal gazetesinde Newroz’un “tarihi bir karnavala” dönüştüğünü yazıyordu. Bu ülkede barışı ve birlikte yaşamı güçlendirecek bir iklimin altyapısı tesis ediliyor mu, bilemiyorum. Ama, Keyman’ın belki de etimolojisinin farkında olmadan “karnaval” sözcüğünü seçmesini çok isabetli buluyorum. Zira Türkçede “çılgın kutlama” anlamını çağrıştıran bir sözcük olsa da, “karnaval” tarihi kökleri itibarıyla aslında “ete veda” anlamına geliyor.
16. yüzyıl Latincesinde carn (et) ve levare (son vermek, bırakmak ) sözcüklerinin birleşmesinden türetilen carnelevarium, İtalyanca’ya carnevale/carnovale, Fransızcaya ise carnaval olarak geçmiştir. Carnaval’ın “karnaval” olmasının sebebi de Hıristiyan aleminde bu şekilde bir kutlamayla ete veda edilmesi ve perhize girilmesidir. İnanç sahipleri Kül Çarşambası ile başlayıp Paskalya Pazarı ile sona eren yaklaşık 6 haftalık Büyük Perhiz boyunca ağızlarına et koymazlar.
Bu sebeple karnaval, her şeyden önce ete vedanın diğer adıdır.
Dolayısıyla, evet doğru... Bu ülkenin kendi çocuklarını yemesine (!) kesin ve kalıcı bir şekilde son veren, silahları gömen bir veda, olsa olsa “karnaval” olur!
Bu açıdan bakıldığında, geçtiğimiz 21 Mart için tek söyleyebileceğim şu: 2015 Newroz’u bu ülkenin kendi çocuklarını yemesine (!) son veren hakiki bir karnaval olabilseydi keşke!
Ama “tarihi Newroz” gibi “tarihi karnaval” da öyle hemen gelmiyor. Belki manşetleri geliyor, diskuru geliyor ama kendisi gelmiyor. Bunun için başka bir takım şeylerin “tarih olması” gerekiyor. Bu da kolay olmuyor.
Çünkü buluşması, münazarası, müzakeresi, mektubu, karnavalı kıt olan bir ülkedeyiz.
Çünkü “tarih yapmanın” ve “tarih yazmanın” gerekleriyle, bedelleriyle değil duygusuyla ilgiliyiz biz.
Çünkü coğrafyamızla olduğu kadar tarihle de ilişkimiz sorunlu, hatta travmatik. Biz örselenmiş ruhlarımızı “tarihi” duygulara doyuramıyoruz bir türlü.
Mazlum bir millet olarak yakın tarihte insanlığın belleğine giremediğimizi, tarihin bizi unuttuğunu düşünüyorduk. Üstelik bu unutuşu bir aşağılama olarak yaşadığımız hissi ağır basıyordu. Yetersizlik, değersizlik duygusu beynimize kazınmıştı.
Gün geldi bu değersizlik duygusuyla başa çıkabilmenin en iyi yolunun tam tersini yapmaya çalışmak olduğuna inandık. Bu kez öbür uca savrularak, çok iyi, hatta “muhteşem” olduğumuzu haykırmaya başladık. On yıllar boyunca ilgisiz kaldığımız geçmişi de mitler ve semboller üzerinden anımsamaya başladık.
1920’lerde, Türklük bir “unutma dini” olarak servet transferi “teşvikiyle” yetiştiyse imdadımıza, bu kez Yeni-Osmanlıcılık “hatırlama dini” olarak çıkıyordu tarih sahnesine. Bu kez teşvik ekonomik istikrar idi. Artık en doğruyu biz biliyorduk, en iyisi bizdik. Muazzam bir propaganda aygıtına sırtını dayamış feci bir narsisizm geldi yapıştı üzerimize. Kalktık bu narsisizmi baş tacı yaptık!
Biat etmeyenler artık bizim için önemini yitirmişti; en yakınımızdakilerin acılarına duyarsız kalmak sıradanlaşmıştı. Kendi toprağımızda kendi vatandaşlarımıza karşı duyarsızlaşmak ilk kez yaşadığımız bir şey de değildi!
Ama ekonominin teklemesiyle birlikte bu dinin teşvikleri de bitiyor işte. Bu şartlarda, bir yandan yetersizlik ve değersizlik hisleri yeniden yükselir, bir yandan makus talihimizin değişmeyeceği endişeleri ortalığı kaplarken, hızlı bir tarih yapımına ya da yazımına yönelik beklentiler de tavan yapıyor.
Bugün bir sonraki “tarihi (!) karnaval” ile randevumuza bir yılımız olduğunu biliyoruz. Ama hakiki bir “karnaval” bize ne kadar yakın, bilemiyoruz. Diğerkâmlıktan uzak duyarsızlığımızla, bu yüzden ödediğimiz bedellerle yüzleşmeden, ölülerimizin ruhlarını huzura erdirecek bir dili ve affedişi seçmeden bu memlekete sahici bir karnaval getirebileceğimizi de hiç sanmıyorum.
Sirk belki! Ama bu şartlarda karnaval gelmez!
Oysa ihtiyacımız olan, bu ülkenin kendi çocuklarını yemesine (!) kesin ve kalıcı bir şekilde son veren, silahları gömen bir veda, her rengi aynı meydanda buluşturabilen hakiki bir “karnaval!”
twitter:@akdoganozkan