18 Mayıs 2015

Mezarlıkta bir baba, bir ana, bir kardeş ve 49 ölü

Akdoğan Özkan, facianın birinci yıldönümünü geride bırakan Soma'dan yazıyor...

SOMA

Günlerden 13 Mayıs Çarşamba.* Sabah kahvaltı niyetine bir şeyler atıştırmış olmama rağmen minibüsümüz İzmir’den Soma’ya doğru hareket ederken midemin burulduğunu hissediyorum. Bir taraftan da ateş basıyor.

Alsancak’ın renkli görüntüleri hızla yitip gidiyor; midem, gözüm, kulağım, yüreğim artık Soma sanki! Her cadde ve sokak başında tam bir yıl önce bugün Eynez ocağında güvenlik kameralarına yansıyan görüntülerde olduğu gibi, nakil bantları görecekmişim ve bu bantlardan hayatta kalan işçiler çıkacakmış hissine kapılıyorum. Bir apartmanın yan duvarındaki karalıktan birazdan bir karpit lambasının ışığı sızacakmış gibi hissediyorum.

Bu gördüklerimin havuz medyasının Soma’ya kör ve sağır kesildiği günle aynı tarihe rastlaması da ilginç tabii. Biz böyle tesadüflerin bol olduğu ülkeye güzel Türkçemizde boşuna “Yeni Türkiye” demiyoruz.

Punto24 Bağımsız Gazetecilik Platformu’nun seçim turundayım. 301 madencinin hayatını kaybettiği facianın yıl dönümünde, turun Soma ayağında ilçeye yaklaşırken bizi uzaktan termik santralin baca gazları karşılıyor. Altı bin küsur zeytin ağacını bir başka kıyıma kurban veren Yırca köyü de kente girmeden önce kuzeyde seçiliyor.

Yükseklerdeki zeytinlerin eğildikleri açıya bakınca anlıyorum ki, ilçede hakim rüzgar kuzeydoğu (poyraz) rüzgarı. Bu da demektir ki, santralin bu ölümcül, kara selâmı her daim Soma’nın üzerinde.

Rüzgar bugün de kuzeydoğudan esiyor. Bu durumda bacalardan çıkan küller ile santralda açık alanda bekletilen kömür yığınlarının tozu santral yakınındaki İstasyon, Zafer ve Cumhuriyet mahalleleri üzerine düşüyor olmalı. Eğer rüzgar yıldız yönüne doğru kırarsa biraz dümeni, bu kez ölüm Hürriyet mahallesi üzerine çökecek!

Belli ki Soma’da ölüm boş geçmiyor hiç!

Santralın bacalarındaki elektro-filtreler çalıştırıldığında tutulan küller ise kasabanın kuzeydoğusundaki iki kül barajında çökeltilerek muhafaza ediliyor. Bu radyoaktif malzemenin iyi direne edilmeyen bir zeminde tutulduğu daha önce yazılıp çizilmişti. Bu da demektir ki, Soma’da yeraltı-yerüstü suları tehlikede. Barajları civarında Soma’ya bağlı Deniş, Çevircek ve Tekeli Işıklar köyleri var. Acaba bu köylerde ve kuyu sularında hiç ölçüm yapılmış mıdır?

Barajlarda tutulan kül ile santraldaki kömür tozu ve baca gazları çevredeki tarım ve orman alanlarının geleceğini de riske atıyor.

Yani, Soma’da ölüm dört bir koldan çalışıyor adeta!

Yaşamın kaç koldan çalıştığını ise ancak bugün görebileceğiz. 13 Mayıs 2014’ün yıldönümünde faciada sorumluluğu olan kamu görevlilerinin yargılanmasını sağlamak ve çalışanların iş güvenliğini güçlendirmek madencilerin en temel talepleri. Bu amaçla çeşitli aktörler 13 Mayıs 2015 için nasıl bir program hazırladılar, ne tür mesajlar vermeyi planlıyorlar, ne yapmayı düşünüyorlar, merak ediyoruz. İlk kapısını çaldığımız kurumlardan biri de Türkiye Maden-İşçileri Sendikası oluyor. Sendikanın Soma temsilciliği binasına girer girmez günün programını öğreniyoruz: “Kuran-ı Kerim tilaveti, Tasavvuf, Semazen gösterisi ve Mevlid-i Şerif edası!” Aralarında Mehmet Bilir, Veladet Bahri falan gibi isimlerin de olduğu 11 de güçlü hafız var programda. Sendikanın Kaymakamlık ve Belediye ile birlikte düzenlediği 7 saatlik yoğun program, Hükümet Konağı önünde!

 

Sendikanın 13 Mayıs 2015 Anma Programı

 

Ee, neticede “ölenle ölünmüyor.” Geride kalanları da düşünmek (!) lazım. Semazen gösterisi sırasında iç geçirip bolca düşünülebilir mesela! Hele biraz da lokma ve pilav dağıtıldı mıydı, işçi sınıfından mutlusu mu olur! “Yeni Türkiye”de “yeni mutluluk” böyle bir şey belki de: Bir lokma, bir dua!

Faciada hayatını kaybeden 301 işçiden 49’unun yattığı ve “şehitlik” olarak da nitelenen Soma İlçe Mezarlığı’na geçtiğimizde, bakıyoruz ki her yer Türk bayraklarıyla çevrilmiş. Ölümün dört koldan saldırdığı ilçede belli ki bu bayraklarla bir savunma hattı (!) çekmişiz. Her ayıbı örter nasılsa Türk bayrağı, her kusuru, her suçu gizler evvelallah!

Mezarlığın servi ağaçlarıyla çevrili ana aksını da bayraklar süslüyor. Girişte lokma kızartıp dağıtılıyor, pet şişelerde sular ikram ediliyor.

 

Faciada hayatını kaybedenlerin mezarlarında gözyaşı eksik olmuyor

 

Bayrakların ardında sıra halinde kabirler uzanıyor... En önde maden mühendisi Koray Karadağ’ın kabri var.... Sonra Şaban İlçi... İsmail Cambal... Ferhat Tokgöz... Muhammet Arslancan... Mehmet Azman... Kamil Çal... Özgür Çiftçi... Uğur Çolak... Birer isim, birer istatistik olmuş, art arda sıralanıyor kabirleri. Mezarbaşlarına ölenlerin yakınları çökmüş. Çoğu usul usul, bazısı da haykırarak ağlıyor. Acılı feryatlar yer yer civarda uçuşan bahçe çintelerinin, ispinozların bahar ötüşlerine karışıyor.

Kimi “şehit” yakınlarının elinde mendil ya da plastik su şişeleri var. Kimileri ise ellerini duaya açmış.

Aynı esnada birileri mezarlığa gelenlere Manisa Büyükşehir Belediyesi’nin yaptırdığı şapkaları verme gayretinde. Birileri de kalabalığa ücretsiz Kur’an dağıtma telaşında.

Bir kaç kabirin yanından geçerken mezarlıktaki havanın giderek ağırlaşmakta olduğunu fark ediyorum. 1995 doğumlu bir gencin, Ferhat Avkaş’ın mezarına geldiğimde, ben de bu ağırlıktan nasibimi alıyorum. Bedenini devletine, şirketine, sendikasına ve amirlerine emanet edip her gün bir dağın altına 2,5 km yürüyerek maden çıkarmaya inen 19 yaşında çocuğuna sahip çıkamamış bir ülke burası. Mezar taşında “D. 20.05.1995 – Ö. 13.05.2014” yazıyor. Daha hangi haberin peşine düşülebilir, hangi izlenimin fotoğrafı çekilebilir ki!

 

Soma Faciası'nan geriye 432 yetim çocuk kaldı

 

Benim oğlumla aynı yaşta bir çocuk yerin altında cansız yatıyor! Bunun farkına varır varmaz gözlerim sırılsıklam, salya sümük dağılıyorum. Kanım isyana doğru çekilirken kendimi hızla uzağa, yeşilliklere doğru atıyorum. Evladını yitirdiği halde vakur duruşunu bozmayan ana-babaların karşısına çıkabilecek ölçüde toparlandıktan sonra mezarlardan birinin başına çöküyorum.

 

Bir Baba: Adalet İstiyoruz, Adalet!

 

Soma katliamına 26 yaşında yakalanmış maden işçisi Uğur Çolak’ın mezarı bu. Mezarın başında 52 yaşındaki babası İsmail Çolak var. Üzerinde oğlunun adı ve fotoğrafı bulunan bir tişört giymiş baba Çolak, sakin sayılabilecek bir tonda anlatıyor. Böyle bir faciada gencecik evladını kaybeden bir baba nasıl olur da hâlâ ayakta kalabilir, hayattan daha ne isteyebilir, niye konuşur, ne konuşur anlamam çok zor. Bunu mu sordum, sanmıyorum. Ama baba sanki bunu yanıtlıyor ve niçin mücadele ettiğini anlatıyor:

 

İsmail Çolak, katliamda hayatını kaybeden Uğur Çolak'ın babası

 

“Geride kalanlara, ‘basına çıkmayın demeç vermeyin, yürüyüşlere katılmayın’ diye uyarmayı, ‘maaşlarınız, bulgurunuz, tarhananız, kömürünüz kesilir’ diyerek baskı yapmayı sürdürüyorlar. Ama bana sökmez. Ben zaten kaybedeceğimi kaybettim. Bundan sonra daha ne kaybedebilirim ki!

“432 tane çocuk yetim kaldı, 255 tane gencecik kadın maalesef dul kaldı, 301 tane gözü yaşlı ana-babanın dünkü gibi ciğeri yanıyor! Bundan sonra hiç kimsenin evlatlarını kaybetmemesi, hiç bir çocuğun yetim, hiç bir kadının dul kalmaması büyük bir mücadele gerektiriyor. Bu yüzden bu davanın sonuna kadar takipçisi olacağız.

“Yürüyüşlerimizi, adalet arayışımızı kesintiye uğratmak, bizi bölmek için siyasilerden, dini derneklerden türlü çabalar oluyor. 10 Mayıs’ta mitingimiz vardı. Mitingi bölmek için buradan belli aileleri, kendi siyasi görüşlerine yakın olanları İstanbul’a götürdüler. Bugün dahi ‘İstanbul’da 30 tane ev dağıtılacak, İstanbul’a geleceksiniz’ diye baskı var.

 

Baba İsmail Çolak, şehit madencilerin yakınları ve Sosyal Haklar Derneğinin 13 Mayıs'ta Soma'da adalet talebiyle gerçekleştirdiği bir yürüyüşte

 

“Çeksinler ellerini bizim üzerimizden. Biz kimsenin siyasi malzemesi olmak istemiyoruz. Bizim tek bir isteğimiz var. Siyasilerin faciada ihmal veya kusuru olan kamu görevlilerin yargılanacağı yönündeki sözlerinin arkasında durduklarını görmek. Korumakta oldukları bürokratik makamların, bakanlıklarının, TKİ Genel Müdürlüklerinin, Maden İşleri Genel Müdürlüklerinin, hatta sarı sendikanın kusur ve suçlarının ortaya çıkması ve adaletin yerini bulması bizim isteğimiz.”

Bu sırada, mezarlığın gölgelik bir köşesindeki sandalyelerde yerlerini almış ve Yasin-i Şerif okumaya başlamış hafızların sesleri mezarlıkta yankılanıyor:

“Lekad hakkalkavlü alâ ekserihim fehüm lâ yü'minûn.” (And olsun ki onların çoğunun üzerine azab sözü hak olmuştur. Onlar imana gelmezler.)

Aynı esnada kalabalıktan biri dağıttığı Manisa Büyükşehir Belediyesi’ne ait şapkalardan birini İsmail Çolak’a uzatıyor. Baba Çolak şapkaya bakıyor, üzerindeki yazıyı okuyor ve “giymem abi giymem” diyerek iade ediyor. Ve soruyor sonra:

“Kaymakamı, Manisa Valisi, Belediyesi bir yıldır neredeymiş? Siz ne ile geçiniyorsunuz? Aç mısınız, tok musunuz, diye soran var mıymış? Ne şapkalarını, ne de şatafatlı mezar açılışlarını istiyoruz.  Adaletten başka bir şey istediğimiz yok. Kimseden ev, para, pul, makarna, bulgur istemiyoruz. Adalet istiyoruz!”

O küçük bedeninin içinde devleşmiş bir baba İsmail Çolak. Acaba bunun bir nedeni de diğer oğlu Can Çolak’ın katliamın ardından yaptığı tercih olabilir mi?

İsmail Çolak’ın diğer oğlu Can katliam sırasında Kocaeli Üniversitesi Siyaset Bilimi son sınıf öğrencisiydi. Can’ın ölen 301 madenciye sahip çıkılmamasından çok etkilendiğini ve okulunu tamamladıktan sonra katliamın hukuki hesabını sorabilmek için Yaşar Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydını yaptırdığını biliyorum.

“Benim babam da madenciydi. Ben de madenciydim. Oğlum da madenciydi,” diyen bir babanın yitirdiği oğlunun hesabını sorabilecek başka bir evlat yetiştirebilmiş olması belki de böyle bir durumdaki tek teselli, en güzel umut!

O esnada, hafızların sesleri mezarlığı kaplıyor:

“Felyevme lâ tuzlemu nefsün şeyen velâ tüczevne illâ mâ küntüm tâ'melûn.” (Artık bugün hiç kimseye zerre kadar zulmedilmez. Ancak yaptıklarınızın cezasını çekeceksiniz.)

İsmail Çolak’ı daha fazla zorlamak istemiyorum. Cılız bir başsağlığı ve adalet dileği benimkisi. Bu küçük dev adamın yanından ayrılırken, o dönüp oğlunun fotoğrafına bakıyor. Son bir yıldır yaptığı gibi. Bir kez daha!

 

Bir Ana: Adalet Bekliyoruz, Ama Adalet Yok!

 

Az ilerde yere çökmüş, bir kabrin mermer duvarını sıvazlayan, karalar içinde bir kadın dikkatimi çekiyor. Yaklaşıp yanına ilişiyorum. Menekşe Arkan, faciada ölen gençlerden Veysel Arkan’ın (1984-2014) 54 yaşındaki annesi.

 

Menekşe Arkan, Soma'da dokuz çocuğundan birini, Veysel'ini kaybetti

 

Veysel, Menekşe Arkan’ın dokuz çocuğundan dördüncüsü idi. Onu kaybettiği günü, “benim de kendimi kaybettiğim gün” diye anımsıyor. Hayat onun için artık eskisi gibi akmaz olmuş. Ve belki de hiç bir zaman akmayacak.

“Saat 4’te aldım haberini. Gittim. Bekledim, çıkar diye. Çıkar diye bekledim. Kara günler geldi de Veysel’im gelmedi. Çakır gözlü Veysel’im gelmedi. Sonunda kendi oğlanlarım gitti çıkardı. Geldi, Veysel’imin ölüsü çıktı geldi.

Şimdi de adaleti bekliyoruz. Ama adalet yok.

“Veysel’imin 4 yaşında oğlu var, torunum. Sabah o da hazırlandı, amcasına ‘N’olur beni babamın mezarına götür, çiçek alıcam, üzerine canım babam yazıcam. Gidicem, uyandırıcam babamı. O da beni omzunda gezdirecek’ diyordu.

“Veysel’im daha çok gençti. Anca kök salıyordu. Ancak kol dağıtacaktı işte. Çocuklarımızın boyunlarını daha filiz iken büktüler. Allah da onları büksün!”

O gözyaşlarına boğulurken hafızlardan dua sözcükleri yükseliyor:

“Hâzihî cehennemülletî küntüm tûadûn.” (İşte bu size vaad edilen cehennemdir.)

Mezarlıkta kabir kabir dolaşarak ölen madencilerin yakınlarından feryat figan edenlere, sabır-tevekkül telkin eden, dua etmelerini isteyen bazı kadınlar var. Bunlardan biri Menekşe Ana’nın da yanına geliyor. “Olmaz ama böyle,” diyorlar, “olmaz ama böyle!”

Veysel’in annesi suskunluğuna geri dönüyor.

Acılı annenin yeniden aynı acıları yaşamasındaki payımdan mı utandım, bilmiyorum. Yan tarafa dönüyorum. Orada Veysel’in gözleri kan çanağına dönmüş kardeşi Oğuz Arkan var.

 

Bir Kardeş: Aç Ölürüm, Ama Yerin Altına Girmem!

 

Oğuz Arkan abisini kurtarmak için madene inip cesediyle geri gelmiş biri. Elleri son bir yıldır hiç durmadan titriyor. O da eski bir madenci. Ama sadece iki yıl dayanabilmiş madenlerde çalışmaya. Patlamanın gerçekleştiği Eynez maden ocağında da üç ay çalışmışlığı var. Patlamadan bir yıl önce bırakmış madenciliği.

 

Oğuz Arkan, 13 Mayıs 2014 günü abisini kurtarmak için son kez indi madene, ama sadece cesedini çıkarabildi

 

“Çalışılacak gibi değildi. Hele sıcağı! Bazı yerlerde hava alamıyordun,” diyor. Üst ocağa geçince sanki tatile gelmiş gibi olmuş. Ama abisinin ölümünden sonraki bir yılı, 13 Mayıs 2014’ten buna ne yaptığını hatırlamıyor doğru dürüst.

“Gezip duruyorum akşama kadar. Yemek yemek yok, su içmek yok. Sarhoş gibisin. Yani daha atılmadı üstümüzden. Kafamızı sallayıp bir kendimize gelebilsek.”

Kendine gelememiş olsa da onun anlatacağı çok şey var. Ama anlatınca her şey bitecek, geçecek mi sanki? Gazetecilerden biri hafif çekinerek, “tabii siz çok anlattınız bu bir yılda yaşadıklarınızı” diyerek söze giriyor. Veysel’in sözleri kendi yarasına derman olacak cinsten değil:

“Anlatmakla bitmiyor ki. Herkese anlattık. Her tanıdığın soruyor. Somalıyım deyince, ‘haydi bakalım anlat, haydi bakalım anlat!’ Anlat anlat bitmiyor yani. Bitse.... 3-5 seansta anlatıp da geçecekse, anlatalım. Ama bir yıldan beri biz anlatıyoruz. Onlar yalanlarını sıralıyor.

Bugün madencinin yas günü! Gidin bakın herkes madenlerde çalışıyor. Akşam kahvede ‘hiçbirimiz işe gitmeyeceğiz’ diyorlardı. Ama işten çıkarılma korkusuyla hepsi işe gitti. Bu hak mı ya?

“İnsanların kredileri patladı. Beş milyarlık borçlar 15 milyar oldu. Versinler insanların haklarını! Yazıktır! Banka acımayacak hiçbirimize! İnsanlar kahroluyor, sıkıntı büyük.

“Ben de madenciydim. Ama bıraktım. Aç ölürüm yine yapmam! Yerüstünde bir iş olursa yaparım ama yerin altına girmem.”

O esnada Yasin-i Şerif’in sonuna geliniyor:

“Felâ yahzünke kavlühüm. İnnâ na'lemü mâ yüsirrûne vemâ yu'linûn.” (O halde onların sözleri seni üzmesin. Biz onların içlerini de biliriz, dışlarını da.)

Olaydaki kamu sorumluluğunu örtmek için tasarlanmış bir havada cereyan ettiği izlenimi veren dini törenin bitmesini beklemeden mezarlıktan ayrılıyoruz. Günün birinde bizim madenlerimiz de güvenli hale gelir mi, Oğuz Arkan gibi gençlerin yerüstünde duyduğu güvenle yeraltında da çalışması mümkün olur mu, bilmiyoruz. Bildiğimiz, bunun için öncelikle katliamdaki kamu sorumluluğunun ortaya çıkarılmasının gerektiği ve bundan sonra bu tür facialar yaşanmaması için gerekli tedbirlerin alınması zorunluluğu. Mesele, dönüp dolaşıp olayda sorumluluğu olan kamu görevlilerinin yargılanmasına izin verilip verilmeyeceği noktasına geliyor.

Cevabı Soma’ya döndüğümüzde bir kahvede oturup konuştuğumuz CHP Manisa Milletvekili Özgür Özel veriyor:

 

Manisa milletvekili Özgur Özel'e göre organize suç örgütlerinde her konuşan bir üsttekini ele verir

 

Bir Vekil ve Bir Suç Örgütü

 

 “Organize suç örgütleri yukarıdan aşağıya doğru örgütlenip, aşağıdan yukarıya doğru çökertilirler. Bu nedenle de bu suç örgütleri aşağı kademelerin yargılanmasına izin vermezler. Çünkü her konuşan bir üstündekini ele verir. Müfettişler bir üstündeki müsteşarlarını, onlar bir üstündeki Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nı ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığını, ama onlar da en sonunda madenlerin ruhsatlarının altında imzası olan devrin başbakanını ele verecekler. O yüzden kimse altındakinin yargılanmasına izin vermiyor.”

Ama Uğur Çolak’ların Can’ları var. Baba İsmail Çolak’ın torunları... Madencilerin sokakta, mecliste direnen dostları var. Uyumuyor, unutmuyor, unutturmuyor, adalet istiyorlar. Adaletin saraylarını çoktan geçtiler...

Madenci yakınlarının adalet arayışıyla yaptığı yürüyüş Soma Adalet Sarayı'nın da bulunduğu güzergâhtan geçiyor

Sadece adalet istiyorlar!

 

twitter: @akdoganozkan

 

(*): 13 Mayıs 2015 Soma’sına Fatih Pınar’ın çekip hazırladığı 6 dakikalık çok kıymetli video röportajlarından da tanıklık edebilirsiniz.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Orta Doğu’da Arap sonbaharı

Batı’nın lacileri giydirdiği neo-Ladinist Colani güçlerinin Şam’a girmesi ve Esad’ın ülkeyi terk etmesinin ardından Suriye’de bir dönem bitti. Muzafferlerin sevinç çığlıkları yanıltmasın, kötü günler bitmiş ve şimdi sırada daha kötü günler de olabilir

Savaşın ekseni Türkiye sınırına dayanırken

İlk bakışta Lübnan ateşkesi akabinde, İran-Hizbullah ikmal hattını kesmeye yönelik bir hamle gibi görünen Suriye’deki cihatçı taarruzu en çok Tel Aviv’i sevindirmiş olabilir ama en çok Şam’ı mı, Tahran’ı mı, yoksa Ankara’yı mı üzecek, bunu söylemek için çok erken

‘Bibi’yi tutuklayanı yakarız’

“Kurallar temelli uluslararası düzen”, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Netanyahu ile Gallant hakkında alacağı tutuklama kararını önce 5 ay geciktirdi, şimdi de “sakın ha, tutuklarsanız yakarım sizi” deme yolunu seçiyor

"
"