Küba’nın geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden eski lideri Fidel Castro’nun hayatının son yarım yüzyıllık diliminde en çok kullandığı ilk sözcük “devrim” ise, eminim ikincisi “abluka” olmuştur. Zira 1959’de zafere ulaşan “Küba Devrimi”nin kaderi, ABD’nin kendisine acımasız bir biçimde uyguladığı “abluka” koşullarında şekillenmek zorunda kalmıştı. Bugünkü Küba nüfusunun büyük çoğunluğu abluka ile doğmuş, yaşamlarını abluka ile sürdürmek zorunda kalmıştı.
Söz konusu abluka Washington yönetimi tarafından devrimin hemen ertesinde uygulamaya konmuş ve özellikle Küba ile Türkiye’yi aynı sıkıntılı krizin bir parçası yapan ve dünyayı bir nükleer savaşın eşiğine getiren “Füze Krizi” dolayısıyla, 1962’de “donanma ablukası” biçiminde zirveye ulaşmıştır. Bu yazıda bu krizin bizde pek bilinmeyen seyrini anlatmak istiyorum.
Aslında söz konusu krizin temeli, NATO’nun 1954’te kabul ettiği Kitlesel Mütekabiliyet Stratejisi’ne dayanıyordu. Teşkilatın bu stratejiyle amacı, SSCB önderliğindeki Doğu Bloku’ndan gelebilecek olası bir konvansiyonel ya da nükleer saldırıya nükleer silahlarla karşılık verebilmekti. NATO üyelerinin büyük bir bölümü ABD Başkanı Dwight D. Eisenhower’ın başının altından çıkan bu öneriyi kabul etmişlerse de, ülkelerine nükleer füze yerleştirilmesine izin verme niyetinde değillerdi. Böylesi bir tehdit unsurunu topraklarına taşıyıp kendisini Sovyetler Birliği’nin açık hedefi haline getirmeyi kabul eden 3 ülke oldu: İngiltere, İtalya ve Türkiye.
Türkiye, Adnan Menderes hükümetinin 25 Ekim 1959’da Paris’te imzaladığı gizli bir anlaşmayla nükleer başlıklı 15 Jupiter füzesinin topraklarına yerleştirilmesine izin verdi. “Teknik işbirliği” adı altında anılan anlaşma uyarınca, söz konusu füzeler TBMM’nin onayına dahi ihtiyaç duyulmadan, kamuoyunun haberi bile olmadan 1960 yılı sonuna kadar Türkiye’ye getirilip yerleştirilmişti.
Washington yönetimi füze stratejisi sayesinde Sovyetler Birliği ile topyekûn bir savaş yerine, hasmına komşu bir “kanat” ülkesinin topraklarında geçecek sınırlı bir savaş stratejisini tercih etmiş oluyordu.
Ancak Türkiye için durum farklıydı. Aslında bölgede ezici bir nükleer üstünlüğe sahip Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) için Türk topraklarındaki 15 nükleer füze, caydırıcı olmaktan çok tahrik edici bir özellik taşıyordu. Zaten füzelerin menzili SSCB’nin en önemli askeri merkezlerinin vurulması olasılığını ihtimal dışı bırakıyordu. Hâl böyleyken, SSCB’ye kafa tutan bir stratejinin açık uygulayıcısı konumunda olmak epey riskliydi. Gerçi
Sovyetler Birliği ile Türkiye arasındaki gerilim 1960 yılı mayıs ayında farklı bir boyut kazandı. Sovyetler Birliği’ndeki askeri hedeflerin haritalarını çıkarmak üzere bu ülke semalarında keşif yapan bir Amerikan U-2 casus uçağı Yekaterinburg (ya da 1924-1991 yıllarındaki adıyla Sverdlovsk) yakınlarında düşürüldü. Uçağın İncirlik üssünde konuşlu Amerikan uçaklarından biri olduğu anlaşılınca Başkan Nikita Kruşçev esti gürledi ve SSCB topraklarında casusluk yapılmasına izin verdiğini düşündüğü Türkiye’ye karşı açık bir tehdit niteliği taşıyan sözler sarf etti. Türkiye, nükleer bir felaketin eşiğine doğru adım adım ilerliyordu.
Kısa sürede uluslararası bir nitelik kazanan U-2 skandalı Türk Dışişleri Bakanlığı’nın “düşük profil” sergilemesinin de katkısıyla bertaraf edildi. Ancak Türkiye’nin füze hazırlıkları gizli kapaklı bir şekilde devam etti. 1962 yılı temmuz ayına geldiğimizde, Amerikan Jupiter füzeleri kullanılabilir hale gelmiş, bunları kullanacak Türk askeri personeli de eğitilmişti.
Aynı yılın sonbahar aylarında yeni bir gelişme, krizi kısa süre içinde derinleştirdi. 16 Ekim tarihinde ABD istihbaratı, Sovyetler Birliği’nin Küba’ya Jupiter benzeri orta menzilli SS4 füzeleri yerleştirmiş olduğunu saptadı. 22 Ekim’de bir açıklama yapan Başkan John F. Kennedy’ye göre, SSCB Küba’ya Panama Kanalı’nın yanı sıra başkent Washington’u da vurabilecek 1000 mil menzile sahip nükleer başlıklı balistik füzeler yerleştirmişti. Bu gelişmenin akabinde ABD donanmasına ait savaş gemileri Küba’yı ablukaya aldı. Amaç Küba topraklarına yerleştiren bu füzelere ateşleme sistemleri taşıyan Sovyet gemilerinin Küba limanlarına yanaşmasını önlemekti.
Abluka ABD ile SSCB arasındaki gerginliğin tırmanmasına yol açtı. Başkan Kennedy Küba karasularına girecek Sovyet gemilerinin batırılacağını ilan etti. Kruşçev bu tehditlere sert bir biçimde karşılık verdi. Dünya kamuoyu tansiyonun düşmesini beklerken, 11 Eylül’de Sovyetler Birliği, Türk topraklarına yerleştirilmiş Jupiter’lerden bahsederek, “karşılık vermek”ten söz ediyordu. Türk halkı füze krizi vesilesiyle topraklarında nükleer başlıklı füzeler olduğunu öğreniyordu.
Türkiye, TBMM onayını alma ihtiyacı dahi duyulmadan ülke topraklarına yerleştirilen füzelerle ilgili olarak uluslararası bir krizin içine çekilmişti. Tıpkı Küba gibi Türkiye’nin de kaderi iki büyük nükleer gücün iki dudağının arasında idi. Uluslararası kamuoyu, Sovyetler Birliği ile ABD’nin Küba ve Türkiye üzerinden nükleer bir savaş yürütmeye hazırlandıkları ihtimalini ciddiye almaya başlamıştı.
Sovyetler Birliği’nin BM temsilcisi Rizkov, 25 Ekim’de Türk Dışişleri Bakanı Cemal Erkin ile yaptığı görüşmede, Jupiter füzelerinin bir an önce Türkiye toprakları dışına çıkarılmasını istedi. Sovyetler, Küba’daki füzeleri ancak Jupiterlerin Türkiye’den çekilmesi karşılığında geri çekeceğini kabul ediyordu. Kennedy buna ilk başta karşı çıktı. Ancak ABD ciddi bir açmazın içindeydi. Sovyet önerisini kabul ederse füzelerini yerleştirdiği ülkeler nezdindeki saygınlığı zedelenecekti. Kabul etmemesi durumunda ise sıcak bir çatışma içine çekilmesi kaçınılmaz görünüyordu.
İşin ilginç tarafı, füzelerin çekilmesini Türk hükümeti de istemiyordu. Ankara, Türk topraklarına yerleştirilmiş olan füzelerin (sökülmesinin) hiçbir biçimde pazarlık konusu yapılmaması yolundaki görüşünü Washington yönetimine iletmişti. Aslında ABD de Sovyetler ile pazarlığa hazırdı. Ancak Washington’un krizi yatıştırabileceği bir noktada, Ankara “kraldan çok kralcı” bir pozisyona girmişti. Belli ki, Ankara nükleer başlıklı füzeler topraklarından giderse kendisini daha güvensiz (!) hissedecekti.
27 Ekim’de Kruşçev, Jupiter füzelerinin Türkiye’den sökülmesini isteyerek, SSCB’nin Türkiye’yi işgal etme niyetinde olmadığını ilan etti. Sovyet lider ABD’nin de aynı güvenceyi Küba için vermesi gerektiğini ifade ediyordu. Kennedy zor durumdaydı. Aynı gün Küba toprakları üzerindeki bir U-2 casus uçağının Sovyetler Birliği tarafından düşürüldüğü haberi geldi. Ortam yeniden gerilmişti. Washington yönetiminin alacağı tutum çok önemliydi. Artık bundan bir adım sonrası diplomasinin lisanının bir kenara bırakılıp nükleer silahların diliyle konuşmak olacaktı. O lisan da en çok Türkiye ile Küba’yı yakacaktı.
ABD yönetiminin Şahinler kanadı tansiyonun dinmesinden yana değildi. ABD Hava Kuvvetleri Komutanı General Curtis Le May, Küba'daki füze mevzilerinin ivedilikle bombalanmasında ısrarlıydı. Kennedy’nin danışmanlarındaki hâkim görüş ise farklıydı. Onlar, Küba'nın vurulması halinde, Sovyetler'in karşılık olarak Türkiye’yi bombalayabileceğini düşünüyordu. SSCB Türkiye’yi bombalamasa bile, Türkiye'deki Jupiter füzelerinin kaldırılmasını istemekle yetinmeyip, nükleer başlıkla donatılmış 100 uçak ile 20 bin Amerikan askerinin Türkiye’den derhal çekilmesini ve tüm ABD üslerinin kapatılmasını da ısrarla talep edebilirdi. Washington yönetimi ya da en azından Başkan Kennedy bu hamleyi göze alamazdı.
Ernest May ile Philip Zelikow’un 1997 yılında kaleme aldıkları ve füze krizinin perde arkasını aktaran “The Kennedy Tapes: Inside the White House during the Cuban Missile Crisis” adlı kitapta yer alan ifadelere göre, Moskova ile krizde bir taviz verilmemesi halinde, Türkiye’nin Sovyetler tarafından girişilecek bir misillemenin kurbanı olması kaçınılmazdı.
Bu noktada Şahinlerin yükselen savaş çığlıklarına engel olabilecek tek kişi vardı: ABD Başkanı John F. Kennedy. Başkan Kennedy krizi çözecek gizli bir plan geliştirdi. Kardeşi ve Adalet Bakanı Robert Kennedy’den SSCB’nin Washington Büyükelçisi Dobrinin ile gizli bir şekilde bir araya gelmesini istedi. ABD Kruşçev'e, Türkiye'deki Jupiter'lerin sökülmesi karşılığında Küba'daki füzelerin kaldırılmasını öneriyordu. Ancak bir talebi vardı: ABD’nin bu girişimi gizli tutulacaktı. Bu yöndeki öneri SSCB’den gelmiş ve ABD tarafından reddedilmiş gibi davranılacaktı. Pratikte ise aynen uygulanacaktı. Kennedy’nin bunu yapmaktaki amacı, uzlaşma sonrası belirebilecek “ABD yakın müttefiki Türkiye'yi sattı” şeklindeki olası yorumları önlemekti.
Plan aynen bu şekilde ve başarıyla uygulandı ve 13 gün süren kriz sona erdi. İlerleyen günlerde Sovyetler Birliği Küba’daki 42 füzesini sökerek ülkeden çekti. 20 Kasım’da ABD donanması Küba sularından ayrıldı. Savaşın kıyısından dönülmüştü.
Krizin geldiği nokta Ankara için gurur kırıcı idi. Türk Dışişleri, pazarlığın Türkiye boyutundan çok sonraları haberdar olacaktı. 23 Ocak’ta ABD Türkiye’ye Jupiterlerin sökülmesi karşılığında Polaris denizaltılarının yerleştirilmesini önerdi. Ankara öneriyi kabul etti. Kriz sırasında Başbakan olan İsmet İnönü, olaydan 8 yıl sonra, “Amerikalılar bize Jupiterler’in demode oldukları için çekileceğini söylediler” şeklinde bir açıklama yapacaktı.
Füzelerin sökülmesi kaderi iki süper gücün iki dudağı arasında şekillenen Küba’nın da gururunu incitmişti. Ancak Küba için hayati önem taşıyan soru devrimin yaşayıp yaşamayacağı iken füzelerin varlığına indirgenmiş ve kriz füzelerin sökülmesiyle sonuçlansa da, devrim krizden varlığını devam ettirerek çıkmıştı.
Abluka ise artık ticari, ekonomik ve finansal ambargo şeklinde varlığını sürdürecekti. Küba Devrimi bundan sonra ABD’nin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ne tümüyle aykırı olan ekonomik ablukası altında yaşayacaktı.
Söz konusu ekonomik abluka, 11 Nisan 2015’te bu ülkeyi ve Devlet Başkanı Raul Castro’yu ziyaret eden ABD Başkanı Barack Obama döneminde bir miktar gevşetilse de, bugün halen sürüyor. Küba, ABD’nin 1917 tarihli “Düşmanla Ticaret Yasası” kapsamında bugün hâlâ ambargo uyguladığı ve topraklarına bir toplu iğne bile sokmadığı tek ülkedir.
twitter: @akdoganozkan