1950’lerde tek parti iktidarı döneminden yeni çıkıp NATO üyesi olmuş Türkiye’ye bakan ABD yönetimi, bu ülkede muhtemelen iki şeyi çok net görüyordu:
1) Bakir ve de çok büyük bir pazar,
2) Rusya’ya karşı güçlü bir askeri müttefik.
Bugün İran’a bakan ABD yönetimi ise, muhtemelen bu ikisinin dışında, bir de Batı’nın enerjide Rusya’ya bağımlılığını azaltacak güçlü bir alternatif görüyor.
Peki, 2015 Temmuz’unda Batı karşısındaki tarihi izolasyonunu yıkarak kendisine muazzam bir gelecek perspektifi kazandıran bir anlaşmaya da imza atmış olan İran, Türkiye’nin Batı için 1950’lerden sonra ifade ettiğine benzer bir pozisyonu yakın gelecekte doldurabilecek bir açılımın içinde olabilir mi?
Bir başka deyişle, “İran Türkiye olur mu?”
Bu soruyu kestirmeden “kesinlikle olmaz öyle şey” diye yanıtlamadan önce, İran’ın kategorik bir “ABD düşmanı” olarak görülmesine yol açan tarihi kırılmanın nasıl olduğunu hatırlayalım ve ancak yakın zamanda aydınlatılabilmiş vakaların da ışığında, neler olabileceğini anlamaya çalışalım!
Bunun için filmi 1970’lerin ilk yarısına doğru saralım ve Washington yönetiminin bölgedeki en büyük müttefikinin, -bugün Suudi Arabistan’ın en büyük düşmanı olan – İran olduğu günlere gidelim. Ve anlamaya çalışalım, “dost İran” nasıl oldu da “düşman İran” oluverdi!
Aslında Tahran’da bir “mollalar rejimi” değil, ilişkisini petrolle mühürlediği, sadık bir müttefiki varken, Washington’un İran’ı bir anda terk edip bölgedeki tercihini Suud hanedanından yana koymasını “ihanet” olarak niteleyen çok sayıda Batılı araştırmacı, hatta siyasetçi vardır.
Kırılma, “ihanet” olarak nitelendirilebilecek bir yapı da arz etmiyor değildir. Bunun anlamak için ‘70’lerin de öncesine gitmek gerekir:
Yıl 1953...
ABD, yakın müttefiki olan İran’da 1951’de demokratik seçimlerle iktidara gelmiş olan Muhammed Musaddık’ı ordudaki generallerin de desteğiyle deviren bir darbe tezgâhlar. Zira petrolü millileştirme çabasında olan Başbakan Musaddık’ın ülkenin eksenini de değiştirip Sovyetler Birliği ile ittifaka yöneltme planları içinde olduğunu düşünmektedir.
Böyle anlatıyoruz da, bunlar Ortadoğu’daki bir darbeyi daha ABD yönetiminin sırtına yıkmaya çalışan komplo teorilerinin ürünü değil. Darbenin 60. yıl dönümünde, yani 2013 yılında Amerikan Ulusal Güvenlik Arşivi’nde (NSA) yer alan belgeler açıldı da, biz bu sayede, 1953’te Musaddık’ı deviren, TPAJAX kod adlı askeri darbenin ABD dış politikasının bir uzantısı olarak, Amerikan Merkezi HAberalma Örgütü (CIA) yönetimince gerçekleştirildiğini öğrenmiş olduk. Zira belgeleri derleyen Malcolm Byrne, bize CIA’in, İngiliz istihbarat örgütü MI6 ile birlikte bu darbede rol oynadığını açık seçik gösteriyordu.
Darbenin de temizlediği yolda, Şah Muhammed Rıza Pehlevi 1941’den 1979’a kadar ülkeyi Batı ve modernleşme yanlısı ve anti-komünist bir anlayışla yönetebilmişti. British Petroleum (BP) da bu “seviyeli birlikteliğin” ürünü olarak serpilmişti.
İşler böylesine pürüzsüz ilerler görünürken, İran’ın ABD tarafından “ihanete” uğraması sürecine en çok damgasını vurmuş kişinin, ABD’nin 1970’lerdeki Hazine Bakanı Williams Simon olduğunu da söyleyelim ve o dönem olup bitenleri daha ayrıntılı olarak hatırlayalım:
Mısır ve Suriye’nin İsrail’e karşı savaştığı Ekim 1973’teki “Arap – İsrail Savaşı” petrol fiyatlarının nihayetinde 4 kat tırmanmasına yol açmıştı. Zira savaşa katılmayan Arap ülkeleri, Mısır’a destek vermek amacıyla hem petrol üretimini kısarak petrol fiyatlarının sürekli artmasını sağlıyor, diğer yandan da İsrail’e destek veren Batı ülkelerine petrol satış ambargosu uygulayarak krizi derinleştiriyorlardı. Bu gelişmeler olup biterken İran Şahı, Arap ülkelerinin izlediği bu politikaya destek vermekteydi. Hatta bazı kaynaklara göre, Suudi Arabistan Kralı Faysal bin Abdülaziz el Suud, dönemin Suudi Arabistan Petrol ve Maden Kaynakları Bakanı Zeki Yamani’yi Tahran’a göndererek İran’ın bu aşırı fiyat artışlarını neden bu kadar istekli şekilde desteklediğini Şah’a sordurmuştu. Şah da aynı zamanda Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü’nün (OPEC) Başkanı olan Yamani’ye sorunun kendisine değil, ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’e yönetilmesi gerektiğini söylemişti.
İran’ın böyle bir dönemde aldığı bu pozisyon, ABD’nin bölgeye yönelik ittifak ilişkilerini sorgulamasına da yol açmıştı. Durum ciddiydi. Petrol Krizi ile birlikte nakit ihtiyacı artan ABD Hazinesi altın satmak zorunda bile kalıyordu. İran’ı o güne kadar sadık müttefiki gibi gören ABD, savaş ortamında ortaya çıkan tablodan çok rahatsız olmuş olacak ki, meseleyi Tahran’la ikili müzakereleri yoğunlaştırarak aşmak yerine, hemen alternatif aramak ve İran’a bir ders vermek istemişti. Bu amaçla da, müttefikinin arkasından dolanarak Suudi Arabistan’la kendisini birçok açıdan rahatlatacak bir anlaşma yapma yoluna gitmişti. Anlaşmanın mimarı da Hazine Bakanı William Simon olacaktı.
Simon 1974 yılı Temmuz ayında, yanında yardımcısı Gerry Parsky ile birlikte Andrews Hava Üssü’nden sabah saatlerinde teker kesen bir uçakla iki hafta sürecek bir Avrupa ve Ortadoğu turuna çıktı. Gezinin kapsamı bir dizi diplomatik ziyaret olarak ilan edilse de, turun sadece Başkan Richard Nixon’a sadık birkaç kişinin bilebildiği asıl misyonu, İran’ın bölgedeki bir numaralı hasmı olan Suudi Arabistanlı yetkililerle Cidde’de dört gün boyunca masaya oturup bir anlaşma şekillendirmekti. Washington yönetimi ham petrolün iktisadi bir silah olarak kendisine ve İsrail’e karşı kullanılmasının önüne geçmek düşüncesindeydi. Nixon, Simon’dan memlekete eli boş gelmemesini tembihlemişti. Zira böyle bir durum Sovyetler Birliği’nin Arap Dünyası’nda kendisine daha fazla nüfuz alanı açmasına imkân tanıyacaktı.
Arabistan’a ayak basmadan önceki hafta kamuoyunun gözü önünde İran Şahı’ndan “salak” diye bahsetmiş olan Simon, kimilerine göre böylesine hassas bir görev için yeterince deneyim sahibi değildi. Üstelik Dışişleri Bakanı Henry Kissinger kendisinden tamamen farklı düşünüyordu. Kissinger, deneyimli ve Ortadoğu’yu bilen bir devlet adamıydı. Watergate Skandalı nedeniyle Ağustos 1974’te istifa eden Nixon’dan sonra görevi devralan (ve 20 Ocak 1977’ye kadar ABD Başkanlığını yürütecek olan) Gerald Ford’u, Şah Rıza Pehlevi konusunda, “Şah kaba saba bir adamdır. Ama bizim gerçek dostumuzdur,” diyerek uyarmış ve fazla ileri gidilmesi durumunda, İran’da yarın öbür gün radikal bir rejim değişikliğinin patlak verebileceğini söylemişti.
Nixon istifa etse de, Dışişleri Bakanı Henry Kissinger ile Hazine Bakanı William Simon görevlerini sürdürüyordu.
Neyse, Nixon’ın istifasından bir ay önce Cidde’de yapılan toplantıda Simon, Suudileri petrolden elde ettikleri geliri yatırabilecekleri en güvenli yerin Amerika olduğuna ikna edebilmişti. Cidde ziyaretini takip eden birkaç toplantının ve aylarca süren müzakerelerin ardından iki ülke 1975 yılında tarihlerinde daha önce olmayan bir mutabakata varıyorlardı. Anlaşmaya göre, ABD Suudi Arabistan’dan petrol alacak ve bu ülkeye askeri yardım yapacaktı. Bunun karşılığında da Suudi Arabistan, artan petrol fiyatları nedeniyle ortaya çıkan kaynak fazlasını en az bir yıl vadeli ABD Hazine tahvillerine yatıracaktı.
1975’te OPEC üyeleri Suudi Arabistan’ın önderliğinde petrolü sadece ABD doları ile satma kararı alarak hem Amerikan ekonomisine (ve tabii ki bu ülkeye yaptıkları yatırımlara) ABD dolarını güçlendiren çok büyük bir destek veriyorlar, hem de dünya ekonomik sistemine “petrodolar” denilen yeni bir kavramı dolaşıma sokuyorlardı. ABD krizi fırsata çevirmiş, bu arada İran’a da –faturasının pek acı çıkacağını o yıllardan öngöremediği- bir ders (!) vermişti.
Ancak tabii bu durum sonuçta İran’ın ekonomik bir krizin pençesine düşmesine ve ardından da ABD’nin ülkesinde reforma çabalarına da girişmiş, bölgedeki en büyük müttefiki Şah Rıza Pehlevi’nin iktidardan devrilmesine giden sürecin fitilini ateşlemişti. “Mollalar rejimine” geçit veren 1979 Devrimi ile de Şah gitmiş, ülke ABD karşıtı kampa savrulup bir süre sonra da Sovyetler Birliği ile yakınlaşmıştı.
Bu arada, ABD yönetimi durumun vahametine ancak 1983’te ayılmıştı. O yıl İran’ın da planlayıcıları arasında olduğu iddia edilen bir intihar saldırısı sonucunda 241 Amerikan deniz piyadesi Beyrut’ta hayatını kaybediyordu. Bir zamanların dost ve müttefik İran’ı gitmiş, yerine Amerikan tarihinin gördüğü en büyük terör saldırısını yapabilen bir “azılı düşman” gelmişti. Ve ABD yönetimi bu sonucu kendi elleriyle hazırlamıştı.
Yalnız Kral Faysal bu hazine tahvili meselesinin kesinlikle gizli tutulmasını istemişti. Öyle de oldu. Bu gerçek 41 yıl boyunca gizli kaldı. En nihayet Bloomberg News’un ABD Bilgi Özgürlüğü Yasası’na istinaden yaptığı başvuru sonucunda, Hazine Bakanlığı söz konusu bilgileri açıklamanın kanunlarla ve şeffaflık anlayışlarıyla tutarlı olduğunu ilan ederek bu sırrı ifşa etti. Böylece dünya kamuoyu ABD ile onun bir zamanlar en büyük kreditörü konumuna geçmiş Suudi Arabistan arasında yapılan ve İran’ı asli müttefiklikten eden bu anlaşmaya dair gerçekleri 2016 yılı Mayıs ayı sonlarında öğrenebildi.
Ne zaman?
Ekonomistlerin “Suudi Arabistan beş yıl içinde iflas edecek” dedikleri bir zaman!
Ne zaman?
ABD yönetiminin bölgedeki en büyük müttefiklerinden Suudi Arabistan’ı dışlayacak şekilde, İran ile yaptığı ve bu ülkeye zengin bir gelecek perspektifi kazandıran 14 Temmuz 2015 tarihli anlaşmadan yaklaşık 10 ay sonra!
Peki ABD’nin BM Güvenlik Konseyi’nin diğer daimi üyeleri olan Britanya, Çin, Fransa, Rusya ve Almanya’yı da yanına alarak (P5+1), İran ile imzaladıkları anlaşma neyi öngörüyordu?
İran’ın uranyum zenginleştirme kapasitesini üçte iki oranında azaltmasını öngören bu anlaşma sayesinde ABD, Tahran’ın nükleer silah elde etmeye giden yollarını 15 yıllığına kapatıyor, bunun karşılığında da Tahran’a yönelik ekonomik yaptırımların büyük ölçüde hafifletilmesi kararını alıyordu. Kararın akabinde İran bir anda Batılı şirketlerin gözdesi haline geliyordu.
Sahip olduğu kayagazı rezervleriyle rahatlamış ve petrolün ekonomik ömrünü belirli bir vadede tamamlayacak olmasından artık eskisi denli endişe duymayan ABD, tarihin çarkıfeleğini yeniden döndürdüğünde, ibre bir kez daha İran’ı göstermeye başlıyordu.
Ne zaman?
Türkiye, Rusya ile yakınlaşmanın yollarını arar, bu yolda önüne çıka(rıla)n engelleri de bertaraf edip, medyası ile meydanlarını anti-Amerikancı bir histeriye açtığı zaman.
Dolayısıyla bir zamanlar İran gerçekten de “müttefik bir ülke” anlamında belki bir “Türkiye” iken, Washington bölgedeki en önemli müttefikini radikal bir rejimin kucağına nasıl olup da bırakarak Suudi Arabistan ile ittifaka yöneldi, ve ABD dış politikası istediğinde hareket kabiliyetini nasıl zenginleştirebiliyor, bunları iyi bilmek lazım.
Özellikle de, Ankara üyesi olduğu NATO ittifakınca eksen kayması içinde olmak ve Rusya’ya yaklaşmakla eleştirilirken, “Tahran yönetimi (eski sadık NATO müttefiki olan) Türkiye’nin boşaltmakta olduğu alanı doldurabilir mi,” yani “İran Türkiye olur mu?” (ya da Türkiye İran olur mu?) şeklinde bir soruya yanıt arayacaksak...
twitter: @akdoganozkan