27 Nisan 2015

'İblis' belgelerin 'rezil yalanları' ve 24 Nisan

Belgelerin 'gözleriyle konuşabildikleri' bir dünyada, gerçeği inkâr etmek, tarihin, 'dilini kesmeye' kalkışmak ne demek?

Tanzimat döneminde Dersim bölgesinin en çok sözü geçenlerinin belki de başında II. Şah Hüseyin Bey geliyordu. Şah Hüseyin geçmişte Kuziçan beyliğinin merkezi olan, bugün de Tunceli’nin Pülümür ilçesine bağlı Ağaşenliği köyündeki konağında oturmaktaydı. Bey bir gün bölgesinden bir adamına 10 tane kuzu ile bir mektup verir, bu emanetleri Erzincan’a götürüp, 4. Ordu Komutanı Müşir Paşa’ya teslim etmesini tembihler. Kuzularla mektubu teslim alan adam Erzincan’a doğru yola çıkar.

Ulağımız yolculuğunun ilk gününde uzun zamandır uzak kaldığı köyüne varır. İstirahat etmek için çekildiği evinde kendisine emanet edilen kuzulardan birini keser. Yaptığı hırsızlıktan haberi olmasın (!) diye de bu esnada mektubu ahıra götürüp saklar. Zira kağıtların, belgelerin gözü olduğuna ve şehirlilerle konuştuklarına inanmaktadır.

Ertesi günü Erzincan’a vardığında, kuzuları ve mektubu Müşir Paşa’nın evine götürüp uşaklara teslim eder ve gereğince iletmelerini söyler.

Müşir Paşa mektubu okur, uşağına kendisine teslim edilen kuzuların sayısının on olup olmadığını sorar. Uşak kuzuların on değil, dokuz tane olduğunu söyler. Müşir Paşa şahsen görmek için avluya çıkar. Tüm kuzuları toplattırdığında da gerçekten dokuz tane olduklarını görür. Hemen kuzuları getiren ulağı çağırır ve sorar.

“Ya adam, sana on kuzu teslim edilmiş, halbuki sen dokuz kuzu getirdin. Nerede bir tanesi?”

“Evet, paşa efendi, on tane teslim ettiler. İşte hepsi de buradadır.”

“Yok burada on değil, dokuz tane var.”

“Evet dokuz tane.”

“Ama kağıt on tane diyor.”

“Evet paşa efendi, on tane, hepsi de buradadır!”

Müşir Paşa, adamı bu şekilde ikna edemeyeceğini anlayınca, şöyle der:

“Bak! Eğer getirdiğin on kuzuyu on kişiye dağıtırsam, her birine kaçar adet düşer?”

“Birer adet.”

“Eh öyleyse say bakalım şu uşakları, kaç kişiler?”

Adam başlar saymaya.

“Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz. Bir de sen dokuz, bir de ben on”

“Eh şimdi her biriniz birer adet tutun bakalım, kaçar adet düşecek payınıza,” der ve seyretmeye başlar.

Uşaklar ve adam birer kuzu tutarlar. Müşir paşa adama sorar.

“Söyle bakalım, benim kuzu nerede?”

“Ah paşa efendi! Ben önceden bilseydim, o mektubun canını çıkarırdım. Ben anladım, bunu sana o iblis kağıt söyledi! Ama ne yapayım, kör değildin ya, sen de önceden payını kapsaydın. Sen tembellik edip kıpırdamadın diye ben miyim kabahatli?”

Müşir Paşa bu safdilliğe sadece gülümser ve odasına çekilir. Ertesi günü, Paşa, bu adamla II. Şah Hüseyin’e bir mektup göndermeye karar verir. Adam o mektubu eski mektup zannettiğinden, hırsızlığını, suçunu ihbar etti diye, yolculuğu sırasında bir taşın altına koyarak güzelce ezer ki, bir daha ihbar etmesin. Şah Hüseyin beyin konağına varınca mektubu teslim eder. Bey daha mektubu açmadan yırtılmış halini görünce öfkeyle getiren adama sorar.

“Bu kağıdı niye böyle taşla dövüp bu hale getirdin?”

“Haşa! Asla dövmüş değilim onu,” der adam.

“Bre, rezil! Dövmüşsün işte, belli oluyor.”

“Bey ben koca adamım, bana inanmıyorsun da el kadar o iblis kağıda mı inanıyorsun?”

“Yahu ben sana nasıl inanırım yalancı herif! Öyle dövmüşsün ki, içindeki yazılar dahi okunmuyor.”

“Dili mi kesilmiş yani?”

“Evet!”

“Bey dövülüp dilinden olduğu halde bu kadar yalan konuştuğuna göre; dili kesilmeseydi daha ne rezil yalanlar konuşacaktı kim bilir!”

                                               * * *

İnkârcının tam olarak neye benzediğini anlamak ve Ermenilerin yüz yıldır nelere maruz kaldıklarını hissedebilmek, eğer o topluluğun bir parçası değilseniz, her zaman bizzat o sert gerçeklerle ve olup bitenlerle doğrudan bir hesaplaşma içine girerek mümkün olamayabilir.

Antranik Yeritsyan’ın 1888 yılında Dersim’e yaptığı yolculukta kaleme aldığı seyahatnamesinde* yer bulmuş yukarıdaki anıyı bu nedenle aktardım. Çünkü bu anının ve anlatıdaki kişilerin etnik kökenlerinin bugün üzerinde konuştuğumuz 1915 tehcir ve kıyımıyla doğrudan bir ilgisi yok. Bu bazen iyi, çünkü geçmişi doğrudan olup bitenlerle yüzleşerek anlamakta zorlanan bazılarımız için, bu tip dolaylı hikayelere daha çok ihtiyaç var. II. Şah Hüseyin’in bu anısı buna çok iyi bir örnek, diye düşünüyorum.

Zira inkârın en azından ilkel kötücüllüğünü ve zavallılığını daha iyi anlayıp sindirmemize olanak tanıyabiliyor. Bazen bir şeyi görmek için önce başka bir yere bakmaya ihtiyaç olabiliyor.

Ermeni vatandaşlarımız birileri bugün kendilerine “arşiv” deyince, “belge” deyince, “bu işi tarihçilere bırakmak lazım” deyince ne hissediyorlar? Kağıtların, belgelerin “gözleriyle konuşabildikleri” bir dünyada o konuşulan gerçeği inkâr etmek, hatta o tarihin, o belgelerin “dilini kesmeye” kalkışmak ne demek? Bu tip harici ve alakasız hikayeler, bazen bu tip sorulara daha içten ve adil yanıtlar vermemize imkân tanıyan birer “belge” olup çıkabiliyor.

Bu önemli, çünkü toprağından atılmış, sürülmüş ve ölüme gönderilmiş bir halkın hayatta kalabilmiş, ama yüz yıldır da bir inkâra maruz kalmış üyelerine, Ermeni vatandaşlarımıza öyle ya da böyle geleceğimiz bir hakikat anı borcumuz var.

Ben 100 yıl sonra meseleye bakmak için “insanlık” dışında bir pencere göremeyen biri olarak olup bitenlerden önce utanç duyuyorum, bir çokları gibi. Sonra da bu topraklarda daha en temel hesaplaşmalarını yapamamış bir topluluğun bir parçası olan her vicdan sahibi insan gibi bir beyhudelik sarıveriyor benliğimi.

Elbette ki bugün bu ülkede 60 bin Ermeni vatandaşımızın hissettikleri beyhudeliğin çok ötesinde. Böyle düşünmemin altında 100 yıllık bir inkâra rağmen ve o inkârla birlikte yaşamak (ve yok sayılmak) durumunda kalmış olmaları yatıyor, “onlar atalarını, dedelerini yitirdiler” gibi bir gerçeklik yatmıyor. Zira bu son cümledeki öznenin bizi, beni dışarda bırakıyor olması hoşuma gitmiyor. Onların şu veya bu dinden olması, şu veya bu dili konuşuyor olmalarının ne önemi var ki! Değil mi ki, yitirilenler bu toprağın has çocuklarıydı, hepsi de bu ülkenin öz be öz vatandaşlarıydı, onlar, yitirdiklerimiz benim de atamdı, dedemdi.

Kadın, çocuk demeden korunmasız insanları topluca katledip dereleri kızıla boğan, sonra da şu kadarcık bir haysiyet gocunmasına kapılmadan katlettiklerinin toprağına, mülküne konmakta beis görmeyenler değil...


(*) Antranik Yeritsyan 1888 yılında daha 14 yaşındayken Dersim’e seyahat yapmış bir Ermeni yazar. Antranik’in bu seyahatte yolu (bugün Tunceli’nin Pülümür ilçesine bağlı) Ağaşenliği köyüne düşüyor. O tarihte 25-30 hanelik bu küçük köyün tüm sakinleri II. Şah Hüseyin Bey’in emri altında. Misafirlerini kızarmış kuzu ve pirinç pilavıyla akşam sofrasında ağırlayan Şah Hüseyin Bey o gece bir vesileyle dört-beş sene önce başından geçen bu anısını anlatıyor. Şah Hüseyin’in yukarıda yer verdiğim bu anısı aktardığımdan biraz daha tafsilatlı bir biçimde Antranik’in 1900 yılında Tiflis'te yayımlanan Dersim: Canabarhortutyun yev Değakrutyun (Dersim: Seyahat ve Topografi) adlı Ermenice kitabında yer alıyor. Yolculuğun tamamını ve 1915 öncesi Dersim’i merak edenler, kitabı Türkçe çevirisinden (“Dersim Seyahatname,” Aras Yayınları, çeviren: Payline Tomasyan, İstanbul, 2012) okuyabilirler.

twitter: @akdoganozkan

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Orta Doğu’da Arap sonbaharı

Batı’nın lacileri giydirdiği neo-Ladinist Colani güçlerinin Şam’a girmesi ve Esad’ın ülkeyi terk etmesinin ardından Suriye’de bir dönem bitti. Muzafferlerin sevinç çığlıkları yanıltmasın, kötü günler bitmiş ve şimdi sırada daha kötü günler de olabilir

Savaşın ekseni Türkiye sınırına dayanırken

İlk bakışta Lübnan ateşkesi akabinde, İran-Hizbullah ikmal hattını kesmeye yönelik bir hamle gibi görünen Suriye’deki cihatçı taarruzu en çok Tel Aviv’i sevindirmiş olabilir ama en çok Şam’ı mı, Tahran’ı mı, yoksa Ankara’yı mı üzecek, bunu söylemek için çok erken

‘Bibi’yi tutuklayanı yakarız’

“Kurallar temelli uluslararası düzen”, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Netanyahu ile Gallant hakkında alacağı tutuklama kararını önce 5 ay geciktirdi, şimdi de “sakın ha, tutuklarsanız yakarım sizi” deme yolunu seçiyor

"
"