06 Temmuz 2015

Gölge etsin başka ihsan istemiyorum

Haftaya bu ağacın fidanını bulup dikmem lazım bahçeye. Zamanı durdurması şart değil

Girdiğim son fidanlıktaki adam “Atlantik fıstığı fidanı arıyorum” şeklindeki isteğimi çok sıradan bulmuş olacak ki, “n’apacaksın, yenmez ki onun meyvesi” deyiverdi.

O anda E. E. Cummings’in “çünkü genç değildir artık haklı çıkıyorsa insan* diye giden mısralarını mırıldanabilirdim. Ama soru yekten öyle gelince, anlatamıyor da insan. Dökemiyor derdini söze.

Gölge etsin başka ihsan istemiyorum” diyebildim yalnızca. Adam önce dudaklarını büzdü, sonra da göz temasını keserek “bende yok, araman lazım” dedi.

Giderek daha hızlı yaş aldığımı hissettiğimden midir bilmiyorum, kaç gündür civardaki fidanlıklarda ana vatanı Kuzey Afrika’nın Atlas dağları olan bu ağacın peşindeyim. Evet, bir ağacın peşindeyim de, neyi arıyorum tam olarak acaba?

Benim ilk göz ağrımdır “Atlantik fıstığı.”

Yapraklarını, dallarını ilk okşadığım, sayesinde kaslarıma kuvvet yükleyip düşlerime ilk kanatları taktığım, zirvesine ilk tırmandığım ağaçtır. Hayal gücümün bu değişmez seti bazen vadideki bir küçük ev, bazen bir uzay gemisi olmuştur.

Ama en çok da büyülü yaz akşamlarında kendimi ve çocukluğumu dallarında sakladığım ağaç olmuş, özellikle de akşam ezanının hemen ardından kısa süreliğine zamanı durdurmuştur. İçinde saklanmışımdır ben onun.

1970’lerde Ataköy’de ezan, sokakta oynayan çocuklar için son içtima çağrısıydı. O çağrının yeterli gelmediği durumlarda, anneler balkonlara çıkıp akşam yemeği vaktinin geldiğini hatırlatır, “çabuk eve” komutu verirlerdi evlatlarına. İşte tam o anda bazı çocuklar hızla evlerine koştururken, henüz oyunlarına doyamamış olan bazıları o ağaca saklanıverirdi.

Fidanlıktaki adamın da haklı ve yaşlı çıktığı üzere, öyle çok özel bir ağaç değildir belki Atlantik fıstığı. Ama “bu da bir şey mi” denebilecek küçücük meyveleri sadece serçe ve ispinozlar için değil, ak gerdanlı ötleğenler, sığırcıklar, ardıçlar ve pek çok başka tür için de yaşam ve enerji kaynağıdır.

Ergenliğe adım atmış bazı delikanlılar bir kızı ilk kez onun gölgesinde öperler. Bir genç kızın lüle saçları yapraklarının hışırtısıyla dans eder, tatlı ve ürkek.

Ataköy’deki o ağaç sadece esrik heyecanlara değil hüzünlere de tanık olmuştur. İlk bağlandığım canlıyı, evimizin kanaryası Uğur’u onun hemen dibine gömmüşüzdür bir sabah kardeşimle birlikte.

Bir-iki günlüğüne Silivri’ye bir komşularımızın yazlığına gitmiş, döndüğümüzde kafesinde ölü bulmuştuk. Epeyce yem ve su da bırakmış, bu yüzden neden öldüğünü anlayamamıştık.

Uğur yoktu artık. Biz, sıska ve çarpık bacaklı çocuklar olarak ölümle ve yitimle sonunda tanışmış, hüngür hüngür ağlayarak yapmıştık ilk “son görevimizi.”

Aslında onu ölümünden çok önce kafesine gömmüş olduğumuzu ancak yetişkinliğe eriştiğimde idrak edecektim. Ölüm belki de onun vuslatıydı.

Kafesteki kuşlar hastalıktan değil, yalnızlıktan ölürler. İçlerinde patlayan bahar zamanla öylesine büyüyebilir ki, an gelip o bedenden o minik kalbi durdurarak taşıverir öylecene.

Böylelikle kafeslerinden ebediyen çıkartılıp bir Atlantik fıstığı ağacının dibine getirilmeyi beklerler. Sonra da efendilerinin gözyaşlarına aldanmadan bırakırlar artık görünmeyen kanatlarını gökyüzüne, bizim bilişlerimizden daha bilge ötüşlerin, kendilerini çağıran seslenişlerin, kim bilir belki bir sevgilinin peşinden.

Yıllar geçer, o ağacın gölgesinde büyüyen çocuklar kocaman olur ve gün gelir yüzlerinde acı bir gülümsemeyle kuşların o büyük sırrına vakıf olurlar.

Bir Atlantik fıstığının toprağına, gölgesine sorun, hepsini anlatsınlar size.

Evet... Bir Atlantik fıstığı peşindeyim. Geçen hafta şanssızdım. Bu hafta Büyükdere’ye inip şansımı oradaki fidanlıklarda deneyeceğim.

Haftaya bu ağacın fidanını bulup dikmem lazım bahçeye. Zamanı durdurması şart değil. Her göç mevsiminde civardaki ormanlara uğrayan, kendisini göremediğim ama o gür ve flütümsü ıslığıyla varlığından beni haberdar eden sarıasmayı (Oriolus oriolus) çatallı dallarının arasında misafir etsin, onun içindeki özgür bahara yer açsın yeter.

Ama önce bir yağmur yağsın şöyle bardaktan boşanır gibi, gümbür gümbür gök gürültüleri eşliğinde. Sonra bulutlar dağılmadan güneş açsın. Açsın ki mucizelere yani hayata inanmayı sürdüreyim.

Ve o gölge etsin, başka ihsan istemiyorum!

Ha, bir de son bir kez daha içinde saklasın beni -tabii eğer kabul ederse!

 

twitter: @akdoganozkan

(*): E. E. Cummings’in bu olağanüstü şiiri, “günlerden pazar dahi” olsa beni haklı çıkaracak güzellikte. Bu kadar güzelini çevirmeyi ben beceremeyeceğim için, affınıza sığınarak orijinal haliyle buraya alıyorum, meraklısı için:

“may my heart always be open to little

birds who are the secrets of living

whatever they sing is better than to know

and if men should not hear them men are old

may my mind stroll about hungry

and fearless and thirsty and supple

and even if it's sunday may i be wrong

for whenever men are right they are not young

 

and may myself do nothing usefully

and love yourself so more than truly

there's never been quite such a fool who could fail

pulling all the sky over him with one smile”

-E. E. Cummings, Complete Poems, 1904-1962

 

Yazarın Diğer Yazıları

Orta Doğu’da Arap sonbaharı

Batı’nın lacileri giydirdiği neo-Ladinist Colani güçlerinin Şam’a girmesi ve Esad’ın ülkeyi terk etmesinin ardından Suriye’de bir dönem bitti. Muzafferlerin sevinç çığlıkları yanıltmasın, kötü günler bitmiş ve şimdi sırada daha kötü günler de olabilir

Savaşın ekseni Türkiye sınırına dayanırken

İlk bakışta Lübnan ateşkesi akabinde, İran-Hizbullah ikmal hattını kesmeye yönelik bir hamle gibi görünen Suriye’deki cihatçı taarruzu en çok Tel Aviv’i sevindirmiş olabilir ama en çok Şam’ı mı, Tahran’ı mı, yoksa Ankara’yı mı üzecek, bunu söylemek için çok erken

‘Bibi’yi tutuklayanı yakarız’

“Kurallar temelli uluslararası düzen”, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Netanyahu ile Gallant hakkında alacağı tutuklama kararını önce 5 ay geciktirdi, şimdi de “sakın ha, tutuklarsanız yakarım sizi” deme yolunu seçiyor

"
"