30 Haziran 2014
Yeni sorumuz şu: Muhalefet çatı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu üzerinden bir umut yeşertilebilir mi?
Yani son yerel seçimlerde Türkiye genelinde toplam % 43 oy almış iki partinin çatı adayı olan milliyetçi muhafazakâr yapıda bir isim birinci veya ikinci turda seçmenlerin % 51’inin oyunu alarak bu memleketteki otoriter siyasi iradeye “son durağa geldin” mesajı verecek bir umut olabilir mi?
Tabii eğer bir umuttan söz edebileceksek önce bu umudun söz konusu partilerin içinde sıkıntısız bir biçimde telaffuz edilebilmesi lazım. Göründüğü kadarıyla İhsanoğlu’nun adaylığı MHP cephesinde herhangi bir sıkıntıya yol açmış değil. Son yerel seçimlerde Türkiye genelinde % 15 oy almış bir parti için kendi oyunu üçe katlama potansiyeline sahip görünen muhafazakâr bir adaydan daha güzel ne olabilir ki zaten!
Gerçi Cumhurbaşkanı seçilemese dahi 18-20 milyon seçmenin desteğini arkasına alacak bir figürün yarın belki MHP liderliği için de risk teşkil edebilecek büyük bir siyasi ağırlığı olabilir. Ancak bu partinin bundan ürker bir hali de yok.
Sıkıntı CHP’de. Orada “Ekmeleddin İhsanoğlu bizim destekleyeceğimiz aday olamaz” diyen epeyce aykırı ses duyuluyor. Hatta CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun diğer muhalefet partileriyle uzlaşma arayışını “tuzak” olarak nitelemeye kadar işi vardıran partililer bile var.
Ağırlıklı olarak ulusalcı kanattan gelen bu itirazlar İhsanoğlu’nun “milliyetçi muhafazakâr” kimliği üzerinde yoğunlaşıyor.
İhsanoğlu’nun adaylığına karşı CHP’den yükselen bazı itirazların arka planında hiç de yabancısı olmadığımız bazı mitler barındığı için, önce öne çıktığını gördüğüm üç temel itirazın neler olduğuna bakmakta ve biraz onları “demistifiye” etmekte fayda var.
BİR: “Atatürkçü değerlerin ve cumhuriyet kazanımlarının bu kadar erozyona uğratıldığı bir dönemde Atatürkçü kimliği şüpheli, cumhuriyetten çok Osmanlı’nın değerlerinin savunan bir aday CHP’nin ‘çatı adayı’ olamaz.”
Ulusalcı kanattan bazı isimler İhsanoğlu’nun Türkiye’nin aciliyet kaydıyla çözmesi gereken (Kürt sorunu, demokratik anayasa ihtiyacı, Ortadoğu’da barış vb.) meselelerdeki tutum ve yaklaşımını merak etmek yerine Atatürkçülüğünü sorgulamayı daha önemli buluyor.
Olabilir. Ama buradaki “Atatürkçülük”ten kastın güncel izdüşümünün tam olarak ne olduğunu anlamakta zorlanıyor insan. (Mesela Zirve katliamı davasının son duruşmasında sanıkların destekçilerinin “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganıyla gövde gösterisi yapmaları ya da bu işin sorumluluğunu da Cemaat’e kaydırmaları mıdır? Ya da bu gelişmeler karşısında suskun kalmak mıdır?)
Yok, burada Atatürkçülükten kasıt, sadece modern, seküler bir dünya görüşüne sahip olmak ise, İhsanoğlu’nun eserlerinde bu sorgulamaya cevap niteliğinde yeterli referans var. Onları bulup okumak dururken ısrarla bu itirazların yinelenmesi tartışmayı ilerletmek açısından çok anlamlı olmuyor.
Hem modern, hem seküler bir dünya görüşüne sahip olup aynı zamanda Müslüman bir aydın olunamaz mı? Hatta bence İhsanoğlu, modern, seküler ve Müslüman bir aydın olmakla kalmayıp vasatlığı değil mükemmeliyeti yücelten bir İslam anlayışına da sahip özgün bir örnek.
O halde itirazımız niye? İhsanoğlu’nun bu çerçevede mesela Deniz Baykal gibi bir isimden farkı, Osmanlı bilim tarihi ve İslam uygarlıkları alanlarındaki uzmanlığı ile eserleri olabilir mi?
İhsanoğlu seküler yapıda biriyse de, sonuçta merkez sağa ve milliyetçi muhafazakârlığa yakın duran bir isim. Peki CHP’ye yeni lider seçermişçesine İhsanoğlu’nun bu değerlerinin altını kalın çizgilerle çizenler, Atatürk’ün bu saydığımız kavramlara ne kadar uzak olduğunu söylesin de biz de öğrenelim.
Belli ki, AKP adayının karşısına seküler, modern, Atatürk ile barışık bir bilim adamının aday olarak çıkması yeterli değil. Hatta bu bir “tuzak.” Halbuki CHP kökenli bir aday çıksa ve yüzde 25 oy alıp seçilemese, birileri daha çok memnun olacak. Aslında CHP bahsinde eskiden çok da yabancısı olmadığımız “küçük olsun, benim olsun” yaklaşımı bu.
Ama küçüğüne, büyüğüne bakmadan, niyetimiz bağcıyı dövmek de değil, daha güzel, daha çok üzüm yemek ise, cehaletin ve düşünce özgürlüğünün yokluğunun İslam dünyası için ne kadar yüksek maliyeti olduğunu bilen ve bunun için sayısız eylem planları hazırlamış bir İhsanoğlu’ndan değil, cehaletten ve düşünce özgürlüğünün yokluğundan endişe duyalım bence.
Sorgulamamız gereken de bu cehalet olsun önce!
İKİ: “Çağdaş” olmayan adaylarla girilecek cumhurbaşkanlığı seçimleri ülkemizi kaotik Ortadoğu iklimine doğru daha hızlı sürükler.
İhsanoğlu’nun kamuoyunda az bilinen bir figür olması dolayısıyla hakkında bazı şüpheli yorumlar yapılmasını bir yere kadar anlayışla karşılıyorum. Ama “sıfır çözüm” diye öne atılanların “stratejik derinliğiyle” vardığımız nokta ortadayken, Müslüman toplumlarda “akılcı itidal” geliştirme ihtiyacının şampiyonluğunu yapmış İhsanoğlu gibi birinin bizi hızla kaotik Ortadoğu iklimine sürükleyeceği iddiasını dile getirmek için sadece kendisini değil Ortadoğu’yu ve Türkiye’yi de pek tanımıyor olmak lazım.
Bildiğim kadarıyla, uluslararası anlaşmazlıkların çözümünde kuvvet kullanımı ve tek yanlı müdahaleler yerine diplomasi, diyalog ve uluslararası adalet mekanizmalarını savunmuş bir isim İhsanoğlu. Filistin’de, Afganistan’da, Bosna’da, Cammu- Keşmir’de, Irak’ta barış için yüzlerce eşgüdüm toplantısı yönetmiş, temas grupları oluşturmuş, çok sayıda diplomatik çaba içinde olmuş bir aydın. Kaotik Ortadoğu iklimini ve içerdiği çok katmanlı ihtilafları ortalıkta uzmanım diye geçinenlerden ve onların patronlarından çok daha iyi bilen bir kaç isim varsa, İhsanoğlu o isimler arasında ilk sıralarda gelir.
Hal böyleyken, bizi Ortadoğu’da kaosa onun sürükleyeceğini iddia etmek biraz gülünç de bir nitelik arz ediyor.
ÜÇ: “CHP ortanın solunda bir parti. Cumhurbaşkanlığı seçiminde de buna uygun olarak Sol bir aday göstermeliydi.”
Önce CHP’nin sol olarak anılmasının temelinde yatan yarım asırlık o açılıma ve temellerine değinelim. CHP’nin, “ortanın solundayız” şeklindeki açılımının mucidi olarak görülen isim İsmet İnönü’dür. İnönü “ortanın solundayız” şeklindeki açıklamasını 25 Temmuz 1965’te partisinin Beşiktaş ilçe teşkilatında, yapmış, daha sonra bu demecini Abdi İpekçi’ye verdiği ve 29 Temmuz 1965’te Milliyet gazetesinde yayınlanan söyleşisinde tekrarlamıştır. Pek bilinmez ama İnönü’nün 1965 seçimlerinden 2-3 ay önce yaptığı bu “ortanın solu” açılımının ardında, aslında ABD’ye öykünme ve ABD’nin Demokrat Partili Başkanı Franklin Roosevelt’in o yıllardaki kalkınma modeliyle paralellik kurma çabası yatar. Başkan Roosevelt ABD’deki Büyük Buhran’ın ardından gerçekleştirilen çok yönlü yeniden yapılanma ve planlı kalkınma programı New Deal’ın (Yeni Düzen) mimarı olarak görülen bir liderdi. Roosevelt 19 Aralık 1944 tarihli basın toplantısında, gazeteci May Craig’in bir sorusuna verdiği cevabında, “12 yıldır ortanın solunda” olduğunu açıklamıştır.
Roosevelt’in “ortanın solu” açılımına bizde ilk kez CHP’nin o tarihteki önemli kurmaylarından Prof. Dr. Nihat Erim Ulus gazetesinde atıfta bulunmuştur. Daha sonra Erim’in bu hatırlatmasından güç alan İnönü, “ortanın solu” açılımını yaparken, “Benim sözüm hem Halk Partisi’nin siyasi bünyesinden gelir, hem de Amerika şartlarına bazı yönlerden benzer,” demiştir. İnönü, Türkiye’nin “planlı kalkınmacılıkla” gelişeceğini savunurken bunu ABD’nin gerçekleştirdiği gibi yapacağını söylemekte ve bu şekilde Sol ile arasına mesafe kurmaya çalışmaktadır. Bir diğer deyişle CHP, Adalet Partisi’nin kendisine yönelik suçlamalarına, aslında ABD’yi örnek aldıklarını belirterek karşılık vermektedir.
İşte CHP’nin “ortanın solu” açılımını yapmasının ardında “Sol” ile alakası şüpheli böyle bir tarihsel olgu rol oynamaktadır. “Ortanın solu” açılımının bir diğer nedeni de, CHP’nin 1960 anayasasının getirdiği serbestlikten de yararlanarak büyüyen ve kitlelerle gönül bağları kurmaya başlayan Türkiye İşçi Partisi’ne ve Marksist sola fren koymak istemesidir. Bu fren 1965 seçimlerinde pek işe yaramamışsa da 1969 ve sonrasında etkili olmuştur. Ve CHP uzun yıllar Sol’a açılan değil, böyle bir açılımı bloke edip soğurmaya çalışan bir nitelik arz etmiştir.
Dolayısıyla CHP’nin, kökenleri 1965’e giden “ortanın solu” açılımının ne ölçüde “sol” bir muhtevası olduğu ve güncel tartışmalarımıza ne ölçüde ışık tutabileceği tartışmaya açıktır.
Ayrıca unutmayalım ki, Franklin Roosevelt’in Demokrat Parti’si “planlı kalkınmacı” bir özle desteklenen “ortanın solu” açılımıyla 1933-1969 arasındaki 9 başkanlık seçiminden 7’sini kazanmıştır.
En güçlü olduğu dönemlerde bile bu başarının kıyısına yaklaşamayan, kitlelerle bu yönde sınıfsal ve organik bağlar kuramamış CHP’nin -Cevdet Sunay, Fahri Korutürk, Kenan Evren, Turgut Özal, Süleyman Demirel, Ahmet Necdet Sezer gibi isimler Çankaya’ya çıkarken görmediği- “sol aday” rüyasını bugün görmeye kalkması, böyle bir adayı Çankaya’ya çıkarabileceğini düşünmesi, eğer ani bir uyanışla gelen ham bir hayalcilik değilse, ardında başka bir niyet aranması gereken bir yaklaşım olarak görülecektir.
* * *
İhsanoğlu’nun çatı aday olarak sunulmasına itiraz edenlerin yukarıda sıraladığım 3 yanlış savın içermediği bir takım önemli gerçekler var ki, o mitlerden sonra şimdi de bu gerçeklerin altını çizelim.
BİR: İhsanoğlu’nun çatı aday olarak sunulması bir CHP Genel Başkanı’nın nihayet “konfor zonu”ndan çıkmaya yöneldiğini gösteren önemli bir işarettir.
Bir diğer deyişle, Kılıçdaroğlu bu kararıyla aslında başkanlığı bir kenara koyup “liderliğe” soyunmuştur. Kendi kitlesine onların beklentilerinin önünde ve ötesinde olan, uygulanması bir takım riskler içeren bir seçenek koymuş ve farklı beklentileri tek başına yönetmeye girişmiştir. Kendi siyasi kariyeri için de riskler içeren bu inisiyatifinin CHP için önemli bir atılım olduğu şüphesizdir. Kılıçdaroğlu’nun İhsanoğlu gibi bir adayı önermesi ya da Diyarbakır’a gidip burada çözüm sürecinin hukuki bir yapıya kavuşturulması gerektiğini söylemesi yanlış değildir. Kılıçdaroğlu bu çabalarını sürdürdüğü halde tamamına erdirme fırsatı bulamasa da, “en azından denedim” diyebilecektir. Yanlış olan, Kılıçdaroğlu’nun parti eriyip marjinalize olana dek “konfor zonu”ndan çıkmayı reddetmesi, liderlik yapmaktan imtina etmesi ve hiç bir şey denememesi olacaktır.
İKİ: İhsanoğlu’nun çatı aday olarak sunulması CHP’nin ülkemizde görmeye alışkın olmadığımız uzlaşma kültüründen yana bir tutum sergileyebildiğini de göstermiştir.
Yaşı elveren kuşaklar, Türkiye’nin 7. Cumhurbaşkanını seçmek üzere TBMM’de 25 Mart 1980’de başlayıp 11 Eylül 1980’e kadar devam eden ve tam 124 (!) tur seçim yapılmasına rağmen hiç bir sonuç alınamayan cumhurbaşkanlığı seçimini hatırlar. 12 Eylül darbesinin gerekçelerinden birini oluşturan bu sonuçsuz seçim süreci CHP de dahil mecliste bulunan bütün siyasi partilerin anlamsız ısrarlarının eseridir.
Dönemin diyaloga kapalı siyasi aktörleri 124 tur boyunca hiç bir şekilde bir uzlaşma çabasına girme ihtiyacı hissetmemişti. O günlerde mecliste Ajda Pekkan’a, Bülent Ersoy’a dahi oy atan bulunmuş, ama uzlaşma kültüründen yana bir tutuma destek çıkmamıştı.
Yaşı elvermeyenler de en azından bugünkü seçim sisteminin ve yol açtığı krizlerin müsebbibi olan bir önceki Cumhurbaşkanlığı seçim sürecini hatırlar sanırım. Bugün “tuzak” uyarısı yapan eski CHP yönetimi o tarihte “Kim aday olursa olsun, TBMM'nin cumhurbaşkanı seçimi için 367 üyeyle toplanması gerekir. Bu eksik olursa işi Anayasa Mahkemesine götüreceğimizi herkes biliyor” diyen manasız bir ısrarın peşinden bu işin nelere malolacağını öngöremeyen bir “tuzağa” doğru koşa koşa gitmişlerdi.
CHP’nin yıllar sonra uzlaşmayı esas alan bir çatı aday belirleme yoluna gitmesi, ülkemizde uzlaşma kültürünün istenirse hayat bulabileceğini göstermesi açısından da ayrıca önemli bir kilometre taşı olmuştur. CHP’nin kutuplaşmaları tırmandırma ustası AKP’yi bu hamleyle ters köşeye yatırdığını söylemek mümkündür.
ÜÇ: İhsanoğlu’nun çatı aday olarak sunulması, CHP’nin kendi hikayesinin de bir sonu olabileceğinin farkına vararak alınmış bir kararın sonucudur.
Bakın, CHP’nin son 40 yıllık tarihinde en yüksek oyu aldığı 1977 seçimlerinden bu yana neler oldu:
1977 seçimlerinde % 8.5 oy alan MSP çizgisi bu oranını geçen zaman içinde % 45-50’lere getirdi.
1977 seçimlerinde % 6.5 oy alan MHP çizgisi bu oranını geçen zaman içinde % 15’lere getirdi.
1977 seçimlerinde % 36 oy almış merkez sağ parti (AP) ve sonradan onun mirasını yüklenenler ya da onun üzerinde yeni bir miras inşasına girişenler siyaset sahnesinden silindi, gitti.
1977 seçimlerinde % 41 oy alarak tarihi bir başarı kazanan CHP ise – o tarihteki- en büyük rakibi silinmiş dahi olsa, bugün % 25’leri ancak aşabilen bir seçmen desteğine sahip. Büyüyemeyen, siyaset sahnesinde tamamen marjinalize olma ihtimali de mevcut bir parti.
Son yerel seçim yenilgisiyle bu ihtimali bir kez daha gören CHP’de artık devam etmemesi gereken bir şey var! Toplumun daha geniş kitleleriyle gönül bağı kurmak yolunda neler yapmaları gerektiğine, neyin CHP’de artık devam etmemesi gerektiğine kuşkusuz partililer karar verecek. Ama CHP’nin AKP’yi ters köşeye yatıran bu hamlesiyle İhsanoğlu’nu köşke taşıyamasa da elde edeceği, hatta şimdiden edindiği önemli bir kazanım var: Bu parti diyaloğu, uzlaşma kültürünü öne çıkarmayı, bu tip süreçlere bu doğrultuda liderlik etmeyi isterse başarabiliyor! Bu, bizim memleketimizde az buz bir kazanım değil! Yeter ki böyle bir kazanım çarçur edilmesin! Yoksa mutlaka takdir edilecektir.
* * *
İhsanoğlu tercihi, CHP için elbette ki bazı riskler barındırıyor. Bir kere İhsanoğlu’nun seçim başarısı, her şeyden önce kendisine, ortaya koyduğu değerlere, tetiklediği hülyalara ve seçim sürecinde göstereceği performansa bağlı olacak.
Bu nedenle de, Türkiye siyasetinde karşılığı olan bir figür olarak belirmek için İhsanoğlu’nun, CHP’den de, MHP’den de bağımsız olarak, insanların hayatına dokunacak anlamlı bir hikayeye ihtiyaç duyduğu açık. İhsanoğlu kendisini, Türkiye’nin son yıllarda hızla yitirmeye başladığı huzur, istikrar ve güvenilirliğini yeniden tesis edebilecek, hatta onun dünya sahnesinde saygın bir figür olarak sivrilmesini sağlayacak bir hikayenin merkezine yerleştirebilecek mi göreceğiz. Ama adaylığıyla hangi temel dertlerimizi sahiplendiğini gösterecek bu hikayenin toplumda karşılığını bulabilecek ölçüde samimi ve anlamlı olması gerektiği açıktır.
Çatı adaya itirazları olan CHP’lilerin de İhsanoğlu’nun Atatürkçülüğünü sorgulamayı bırakıp, onun Kürt Sorunu gibi, toplumsal adalet ve hakkaniyet sorunumuz gibi, yerinden yönetimi güçlendirecek demokratik bir anayasa yapamama sorunumuz gibi ağır ve ciddi güncel sorunlarımızın çözümü yolunda nasıl bir kolaylaştırıcı işlev görmeyi planladığını sorgulaması yerinde olur.
Sorgulanması gereken, İhsanoğlu’nun Türkiye için nasıl bir “10 Yıllık Eylem Planı” düşündüğü, bu sürecin içinde yer alacağı döneminde nasıl bir liderlik yapmayı tasarladığıdır. Bizi komşularımızla içine düştüğümüz “bin dert/bin sorun” politikasından nasıl uzaklaştırabileceğidir.
Bu yolda CHP’lilere düşen ise, derinleşen dertlerimize nasıl deva olabileceğini samimiyetle ortaya koyması halinde, İhsanoğlu’nu bilgilenme ihtiyacı duyduğu konularda aydınlatmak, çözüm geliştirmede ihtiyaç duyacağı katkıları benzer bir uzlaşma kültürü sergileyerek vermektir.
Yeni cumhurbaşkanımızı belirlemek için sandık başına gideceğimiz 10 Ağustos tarihine kadar önümüzde yaklaşık 40 günlük bir zaman dilimi var. Bu bir seçim kampanyası için kuşkusuz çok kısa bir zaman. Ama CHP’nin 1980’lerdeki ANAP, 1990’lardaki RP ve 2000’li yılların bugüne kadarki dilimindeki AKP deneyiminden anlamlı dersler süzebilmesi için epeyce uzun zamanı oldu. Şimdi bu 40 günlük süreçte tarihten süzebildiği o dersleri hatırlamasının, unutanlar varsa onlara da hatırlatmasının tam zamanı.
Partisine başkanlık değil, “liderlik” yapmaya başladığını hissettirmiş bir Kılıçdaroğlu’nun bu zamanı nasıl kullanacağını, bu liderlik “peşrevini” geliştirip geliştiremeyeceğini hep birlikte göreceğiz. Bugün tek bildiğimiz, dümeni, toplumun geniş kitlelerini samimi bir gönül bağıyla kucaklayabilen, bütün kesimlerin hürriyetlerini büyütebilen, gerçek bir sosyal demokrat parti olmaktan yana kırabilen bir CHP’ye toplumun her zamankinden fazla ihtiyaç duyması.
Ve unutmayalım, baştaki sorumuz şuydu: Muhalefet, Ekmeleddin İhsanoğlu üzerinden bir umut üretebilir mi? Evet, neticede üretilecek olan umut İhsanoğlu için aritmetik olarak yeterli gelir mi, bugün bunu bilemiyoruz. Ama CHP’nin geniş kitlelerle gönül bağı kurmak yolunda atacağı her tutarlı adımda bu umudu bir kat daha büyütme ve bizi bölünmüş, öfkeli topluluklar olmaktan çıkarıp yeniden bir toplum yapabilme ihtimali olduğu açıktır.
Yani, evet böyle bir ihtimal var. Ve bu CHP’nin dışından görünüyor.
Acaba içeriden görünmüyor mu?
twitter: @akdoganozkan
Batı’nın lacileri giydirdiği neo-Ladinist Colani güçlerinin Şam’a girmesi ve Esad’ın ülkeyi terk etmesinin ardından Suriye’de bir dönem bitti. Muzafferlerin sevinç çığlıkları yanıltmasın, kötü günler bitmiş ve şimdi sırada daha kötü günler de olabilir
İlk bakışta Lübnan ateşkesi akabinde, İran-Hizbullah ikmal hattını kesmeye yönelik bir hamle gibi görünen Suriye’deki cihatçı taarruzu en çok Tel Aviv’i sevindirmiş olabilir ama en çok Şam’ı mı, Tahran’ı mı, yoksa Ankara’yı mı üzecek, bunu söylemek için çok erken
“Kurallar temelli uluslararası düzen”, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Netanyahu ile Gallant hakkında alacağı tutuklama kararını önce 5 ay geciktirdi, şimdi de “sakın ha, tutuklarsanız yakarım sizi” deme yolunu seçiyor
© Tüm hakları saklıdır.