Sanırım rahmetli Ömer Uluç bir yazısında aktarmıştı. Türkiye’de daha çok “Görme Biçimleri” isimli kitabıyla tanıdığımız John Berger ile Beşiktaş’taki İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’ni geziyormuş. Berger salondaki onca resim arasında gidip Şeker Ahmet Paşa’nın “Ormanda Oduncu” resminin önünde durmuş. İngiliz entelektüel dikkatle incelediği resimde bir perspektif algılama hatası olduğunu fark etmiş ve şöyle demiş:
“Ressam doğaya dışarıdan bakarak bir perspektif oturtmamış, doğanın ortasında, içinde çizmiş.” Berger’e göre, eğer resim “doğru” bir perspektife oturtulmuş olsaydı, ormanın bizden uzaklaşması gerekirdi. Oysa “Ormanda Oduncu” tablosunda “orman bize yaklaşıyor.”
Bu ülkede yer yer inşaatçı gibi hükümet ettikleri izlenimini veren yöneticilerimizin “çizdiği” Türkiye resminde de benzer bir şey var sanki. Onlar da çizdikleri bu “Ormanda İnşaatçı” tablosunda “dışardan bakarak bir perspektif” ortaya koymuş görünmüyorlar. Daha çok inşaatın içinden, inşaatlarla çevrili bir alanın, dünyanın ortasından bakıyorlar. O yüzden bu “resimde” inşaat, yaptıkça bizden uzaklaşacak bir şeyken, daha çok yaklaşıyor.
Perspektif bu!
Böyle bakınca, bize “Türkiye tablosu” çizen bu “ressamlara” –Allah için- oryantalist diyemeyiz. “Püriten inşaatçılar” tabiri belki daha doğru olur. Ama oryantalist olmayıp “püriten” olmaları, onları tek başına “yerli” yapmıyor! Bu perspektifte bir “ecnebilik” var. Hatta öyle ki, “Ormanda İnşaatçı” resminde “Ormanda Oduncu”da olmayan ölçülerde bir ecnebilik saklı. Daha ilginç olanı bu ecnebiliği ehlileştirme ısrarı.
Bir zamanlar kişi başına düşen çelik üretimi bir ülkenin gelişmişlik seviyesi için tayin edici rol oynardı. Sanayiler arası ilişkiler dokusu içinde hegemonik bir konuma sahip olan demir-çelik endüstrisini geliştirmek ve bu üretimi hızla artırmak bu açıdan önemli görülürdü. Avrupa bununla müreffeh bir seviyeye geldi. Zamanla bu hegemonik rolü bilişim sektörü üstlendi. ABD bu alandaki öncülüğüyle büyük bir rekabet avantajı ve liderlik yakaladı.
Uzunca bir süredir Türkiye’yi yönetenlerin ağırlıklı icraat ve demeçlerine baktığınızda, gelişmişlik seviyesini belirleyen temel kriteri, kişi başına düşen çimento tüketimi olarak algılıyorlarmış hissine kapılabilirsiniz. Hatta icraatlarındaki “temel başarı kriterinin”, karnelerinde m3 beton cinsinden ifade edildiğini bile düşünebilirsiniz.
Hal böyle olunca, bu ülkede bizzat inşaat yapmaktan sorumlu bir bakanın, eğitimi, gençlerden “mucit” değil, “ara eleman” çıkartacak bir araç olarak görmesi de çok şaşırtıcı değil. Bir kere burası, çocukların hâlâ “icat çıkarma başıma” diye azarlandığı bir ülke. Ayrıca bizim “tablomuzda” inşaat, yaptıkça yakınlaşan bir şey olduğu sürece, genç nüfusun bu yönde eğitilmesi istihdamı artırmak açısından elbette önemli olacak.
Ancak eğitim aslen bir ülkenin kendisini 20-30 yıl sonra nerede görmek istediğini tarif etmek için kullanabileceği bir imkân. Bu imkânın içinde az çok fizik/kimya öğrenmiş, çizgiden ve ölçüden haberdar fayansçı ve beton karıcısı olsa hiç fena olmaz. Ancak galiba asıl ihtiyaç her şeyden önce “doğru perspektif” oluşturmak. Çünkü böyle bir perspektife sahip olmadan kendi resmimize dışarıdan bakmayı beceremiyoruz. Beceremeyince de, km2’ye düşen hafriyat kamyonu sayısını gelişmişlik kriteri zannedebiliyoruz. Hafriyat ve inşaat, yaptıkça bizden uzaklaşacak bir şey olması gerekirken, daha çok yakınlaşıyor.
Bir gün bu ülkede sıra bu “tablonun” silinmesine gelecek muhtemelen. Ve tarih kitapları Anadolu’nun kapısını 1071’de zorlayan, 1453’de de İstanbul’a yerleşen Türklerin bu coğrafyadaki yerleşme ve iskân hareketlerini falanca yüzyılın sonunda tamamlandıklarını yazacaklar. Belki şunu da ekleyerek: “Kentin kuzeyinde direnen küçük bir grup olmakla birlikte, iş makineleri ve hafriyat kamyonları büyük ölçüde şehirden çekilmiş durumdalar.”
İşte bu ülke ya da bu şehir belki de gerçek kurtuluş bayramını o gün yaşayacak! Çünkü o gün, kendi toprağımızla buluşma, onun bereketi üzerinde olgunlaşma, hoyratça yitirdiğimiz değerleri ıslah etme dönemi başlayabilecek. Belki o zaman hükümetlerimizin aldıkları kararların ezici çoğunluğu imar izinleriyle alâkalı olmaktan çıkacak; kaliteli ve biraz daha doğal değerlerimizi kollayan bir yaşam sürmemiz mümkün olabilecek. Hatta, İstinye’deki bir çocuk, çevresindeki ağaçları, canlıları ve tohumları, o berekete ve sağlıklı çevreye katkılarıyla tanımasına olanak veren yerel bir eğitim de alıyor olacak.
Ancak Kuzey Ormanları’ndaki katliam alanı her geçen gün akıl almaz boyutlara doğru genişlerken bunlardan söz edemiyoruz. Başarı kriterleri m3 beton üzerinden tanımlanan bir anlayış hakimiyetini sürdürdükçe, aklımıza ne buradaki tarım üreticilerine ne olacağı sorusu geliyor... Ne bir zamanlar Roma İmparatorluğu’na dünyanın en uzun suyolunu inşa etme olanağı tanıyan güzelim su havzalarımıza ne olacağı... Ne de denizlerini, ormanını ve oralardaki canlı yaşamını yitirmiş betondan bir kentte ne herze yiyeceğimiz!
Umarım kendi topraklarımızı bir fetih alanı gibi görmeyi bırakmak için, 2071’i ya da 2453’ü beklemek zorunda kalmayız. Umarım bu tarihlerden çok daha önce kendi topraklarımıza tamamıyla yerleşmiş ve ecnebiliğimizi atmış bir toplum oluruz.
Ancak o güne kadar galiba hepimiz “çok affedersiniz, ecnebiyiz.”
(Not: Yeri gelmişken, herkesin süratle Merih’ten gelmişçesine ecnebileştiği bir Türkiye’de, kısa ve güzel yaşamıyla bana bazen bu ülkenin aslında tek yerlisiymiş izlenimi veren Buğday Derneği’nin kurucusu Viktor Ananias’ı da saygıyla analım. Şilili bir babanın Zürih’te doğmuş ve çocukluğu Bavyera’da geçmiş bu güzel evladını 2011 yılında 39 yaşında Fethiye’de yitirdik. Onsuz bu ülke bana biraz daha “ecnebileşmiş” gibi geliyor.)
Twitter: @akdoganozkan