04 Kasım 2013
1979 yılı solun sadece Türkiye’de değil, Britanya’da da hükümetten uzaklaştığı bir yıldı. Labour Party (İşçi Partisi) o tarihten sonra çok uzun yıllar CHP ile aynı kaderi paylaştı ve tek başına iktidar yüzü göremedi. Ancak İşçi Partisi’nin iktidar hasreti sadece (!) 18 yıl sürdü. 1997’de seçimi yeniden kazandıkları gibi, 2010’a kadar da kesintisiz 13 yıl hükümet etme şansı yakaladılar. Peki, bu 18 yıllık sürenin iki katı bir dönem boyunca tek başına iktidar göremeyen CHP, Britanya’daki İşçi Partisi gibi, makus talihini kırabilir mi? Ve kendisini iktidara taşıyacak bir zafere 36 yıl sonra da olsa imza atabilir mi?
Bir başka deyişle, 2015’te Türkiye 1997’deki Britanya havasını yakalar mı?
Bu soruları sormamın temel nedeni, son zamanlarda günümüz Türkiye’sini 1980’ler ve 1990’ların İngiltere’sine benzetiyor olmam.
Aslında ‘90’lar İngiltere’si ile 2013 Türkiye’si arasındaki benzemezliklerin altını çizmeye başlayınca, sıra benzerliklere zor gelir. Bizde CHP gibi bünyesinde sınıfsal temsiliyete yer açamamış bir partinin varlığı analoji yapmayı daha da zorlaştırıyor. Çünkü Britanya’da işçi sınıfı ile organik bir bağ kurup bunu bütün teşkilatlarına yansıtabilmiş “sosyal-demokrat” bir partiden söz ediyoruz. Ancak bu iki partiyi makus talihleri ve bunu kırma çabaları bağlamında ele alırken, arada bazı benzerliklerin de var olduğunu görmezden gelemeyiz.
En başta şunu söylemekte yarar var: Neo-liberal politikalar dünyanın pek çok yerine benzer şekilde nüfuz ediyor. Bu süreçte toplumsal dokuyu öylesine tahrip ediyorlar ki, bu politikaları uygulayacak partiler kitlesel bir destek bulabilmek için sıklıkla muhafazakar/Hıristiyan/Evangelist/İslami vd. değerlerin arkasına sığınarak böyle politikaları tatbik edebiliyorlar.
Şimdi bu politikaların 35 yıl önce uygulama sahası bulduğu Britanya’ya giderek kısa bir dönem panoraması aktarmaya çalışayım. Ben bunu yaparken siz iki ülke ve iki parti arasındaki benzerlikleri zaten fark edeceksiniz. Ardından, İşçi Partisi’nin iktidarsızlık sarmalından nasıl çıktığını görelim. Sonra bir kez daha yazının başında sorduğum soruya dönebiliriz.
Britanya’da Margaret Thatcher liderliğindeki Muhafazakar Parti, James Callaghan önderliğindeki İşçi Partisi hükümetini 1979 yılı seçimlerinde muhalefete iterek iktidara geldi. Geliş o geliş! 18 yıl boyunca ülkeye hükmeden Muhafazakarlar, iktidarı 1997’ye kadar İşçi Partisi’ne vermediler. 1990’a değin başbakanlık yapan Margaret Thatcher ise 20. yy’da Britanya’nın en uzun süre görev yapan Başbakanı oldu.
Muhafazakar Parti'nin iktidarda olduğu dönemde;
İşte bu anlayış ve uygulamaların hüküm sürdüğü Britanya’da 1984 yılında bir isyan patlak verdi. Hükümetin 20 bin kişinin işsiz kalmasına sebep olacak şekilde 20 maden ocağını kapatma kararı ülke çapında -sınıfsal temellere oturan- uzun soluklu bir direnişi tetikledi. Ulusal Maden İşçiler Sendikası’nın (National Union of Mineworkers – NUM) kararıyla greve giden 144 bin maden işçisinin öfkesi, gördükleri şiddet ve umursamazlık yüzünden doğrudan doğruya Başbakan Margaret Thatcher’a yöneldi. Direnişçilerin onu istifaya davet eden “Maggy Maggy Maggy, Out Out Out” sözleri sürekli gösterilerle çalkalanan sokaklarda en sık duyulan sloganların başında geliyordu. Ancak Başbakan aylarca süren bu ihtilafı uzlaşıyla çözmek yerine, derinleştirip seçmen kitlesini konsolide etme çabasına girişti. Toplumun demokratik kesimleri çalıştıkları maden kuyularını işgal eden ve burada komün mutfakları kurarak dayanışma içine giren maden işçilerini aylarca destekledi.
Grevci işçilere karşı mücadeleyi adeta kişisel bir haçlı seferine dönüştüren Thatcher uzlaşmaz demeçleri ve kararlarıyla ülkeyi hızla kutuplaştırdı. Maden işçileri direnişini örgütleyen bazı liderler “hain” damgası yedi. Mahalleler bile ikiye bölündü. Ülkenin pek çok yerinde grevdeki işçiler ve onları destekleyenlerin gittikleri pub’lar ile iktidarı ya da grev kırıcı işçilerin yanında saf tutanların gittikleri pub’lar farklılaştı. Gazete ve dergiler Britanya’yı, “bölünmüş bir ulus” şeklinde tanımlar hale geldi. İhtilaf derinleştikçe gerginlik Sol’a da yansıdı. Bazı Ortodoks solcular, Thatcher’ın girdiği tüm seçimlerden zaferle çıkmasından,“yetmez ama okeyci” bir tavırla Muhafazakarlara oy vermiş sol ya da liberal kesimleri de suçlar oldu. Bu suçlamalar bazıları için o denli kabul edilmezdi ki, kimi İngilizlerin sokaklarda-kültürel açıdan elitist sayılabilecek bir tavırla- “Hiç beni suçlama, ben oyumu İşçi Partisi’ne verdim” yazılı rozetler takarak dolaştığı görüldü.
Sonuçta, Muhafazakarlar ekonomik kalkınmayı hızlandırma iddiasıyla geldikleri iktidarda kendilerini başarılı bulsalar da, ‘70’lerde % 2.59 olan büyüme oranını ‘80’lerde sadece % 2.73’e çıkartabildiler. Toplumsal eşitsizlikler ise derinleşti. Ekonomide arzu edilen kaynaklar yaratılamayınca da, adaletsizliğin dibine vuruldu. Thatcher, vatandaşın gelir ve mal varlığına dayalı olarak hesaplanan yerel vergiler yerine herkes için eşit sayılacak tutarlarda mali yükümlülükler içeren “kelle vergisi” (poll tax) gibi çok tartışmalı bir yükümlülüğü uygulamaya soktu. Bu, Muhafazakarların olmasa bile Thatcher’ın sonunu hazırladı.
Bilmiyorum, bütün bu saydıklarım size bir yerlerden tanıdık geliyor mu?
Peki, ülkede ve Muhafazakar cephede bütün bunlar olup biterken ana muhalefetteki İşçi Partisi nasıl bir süreçten geçiyordu? Şimdi biraz da ona bakalım.
Halkın önemli kısmının gözünde İşçi Partisi, iktidarı döneminde ülkeyi bitmek bilmeyen grevlerle, akaryakıt kuyruklarıyla, toplanmayan çöplerle tanıştıran, 1978-1979 kışını hafızalara “Nahoş Kış” olarak yerleştiren bir partiydi. Thatcher ‘80’lerde ele geçirdiği her fırsatta İşçi Partisi’nin geçmişteki bu dönemine, adeta “sokakları ahır yaptılar, ahır” dercesine atıfta bulunuyor ve eski bir travmayı seçmenin zihninde sürekli canlı tutuyordu. İşçi Partisi ise 1979 seçimlerinde tarihi bir hezimete uğramasına sebep olan zafiyetlerinin üstesinden gelip kendisini yeniden iktidara yürür hale getirmekte uzun yıllar zorlandı.
İşçi Partisi, Muhafazakarların iktidarda olduğu dönemde James Callaghan, Michael Foot, Neil Kinnock, John Smith ve Margaret Beckett gibi 5 lider eskitti. Ancak 18 yıllık sağ iktidara son veren, liderliği Beckett’ten devralan Tony Blair oldu.
1997 – 2007 arasında Başbakanlık yapan Blair, neyi önceki parti liderlerinden farklı yapmıştı da, İşçi Partisi Britanya seçmeninin güvenine yeniden mazhar hale gelip çoğunluğu elde etmişti? Bu sorunun cevabını 3 temel eksende irdelemek mümkün.
1. VİZYON: Aslında Blair’in yaptığı bugün rekabette geride kalmış, atılım ihtiyacındaki herhangi bir büyük kurumsal şirketin başına geçen yenilikçi bir CEO’nun yaptığından çok da farklı değildi: Parti vizyon, misyon ve hedeflerinin yeniden tarifi ve bunların kitlelerle berrak ve özlü bir şekilde iletişimi. İşçi sınıfının yılların seyri içinde küresel ölçekte geçirdiği “fragmantasyonun” da farkında olan Blair’in, değişim doğrultusundaki en önemli aksiyonu, parti programına 1918 yılında dahil edilen ve örgütün devletçi anlayışını temel alan, 80 yıllık “4. Madde”yi tamamen değiştirmesi oldu. Söz konusu madde eski haliyle, ekonomide kamu mülkiyeti dışındaki mülkiyet biçimlerini sınırlıyor ve özelleştirmeleri olanaksız hale getiriyordu. Blair bu maddeyi değiştirdi; söz konusu satırları kaldırdı ve “demokratik sosyalizm” tarifi içeren bir hale getirdi. Yeni lider, “demokratik sosyalizm”i, değiştirilemez bir değerler kümesi içerecek şekilde tarif ediyordu. Ancak bu değerler doğrultusunda geliştirilecek politikalar toplumun değişen şartlarına uygun olarak değişebilir, modernize edilebilirdi. Bu değişiklik, İşçi Partisi gibi köklü bir parti içinde kolay gerçekleştirilemeyecek bir “devrim” sayılırdı. Partinin seçmen nezdindeki kredisini hızla yükseltmeyi hedefleyen Blair, bunu, iktidara susamış parti teşkilatını –sol kanatın bütün direnişine rağmen- ikna ederek 1995 yılında mümkün kıldı. Blair liderliğindeki İşçi Partisi’nin sosyalist olup olmadığı tartışılırdı belki ama parti artık “yeni” bir parti idi.
2. ORGANİZASYON: Blair için mesele 4. Madde değişikliği ile sınırlı değildi. Partisini “1979 nahoş kışı” ile özdeşleştirenlerin bu algısını silmeye kararlı olan genç lider, sendikaların parti teşkilatındaki ezici hakimiyetini de sona erdirdi. Böylece, İşçi Partisi’nin sendika patronlarınca yönlendirilen, güdümlü bir parti olduğu izlenimini de yıktı. Muhafazakarların İşçi Partisi zihniyetini “millete” şikayet ederken en çok kullandığı argüman böylece ortadan kalkıyordu. Blair bunu parti politikalarının belirlendiği Kurultaylardaki (Labour Party Conference) delege yapısını değiştirerek gerçekleştirdi. Eskiden delegelerin % 80’ini sendika temsilcileri oluştururken, yeni değişikliklerle bu oran % 50’ye çekiliyordu. Blair, Kurultayların parti politikalarını tayin etme işlevini de budadı. Eskiden bu politikaların belirlenmesinde belki de tek merci olan kurultayları partinin bir tür MYK’sı sayılan Ulusal İcra Heyeti” (National Executive Commitee) yönetir, kurultaylarda neyin tartışılıp neyin tartışılmayacağına bu heyet karar verirdi. Blair bu heyetin bu yetkisini zayıflattı. Partide iki yılda bir yenilenen, 186 üyeli bir “Ulusal Politika Forumu” (National Policy Forum) oluşturdu. Forum üyelerinin sadece 30’u sendikaları temsil ederken, 55’i seçim bölgelerinden, 9’u milletvekillerinden, 9’u da yerel yönetimlerden geliyordu. Yılda 2-3 hafta sonu toplanacak forumun temel misyonu, parti komisyonlarının ürettiği dokümanları tartışmak ve bunları taslak halinde kurultaya iletmekti.
3. POLİTİKA: Blair, söz konusu organizasyonel değişikliklere paralel olarak parti programını da yeniledi. Bu program dahilindeki politikaların bazıları İşçi Partisi’nin “Thatcherizm”i has uygulayıcılarından daha iyi, daha dengeli yöneten bir parti olmak istediği izlenimi veriyordu. Ülkede 20 yıla yakın süre uygulanan liberal politikalar sosyal dokuyu epeyce tahrip etmişti. Bunlar daha dengeli yürütülebilirdi. Ama özellikle bir alanda durum tamamen farklıydı: Eğitim! Muhafazakarlar döneminde yerel yönetimlerin eğitim kurumları üzerindeki yetkileri budanmış, eğitim kalitesi düşmüştü. Üniversite ve araştırma merkezlerinin Hazine’den aldıkları yardımlar büyük bütçe kesintilerine maruz kalmıştı. Öyle ki, Oxford Üniversitesi, kendisinden mezun olan başbakanlara verdiği fahri doktora unvanını eğitimde yaptığı büyük bütçe kesintileri nedeniyle Thatcher’a vermekten imtina etmişti. İşçi Partisi eğitimde yüzeysel politikalar yerine, doğrudan doğruya kitlelerin özlem ve taleplerini iyi okuduğu izlenimin veren uygulamalar geliştirdi. Geçmiş dönemin yumuşak karnını bulmuş olan Blair, daha 1996’daki Kurultay’da İşçi Partisi’nin iktidara gelmesi halinde, 3 temel önceliği olacağını şöyle haykırıyordu: “Eğitim, eğitim, eğitim!” İşçi Partisi, icraatı döneminde eğitime ayrılan bütçeyi artırdı. Eğitimde çok sayıda reform yaptı, yerel yönetimlerin yeni okullar açabilmesini kolaylaştırdı. Yüksek öğrenim kurumlarında okuyan öğrenciler için eğitim ücretlerini yıllık 1000 pound olarak sabitledi ve bunun üniversiteden üniversiteye değişmesine izin vermedi. Yoksul aileler için indirim ve muafiyetler getirdi.
İşte böyle...
Peki şimdi ne dersiniz… 1997 öncesindeki İşçi Partisi ile 2013’teki CHP’nin yaşadığı sıkıntılar arasında hiç mi benzerlik yok?
Ve, ne dersiniz..
1. VİZYON BAHSİNDE: CHP’nin de yeniden tek başına iktidara yürür hale gelmesi için -yeni bir lider değil belki ama- yeni bir vizyon, değerler kümesi ve hedefler belirlemesi gerekmiyor mu?
2. ORGANİZASYON BAHSİNDE: Britanya’da İşçi Partisi’ne yönelik halk desteğini ‘80’lerde % 30’lar civarına indiren temel faktör, sendikalarla olan kuvvetli bağlarının merkez seçmendeki negatif algısı idi. Bugün CHP’yi iktidara yürüyebilen bir parti olmaktan alıkoyan şey keşke o olsa! Ama sıkıntı partinin özellikle ulusalcılık bahsinde sıkıştığı sembollere dayalı siyaset alışkanlığı gibi görünüyor. Gerçi Kemal Kılıçdaroğlu liderliğindeki CHP, bu siyaset anlayışına geçmişe nazaran daha az prim veriyor. Ama bunu o anlayışla yüzleşerek değil, geçici olarak sesini kısarak, üzerini örterek yapıyor. Acaba CHP seçmene yeni bir siyaset dili ve anlayışı ile yaklaşacaksa, bunu organizasyonunda da yeşertmesi, politika ve proje üretimini güçlendirmesi gerekmiyor mu?
3. POLİTİKALAR BAHSİNDE: Bir sosyal devlet olduğu izlenimini hiç bir şekilde vermeyen Türkiye’de ülke insanlarına onurlu bir gelecek perspektifi sunmak isteyen bir partinin kamusal haklarımızın yeniden tarifini yapmaya belki de eğitimden başlaması ve yapacaklarını –İşçi Partisi gibi- projeleştirmesi gerekmiyor mu? Türkiye’de eğitim yazboz tahtasına çevrilmiş bir sistem(sizlik) içinde. Bu topluma yeni bir umut aşılamak için işe toplumsal eşitsizliklerin giderilmesine değil, derinleşmesine hizmet eden eğitim sistemimizden başlamak lazım gelmiyor mu?
Bugün, eğitim bu ülkenin rekabet ve gelişmişlik endeksi bahsinde peşpeşe goller yediği kalenin adı. Çünkü devlet eğitimde üzerine düşeni yapmıyor. Herkese kaliteli, ucuz ve kolay erişilebilir, özgür eğitim olanakları sunmuyor, fırsat eşitliği gözetmiyor. “Ara eleman” yetiştirmenin ötesinde bir eğitim vizyonu geliştirmiyor. Bu ülkede gelir seviyesi düşük aileler bu gerçekleri bile bile çocuklarını hiç bir vaadi ve iddiası kalmamış devlet okullarına gönderiyorlar. Gelir durumu biraz iyi olanlar ise okul-öncesinde (Mutlu Tönbekici’nin bir yazısında söylediği gibi) sırf çocukları “bağıra çağıra Ali Baba’nın Çiftliği’ni” söyleyebilsinler diye her yıl 25-30 bin TL’lere varan eğitim ücretleri ödüyorlar. Çocukları vasatın altında ilk ve orta öğrenim görmesin isteyen anne babalar özel okullara” bazen 40 bin liranın dahi üzerine çıkabilen bedeller döküyorlar. Bu yetmiyor, dünya kadar parayı bir de dershanelere bayılıyorlar. Bir İngiliz’e çocuğunuz için eğitimde saçtığınız paraların büyüklüğünden bahsetseniz, sorar size, “hayırdır, niye döküyorsunuz bu paraları, çocuğunuz özürlü mü?” diye. Anlatamazsınız asıl özürlünün eğitim sisteminiz olduğunu.
Bu ülkede devlet eğitimde yok. Devlet çocuklarına doğru dürüst matematik ve İngilizce öğretmekten bile aciz. Bu yüzden Türkiye’de cemaatler devletin yapamadığını kotarmaya çalışıyorlar. Ancak eğitim bir toplumun kendini 20-30 yıl sonra dünya liginde görmek istediği yeri tarif ediyorsa eğer... Eğer CHP’nin, Türkiye’yi bu ligde ön sıralara yerleştirmek gibi bir iddiası varsa, ucuz, kaliteli ve kolay erişilebilir eğitim olanaklarını herkesin hakkı haline getiren bir sistem projelendirmesi gerekmiyor mu? Çocukların ve gençlerin özgürlük soluduğu, konforlu yurt olanaklarıyla da desteklenen, açık fikirliliğin özendirildiği bir eğitim için kapsamlı sosyal politikalar üretmeye ihtiyacı yok mu?
CHP’nin ayrıca bunları yaparken bilişim teknolojilerinden ve inovasyon temelli çözümlerden nasıl yararlanılacağını, teknoloji sektöründeki Ar-Ge yatırımlarını nasıl ivmelendireceğini belirlemesi gerekmez mi? Mesela, “eğitimde, bilişimde ne yaptılar da bizi hızla solladılar” diye Kore gibi ülkelere bakması lazım gelmez mi? Ve bu konuda sadece merkezi hükümetlerin değil, yerel yönetimlerin de yapabileceği bir şeyler yok mu?
Kendisine “sosyal demokrat” diyen bir partinin, yeniden umut haline gelebilmesi için işe koyulması gereken yerlerden biri burası değil mi? Sadece AKP’nin ve cemaatlerin eğitim alanındaki çabalarına “muhalif” olmakla yetinen bir partinin herhangi bir çağırıcı cazibesi olur mu? Dün oldu mu, yarın olur mu?
Bugün önümüzdeki seçimlerde CHP’ye oy verecek 3 kişiyi sokakta çevirip sorun, “bu partinin eğitim politikası ne? Sana ya da çocuklarına ne vaat ediyor eğitim alanında?” diye. Acaba “4+4+4” sistemi ve laik/dinci ekseninde dönen tartışmaların ötesinde bir şeyler söyleyebilirler mi sizce? Ya da, var mıdır CHP’nin parti programına bir tamlama olarak koyduğu laik demokratik eğitim” ifadesi dışında somut politika ve projeleri? Bizler biliyor muyuz?
Şimdi tekrar başa dönüp aynı soruyu şu söylediklerimizle birlikte tekrarlayalım: 1977 seçimlerinde % 41 oy almış bir parti CHP. Ve yıllardır % 25’lerde sıkışmış durumda. Ve tek başına iktidarı kucaklamak için her 3 AKP seçmeninden birini mutlaka kendi lehine çevirmesi gerekiyor. Bu kadar net! Eti budu belli sosyalist sola, “aday çıkarıp oyları bölmeyin” diyerek nereye kadar yol alınabilir? Geçmişte ne kadar yol alındı?
Özetle, CHP’nin Britanya’daki İşçi Partisi’nin 1997’deki başarısına benzer bir başarıyı önümüzdeki genel seçimlerde tekrarlayabilmesi için, eşitlikçi anlayışını somutlayan projeler üretmesi, “eğitim, eğitim, eğitim” diyerek bu ülkedeki herkes için, Alevi, Sünni, Kürt, Türk, laik, dindar toplumun tüm kesimleri için yeniden umut haline gelmeyi denemesi gerekmez mi?
“CHP, 2015’te Türkiye’yi 1997’deki Britanya gibi yapar mı”, demiştik başta. Galiba bu, öncelikle CHP’nin bu yönde çabalara öncelik tanıyıp tanımayacağına bağlı.
Sanırım CHP’nin artık yanıtlaması gereken sorulardan biri de bu!
Batı’nın lacileri giydirdiği neo-Ladinist Colani güçlerinin Şam’a girmesi ve Esad’ın ülkeyi terk etmesinin ardından Suriye’de bir dönem bitti. Muzafferlerin sevinç çığlıkları yanıltmasın, kötü günler bitmiş ve şimdi sırada daha kötü günler de olabilir
İlk bakışta Lübnan ateşkesi akabinde, İran-Hizbullah ikmal hattını kesmeye yönelik bir hamle gibi görünen Suriye’deki cihatçı taarruzu en çok Tel Aviv’i sevindirmiş olabilir ama en çok Şam’ı mı, Tahran’ı mı, yoksa Ankara’yı mı üzecek, bunu söylemek için çok erken
“Kurallar temelli uluslararası düzen”, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Netanyahu ile Gallant hakkında alacağı tutuklama kararını önce 5 ay geciktirdi, şimdi de “sakın ha, tutuklarsanız yakarım sizi” deme yolunu seçiyor
© Tüm hakları saklıdır.