Bilmem, milli takımımız grup elemelerini geçip Brezilya’daki 2014 Dünya Kupası finallerine katılmış olsaydı, durum farklı olur muydu?
Bu ülkede iyice örselenmiş, aşınmış “biz” duygusunu yerli yerine oturtabilir miydik?
Yerinden oynamış sosyolojik fay hatlarımızı az da olsa kaynaştırıp en azından bir aylığına ortak bir hayale, ümide sahip bir toplum, bir millet görüntüsü verebilir miydik?
Kim bilir, belki en azından tatlı bir yaz aşkı tesis edebilirdik -ki içinde bulunduğumuz şu berbat karanlıkta bu az buz bir lezzet olmazdı!
Bilmiyorum. Bildiğim tek şey, grup elemelerindeki son maçımızı Hollanda’ya 2-0 kaybettik diye, bu ülkede bugün “biz” olamamanın sorumluluğunu Fatih Terim’e yıkamayacağımız.
O sorumluluk hepimizin. Bu, 15 Ekim 2013 günü de söyleyebileceğimiz bir şeydi. Son kez sandık başına gittiğimiz 30 Mart 2014 günü de.
İlkinin tartışılacak bir tarafı yok artık; “artık önümüzdeki maçlara bakacağız!”
İkincisi, yani 30 Mart yerel seçimleri ise ortaya çıkan aritmetiğiyle, sosyoloji ve siyaset bilimi açısından içerdiği sonuçlarıyla bazı medya organlarında epeydir tartışılıyor.
Söylenmemiş şey kalmadı, diyemem. En azından bazı kafaların almadığı çok şey olduğu aşikar.
Ama, ben bugün 30 Mart seçimlerini değil, 31 Mart seçimlerini konuşmak istiyorum.
Evet, hayat keşke 5 yılda bir yaptığımız aptalca bir seçimden ibaret olsaydı.
Ama değil! Hepimiz, her gün olduğu gibi 30 Mart 2014 seçimlerinin ertesi günü de –yani 31 Mart 2014’te de- hayatımıza dair bazı seçimler yapmak durumunda kaldık.
Neyi onaylayıp destek verdiğimize, neyi istemeyip reddettiğimize dair seçimler...
Peki temelde ne seçim yaptık 31 Mart günü?
Klişe tabirle sorarsak, “seçmen ne mesaj verdi” 31 Mart’ta?
Çok uzun süredir “biz” duygusu epeyce aşınmış, tahrif olmuş Türkiye toplumu 31 Mart’ta önce artık belirginleşen seçim sonuçlarına baktı. Sonra Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın günün ilk yirminci dakikasında son bulan balkon konuşmasını dinledi...
Ve Radikal gazetesinin, “Balkon: Yurtta harp cihanda harp” şeklinde yansıttığı manşetindeki gibi, çok önceden zaten belirlemiş olduğu safına dair bir inanç bilemesi yaptı. Karşı cepheye yönelik hınç ve nefret tazeledi!
Bir başka deyişle hangi cephede yer alırsa alsın, seçmen 31 Mart’ta seçimini kendi aidiyet cephesinden yana yaptı, “biz”den yana değil.
Bir CHP’linin “biz” paydasına en fazla MHP’li bir seçmenin girebildiğini, bir AKP’linin ise kendi 12 yıllık koalisyon partnerini dahi düşman ve hain ilan edebildiğini, onun “inine girmeye” hazırlandığını gördük.
Aynı suda birbirine karışmadan var olan, hatta farklı yönlere akan iki, hatta üç farklı akıntı gibiydik, öyle yaşıyorduk.
Kutsal kitaplarda tarif olunan cinsten bir mucizeydik sanki! 31 Mart’taki seçimlerimiz işte bu berbat mucizeyi teyit eder, pekiştirir doğrultuda oldu.
Tüm bu yaşadıklarımızdan habersizce Zekeriyaköy’de kaybolan 3.5 yaşındaki bir çocuğu arama çalışmaları sırasında bu “bizsizliğimizi”, bu bölünmüşlüğümüzü iyice görmüş olduk.
Evet belki bu haksızlık, vicdansızlıktı. Ama bu noktaya gelmiştik işte.
Winston Churchill 1951 yılı Eylül’ünde yaptığı bir konuşmada, “vicdanı olmayan bir ülkenin ruhu yoktur, ruhu olmayan bir ülke ise hayatta kalamaz” diyordu.
31 Mart günü yaptığımız seçimlerle nasıl bir yarın istediğimizi ilan etmiş olduk Ruhu olmayan bir ülke istiyorduk!
Gerçi, “o ruh zaten hiç bir zaman var olmadı ki” diyen de çıkabilir.
Fazla acımasız bir hüküm belki, bilemiyorum.
Bildiğim, karşı karşıya kaldığımız bu faturanın sebebi son bir yılda yaşadıklarımız değil. Bu bir sonuç.
Asıl sebep, büyük şehirlerimizde çok uzun süredir birbirine değmeden, karışmadan, kendi içimize dönük topluluklar halinde yaşıyor oluşumuzda gizli.
Artık mahallelerde, ilçelerde, şehirlerde ayrışmış bir şekilde yaşıyoruz. Kent alanı kamusal özelliğini yitirdi.
Prof. Dr. Mustafa Güvenç geçenlerde televizyonda bu farklı kent alanlarında farklı topluluklar halinde yaşıyor oluşumuzla ilgili olarak şöyle diyordu: “Eskiden kent tıpkı bir opera sahnesi gibi bütün aktörlerin içinde yer aldığı, kamusallığı olan büyük bir saha iken, bugün birbirine değmeyen farklı toplumsallıkların iç içe değil sadece yan yana yaşadığı ve paylaşılan alanın olmadığı bir yere dönüştü. Buna, dramatik olanın topolojik olana dönüşmesi diyoruz.”
Yanyanalıklar var, bitişiklikler var, ama paylaşılan ortak bir yaşamımız yok. Bunların sebeplerinin araştırılması, yeni sosyolojik saha çalışmalarının yapılması, belki siyasi antropolojinin devreye girmesi lazım.
Sonrasında sahaya inip terlememiz, formanın hakkını vermemiz ve “biz” olmayı becermemiz lazım. Fabrika ayarlarına dönmemiz şart!
İşe bir yerden başlayacaksak, toplumsallığı yeniden inşa etmekle başlayabiliriz.
Tabii ruhu olan bir ülke olmak ve var kalmayı sürdürmek istiyorsak!
Maalesef toplum olarak daha ziyade milliyetçilikle sınanacağımız bir döneme, 2015’e doğru ilerlerken, kanlı ve kirli tüm savaş ve gerilimleri arkamızda bırakıp “biz” olmayı arzuluyorsak!
Çok istiyorsak, seviyorsak, gidip konuşalım bence!
Twitter: @akdoganozkan