09 Eylül 2019

Ankara'nın El-Nusra planına Washington darbesi

Washington'un "sürprizi" sert olmuşa benzer; bakalım Ruslardan da yeni "sürprizler" çıkacak mı?

Moskova'nın 2017 yılından bu yana Heyet Tahrir'üş Şam (HTŞ) adıyla varlığını sürdüren El-Nusra örgütünün kısa süre içinde dağıtılması konusunda Ankara ile anlaştığı, ancak Washington'un İdlib bölgesine yönelik olarak Ağustos ayının son günü gerçekleştirdiği "sürpriz" bombardımanlarla bu planı bozarak örgütün İdlib bölgesinin tek hâkimi olarak yaşamını sürdürmesi yönünde çaba sarf ettiği ileri sürülüyor. 

Ankara'nın İdlib bölgesinde "teröristler" ile "ılımlı muhalif" olarak adlandırılan güçleri birbirinden ayırmaya dönük taahhütü aslında 17 Eylül 2018 tarihli Soçi Mutabakatı'na dayanıyor. Ancak Ankara'nın geçen zaman içinde bu konuda bir ilerleme kaydedememesi üzerine iki ülke liderleri 27 Ağustos 2019 tarihinde Moskova yakınlarında bir araya gelmiş ve hem Rusların temel derdi olan "teröristlerle mücadelenin" yol haritası hem de Türkiye'nin temel sıkıntısı olan bölgedeki TSK'ya ait "gözlem noktalarının" akıbeti bu görüşmelerde masaya yatırmışlardı.

Her ne kadar "zirve" basına Putin'in Erdoğan'a dondurma ısmarladığı ve SU-57 tipi gelişkin yeni nesil Rus savaş uçağını takdim ettiği görüntülerle yansımış olsa da, iki ülke heyetleri ve liderlerinin Jukovskiy Uluslararası Havaalanı'nda gerçekleştirdiği görüşmelerin asli gündem maddesinin İdlib olduğu da biliniyordu. Konu İdlib olunca her iki tarafın "terörist" örgüt kategorisine sokarak tanımladığı, bugün İdlib bölgesinin yüzde 85-90'ına da hâkim konumdaki Heyet Tahrir'üş Şam (HTŞ) adı verilen Selefi cihatçı yapıyı gündeme getirmesi kaçınılmaz olacaktı. Bir dönem bölgede El-Nusra (Nusret) Cephesi adıyla faaliyet gösteren HTŞ, "Soçi Mutabakatı"nın hemen ardından TSK'nın bölgede gözlem istasyonları kurmasına itiraz etmemiş, hatta bunların oluşturulması sırasında zaman zaman Türk konvoylarının bölgeye güvenli bir biçimde ulaşmasına destek olmuştu. Lakin HTŞ'nin desteği bununla sınırlı kalmış, "Suriye El-Kaide'si" olarak da bilinen örgüt ne Ankara'nın Soçi'de üzerine aldığı ve bölgede 10-15 km derinlikte bir çatışmasızlık bölgesi kurulması misyonuna destek vermiş, ne de Lazkiye ile Şam'ı Halep'e bağlayan M4 ve M5 karayollarının denetiminin Şam Yönetimi'ne bırakılmasına yanaşmıştı.

Bölgedeki son gelişmelerde de, hatırlanacağı gibi, El-Nusra'nın eline uçaksavar füzeleri geçtiğini fark eden ve bu şekilde Hmeymim'deki üslerine yönelik tehdidin büyüdüğünü düşünen Rusya, İdlib'in kale kapısı olarak da bilinen Han Şeyhun kasabasına yönelik askeri harekatı hızlandırarak, sahada "gaza basmıştı." Neticede Rusya desteğindeki Suriye Arap Ordusu birlikleri 21 Ağustos'ta kasabayı HTŞ ile müttefiki örgütlerden temizlemiş, ancak bu harekât sonucunda TSK'nın 9 numaralı Morek gözlem noktası Suriye hükümet kuvvetlerinin denetimine geçen bölgede kalmıştı.

Kimi kaynaklara bakılırsa, Jukovskiy Uluslararası Havaalanı'nda gerçekleştirilen görüşmelerde iki ülke TSK gözlem istasyonlarının güvenliğinin Rus askerler tarafından sağlanması dışında somut herhangi bir mutabakat sağlayamadı. Ancak bu durumda ateşkesin o zaman ne için ilan edildiği sorusu akla geliyordu. Nitekim Fars Haber Ajansı'nın Suriye merkezli el-Vatan gazetesi kaynaklarına dayanarak 1 Eylül tarihinde aktardığı haberde yer alan iddialara bakılırsa, Ankara bu görüşmelerde bir yıl önce Soçi mutabakatında karar altına alınan hususları yerine getirme konusunda Moskova'ya bir kez daha söz verdi. Gazetenin HTŞ'ye ve İdlib'de hükümet kuvvetlerine karşı savaşan diğer muhalif çatı örgütlerinden Ulusal Kurtuluş Cephesi'ne yakın kaynaklara dayanarak aktardığı habere göre, Ankara heyetler arası görüşmelerde, bir dönem Suriye el Kaidesi olarak da bilinen Heyet Tahrir'üş Şam (HTŞ) isimli örgütü dağıtma ve onun müttefiki olan Huraseddin ve Ensar'ül Tevhid gibi örgütleri etkisiz kılma sözü vermişti. Buna göre, bölgede derhal bir ateşkes uygulamaya konacak ve Türkiye de söz konusu ateşkes koşulları altında varılan bu mutabakatın gereğini sekiz gün içinde yerine getirmek için çalışacaktı.

Türk hükümetinin Moskova'da verdiği söylenen sözü yerine getirememesi durumunda Suriye Ordusu 31 Ağustos tarihinde yürürlüğe koyduğu ateşkesi (dün yani 8 Eylül itibarıyla) sonlandıracak ve Hama – İdlib kırsalında sürdürdüğü askeri operasyonlarına kaldığı yerden devam edecekti.

İdlib muhafazasının Suriye parlamentosundaki temsilcisi Safvan el Kurbi de, Moskova'daki görüşme için, "Suriye Ordusu taarruzlarının ateşini düşürmeye dönük telaşla gerçekleştirilmiş bir toplantıydı. Çünkü İdlib'deki belirli bölgelerin ele geçirilmesinin fiiliyatta bir ayı geçeceğini hesaplamışlardı ama Suriye Ordusu bunu birkaç gün içinde başarmıştı" ifadelerini kullanıyor  ve "Ankara'nın büyük tavizler verdiğini" iddia ediyordu.

Tabii Ankara'nın -varsa eğer- böyle bir taahhüdü yerine getirilebilmesi ancak yerel halkın bölgenin yüzde 85-90'ına hâkim konumdaki HTŞ üzerinde örgütün bölgeden çekilmesi ve/veya dağıtılması yönünde baskı kurabilmesiyle mümkün olabilirdi. Han Şeyhun'da yenilginin nasıl hızla geldiğini gören ve Suriye Ordusu'nun kuzeye ilerlemesi durumunda daha dramatik şartların pençesine düşebileceğinden endişe eden halk kitlelerinin HTŞ'ye yönelik taleplerini haykırdıkları gösteriler düzenlemesi lazımdı.

İşler bir noktaya kadar planlandığı gibi gitti. Moskova görüşmesinin hemen akabinde Suriye'nin kuzeybatısındaki pek çok beldede yerel halkın gösteriler düzenlendiği görüldü. El Vatan gazetesinin bölgedeki kaynaklara dayandırdığı söylenen bir diğer haberine bakılırsa, yerel halk HTŞ'nin İdlib'in Ma'aret el Numan, Serakib, Kefr Takharim ve Eriha gibi beldeleri ile Batı Halep'in el-Erteb kasabalarından çekilmesini talep eden gösteriler gerçekleştiriyordu.

Kimi kaynaklarda verilen bilgilere göre, Kefr Takharim'de göstericiler "Allah'tan başka tanrı yoktur ve Culani Allah'ın düşmanıdır" şeklinde sloganlar atıyor, Serakib'de ise sloganlar Culani'nin kız kardeşini de işin (!) işine karıştıracak bir içerik taşır hale geliyordu.

Sahadan yansıyan haberlere bakılırsa, sadece küçük bir grup cihatçı göstericilerin çağrılarına uyarak Türk sınırına çekilmişti. HTŞ liderliğinin böyle bir niyeti yoktu. Hatta HTŞ hasımlarınkine benzer bir uygulamaya yönelerek bölgeden silinmesiyle sonuçlanabilecek böylesi çabaları boşa çıkarmak üzere değişik yerlerde Rusya ile planın ortağı olan Türkiye'yi telin eden gösteriler düzenliyordu. Cihatçı güçlerin destekçisi olan yayın organlarından Enab Beladi'ye atfedilen bir habere göre ise, örgütün bölgede idareyi üstlenmiş siyasi kanadı olan Selamet Hükümeti, son aylardaki çatışmalarda yüzlerce savaşçısını kaybeden HTŞ'ye katılarak çatışmalarda görev alacak yeni militanları kendi saflarına kaydettirme çabalarını yoğunlaştırdı. Selamet Hükümeti, 5 Eylül tarihinde bu amaçla "Cahid Bi-nefsihi" (Kendi Nefsinle Savaşan) başlıklı bir konferans düzenleyerek örgütün Ebu Bekir Sıddık, Ömer İbni Hattab, Osman bin Affan ve Ali bin Abi Talip gibi "özel kuvvet" statüsünde tanımladığı askeri yapılanma birimlerine katılma çağrıları yaptı. Bu girişimler örgütün kendisini feshetmeye dönük çağrılara hiçbir şekilde itibar etmediğinin ve etmeyeceğinin açık birer göstergesiydi.

HTŞ liderliğinin Ankara-Moskova ittifakına karşı çabaları bunlarla da sınırlı kalmadı. Heyet Tahrir'üş Şam (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el Culani örgüt içinde kendisine rakip/alternatif olabileceğinden ya da Ankara'nın dümen suyuna giderek kendisine karşı komplo düzenleyebileceğinden şüphelendiği üst düzey komutanları planladığı suikast girişimleri ile birer birer ortadan kaldırmaya başladı.

Bölgede espiyonaj ve karşı-espiyonaj faaliyetlerinin sonucu olarak siyasi ve askeri amaçlı suikastlar düzenlenmesi yeni ve şaşırtıcı bir gelişme değildi. Bunun daha önce de yüzlerce örneği yaşanmıştı. Ancak bu kez ilginç olan, Culani'ye bu çabalarında ABD'nin de destek olduğuna yönelik iddiaların varlığıydı.

Ne yapmıştı Washington? Ankara'nın Rusya ile anlaşarak HTŞ'yi dağıtmaya yönelik çabalarını boşa çıkarmak isteyen Washington, Suriye Ordusunca ilan edilen ateşkesi fırsat bilerek hemen düğmeye basmış ve ateşkes ilanının hemen ardından çok uzun bir süredir hiç ilişmedikleri İdlib bölgesindeki bazı noktalara 31 Ağustos tarihinde hava saldırıları gerçekleştirmişti. İngiliz kaynakları, saldırılarda en az 40 cihatçı liderin öldüğünü açıkladılar.

ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı CENTCOM (The United States Central Command) İdlib'in kuzeyindeki kimi hedeflere karşı düzenledikleri hava saldırılarının mahiyetine açıklık getirmek için aynı gün yaptığı basın açıklamasında, ABD vatandaşlarının güvenliğini tehdit eden el Kaide liderliğinin hedef alındığının altını çizmiş, daha ayrıntılı bir bilgi vermemişti. Bayram değil seyran değildi? ABD neden el Kaide'yi vursundu? Yine El Vatan'ın sahadaki kaynaklara dayandırdığı haberlerine göre, ABD güçleri Kefreye ve Ma'aret Misrin kasabalarındaki bazı merkezlere dönük bombardımanları için ihtiyaç duyduğu istihbaratı kendisine yönelik komplo girişimlerini boşa çıkarmak isteyen ve bu amaçla Washington ile işbirliği yapan Heyet Tahrir'üş Şam (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el Culani'den almıştı.

Söz konusu kaynakların iddialarına bakılırsa, Culani bu amaçla Türkiye'nin HTŞ liderliği ile ilişkilerini koparmaları yönünde baskı yaptığı -HTŞ müttefiki- Ensar el Tevhid ve Huraseddin gibi örgütlerin silah/mühimmat depolarına ve bazı komutanlarının bulunduğu üslere ait koordinatları içeren bir listeyi Washington temsilcilerine iletmişti. Amerikalılar İdlib sahasında zayıflamasını istemedikleri mevcut HTŞ liderliğini bölgedeki tek büyük güç olarak kollamaktan yanaydılar. El Kaide bağlantılı El-Nusra Cephesi'nin dağıtılmasına yönelik Türk-Rus ittifakını boşa çıkarmak amacında olan Washington'un bu örgütü, "isyancı güçlerin en agresif ve en başarılı kolu" olarak tanımlaması yeni bir şey değildi. Anlaşılan Amerikalılar Culani'yi değil onun olası alternatiflerini ve o alternatiflerin ellerinin altındaki askeri kaynakları yok etmeyi tercih ediyordu.

Washington Ankara'nın İdlib bölgesinde oyunu Rusların kurduğu gibi değil kendi arzu ettiği gibi oynamasından yanaydı. Dolayısıyla bu bombardımanlar bir anlamda Türk hükümetine dönük de birer uyarı niteliğindeydi. Elbette ki bu durum Rusya'nın hoşuna gitmemiş, Savunma Bakanlığı ABD'yi önceki tüm anlaşmaları ihlal etmekle ve ateşkesi sabote etmekle suçlamıştı.

Moskova'da Rusya ile biraz gönülsüz bir anlaşma yapmış olabileceği izlenimi de veren Ankara'nın bombardımanlara tepkisi ne olmuştu peki? Cumhurbaşkanı Erdoğan, 3 Eylül'de yaptığı açıklamada, bu durumdan hoşlanmadığını epeyce yumuşak bir şekilde şu sözlerle dile getirmişti:

"Son olarak İdlib'deki gelişmelerde malum rejimin siviller üzerinde yapmış olduğu bombardıman ama son iki gün içerisinde ABD'nin de buraya bombalama işlemleri içerisine girmiş olması ve 700 civarında insanın sivil olarak burada ölmüş olması, burada bu sivillerin dışında teröre bulaşmış militanlar da olabilir ama artık İdlib yavaş yavaş yok oluyor. Bütün bunların karşısında sessiz kalmak mümkün değil." 

Ankara'nın temel arzusunun Fırat'ın doğusundaki "güvenli bölge" projesine ABD'den onay alabilmek olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla paradoksal gibi görünse de bombardımanlar, "şu anda kendileri güvenli bölgeyi dile getiriyorlar ama hadi deyince kimseyi biz karşımızda, ortada bulamıyoruz" ifadelerini kullanan Ankara'nın o arzusunu tekrarlaması için bir vesile olmuştu belki de. Ankara bombardımanlar sonrası hem Amerikalı muhataplarına dönük taleplerini ısrarla yeniden vurgulamaya başladı hem de ABD'yi ikna çabasında ve belirecek faturanın ödenmesinde kendisine yardımcı olmasını istediği Avrupa ülkelerine "Oldu oldu, olmadı kapıları açmak zorunda kalırız" ifadeleriyle, bir anlamda "bak açarız kapıları daha önce olduğu gibi göndeririz mültecileri size, gereğini yapın" şeklinde uyarıda bulunuyordu. Her şey Suriyeli mültecilerin o "güvenli bölgeye" yerleştirilip 250-300 m2'lik bahçeli birer ev sahibi kılınmasını mümkün kılacak inşaat projeleriyle "tatlılıkla" (!) halledilebilirdi.

Ancak küresel bir güç olarak Washington'un da sanki böylesi "hatırlatma" ve uyarılara pabuç bırakmaya pek niyeti yoktu. Amerikalılar 6 Eylül'de, Suriye'deki üslerinde bundan böyle Danimarkalı askerlerin de konuşlandırılacağını açıklıyorlardı. Washington 8 Eylül'de Suriye'nin kuzeydoğusunda ilk devriyesine çıkacak olan Türk askerini bir zamandan sonra Kürtlerle baş başa bırakmak niyetinde değildi.  Ayrıca aynı günlerde Irak sınırından YPG/YPJ üzerinden Kürtlerin asli unsuru olduğu Suriye Demokratik Güçleri'nin denetimindeki bölgeye yine içinde silah ve mühimmat olduğu tahmin edilen çok sayıda askeri aracın geçiş yaptığı haberleri geliyordu.

Bu arada, geçen yazılarımızda da tahmin ettiğimiz üzere Ankara İdlib bölgesinde belli ki yeni gözlem noktaları oluşturma çabasına yönelmişti. Tabii HTŞ yukarıda ana hatlarını çizdiğimiz son gelişmelerden ötürü bu kez Ankara'nın işini kolaylaştırıcı rol oynamayacaktı. Lazkiye-Halep karayolunun (M4) Cisr'üş Şugur -İdlib arasındaki bölümünde bir gözlem istasyonu kurmak düşüncesinde olan Ankara'nın bu planını gerçekleştirmesine engel olmak için örgütün yolu bloke ettiği haberleri de geliyordu. Londra merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi'nin (SOHR) bildirdiğine göre, Ankara bir yandan da Morek gözlem noktası'nın kuzeyinde, Ma'aret el Numan şehrinin de 15 km güneydoğusundaki 8 numaralı gözlem noktasını (Sırman) takviye etme çalışmaları yürütüyordu.

Dün itibarıyla ateşkesin de resmen sona erdiği İdlib bölgesinde hükümet kuvvetlerinin bir sonraki büyük hedefinin Ma'aret el Numan mı yoksa, bizim daha önce tahmin ettiğimiz şekliyle, bölgenin batısındaki El Gab ovasına hâkim bir tepe üzerinde bulunan ve Türkistan İslam Partisi adı verilen cihatçı örgütün de hükümet kuvvetlerine karşı savaştığı Kabani köyü mü olacağı merak konusu.

Bu hafta hem bu sorunun hem de son Moskova görüşmesinde kararlaştırıldığı ileri sürülen hususların sahadaki izdüşümünün ne olacağına yönelik soruların cevabının alınması muhtemel bir hafta. Bir yandan Moskova ile gönülsüz anlaşıp Washington'un bombardımanlarından sonra Rusya'ya dönerek "maalesef kararlaştırdıklarımızı uygulama şansımızı elimizden aldılar, yoksa ben istemez miyim" diyen, öbür yandan da ABD'nin yaktığı yeşil ışıkla Fırat'ın doğusunda -Amerikalılarla birlikte de olsa, tam arzulanan şekilde olmasa da- ilk devriyesine çıkmanın keyfini yaşayan bir Ankara mı var? Yoksa farklı bir Ankara mı? İlki doğrusu ise, Putin'e yakınlığı ile bilinen ve Rus medyasının "Putin'in Şefi" olarak tanımladığı Yevgeni Prigoşin'e ait özel, sözleşmeli askerlerden oluşan yüzlerce kişilik bir birliğin de Rusya tarafından İdlib bölgesine nakledildiğinin ve Rusya'nın İdlib Harekatı'nın bundan sonraki safhalarına daha da önem vereceğini, her an Ankara'ya bir takım sürprizler (!) yaşatabileceğini bilerek takip edelim gelişmeleri… Ve izleyip görelim...

Washington'un "sürprizi" sert olmuşa benzer. Bakalım Ruslardan da yeni "sürprizler" çıkacak mı?

Yazarın Diğer Yazıları

Orta Doğu’da Arap sonbaharı

Batı’nın lacileri giydirdiği neo-Ladinist Colani güçlerinin Şam’a girmesi ve Esad’ın ülkeyi terk etmesinin ardından Suriye’de bir dönem bitti. Muzafferlerin sevinç çığlıkları yanıltmasın, kötü günler bitmiş ve şimdi sırada daha kötü günler de olabilir

Savaşın ekseni Türkiye sınırına dayanırken

İlk bakışta Lübnan ateşkesi akabinde, İran-Hizbullah ikmal hattını kesmeye yönelik bir hamle gibi görünen Suriye’deki cihatçı taarruzu en çok Tel Aviv’i sevindirmiş olabilir ama en çok Şam’ı mı, Tahran’ı mı, yoksa Ankara’yı mı üzecek, bunu söylemek için çok erken

‘Bibi’yi tutuklayanı yakarız’

“Kurallar temelli uluslararası düzen”, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Netanyahu ile Gallant hakkında alacağı tutuklama kararını önce 5 ay geciktirdi, şimdi de “sakın ha, tutuklarsanız yakarım sizi” deme yolunu seçiyor

"
"