02 Eylül 2019

Ankara neden Şam ile barışmıyor?

2016 sonrasında Suriye’de farklı bir açılıma girerek bu dileklerde ifadesini bulan barışçıl talepleri cesaretlendirmiş olan Ankara’nın aslında bu yönde bir planı, hesabı olmadığını bilelim

Türkiye’de Ortadoğu’daki gelişmeleri yakından takip etmeye çalışan pek çok kişi epey bir zamandır Ankara’nın Şam Yönetimi ile artık uzlaşması lazım geldiğini, 2012 yılı Mart ayında askıya aldığımız elçilik faaliyetlerimizin yeniden başlaması ve ikili ilişkilerin yeniden normalleşmesi gerektiğini söylüyor. Bu görüşte olanların önemli bir kısmı Türk hükümetinin Suriye hükümeti ile uzlaşıp bu şekilde hem ABD yönetimi üzerinde hem de PKK/PYD üzerinde baskı oluşturmak gerektiğini, ülkemizin sınırlarına dönük güvenlik kaygılarını bu şekilde bertaraf etmesi lazım geldiğini vurguluyor.

Doğrusu Türkiye’nin komşularıyla yeniden barışçıl ilişkiler tesis etmesi, hele de yıllardır düşmanca bir tavır içinde olduğu Suriye Yönetimi ile bunu yapması elbette çok önemli, çok kıymetli. Bu yöndeki dileklerde iyi niyet de çok bariz. Ancak 2016 sonrasında Suriye’de farklı bir açılıma girerek bu dileklerde ifadesini bulan barışçıl talepleri cesaretlendirmiş olan Ankara’nın aslında bu yönde bir planı, hesabı olmadığını bilelim.

Evet biraz şaşırtıcı gelebilir. Zira 64. T.C. Hükümeti döneminde gerek ABD ile gerekse de Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi ülkeleriyle Suriye’de müttefik ilişkisi içinde çalışan Ankara, 2016 yılı Mayıs ayı sonlarında kurulan 65. T.C. Hükümetiyle birlikte Suriye dış politikasında bir U-dönüşü gerçekleştirmişti. Kendisini bölgede sadece ABD politikalarına mahkûm kılacak bir tuzağı geç de olsa fark ederek Başbakan Ahmet Davutoğlu dönemi politikalarının üzerine bir çizgi çeken Ankara, Astana sürecinin bir parçası olmaya karar vermiş, Rusya ve İran ile yakın çalışmayı seçmişti. 65. Hükümetin Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli hükümetin kurulduğu ilk dönemlerde, “Suriye devleti ile ekonomik ilişkilerin geliştirileceğinden söz etmiş, Başbakan Binali Yıldırım da, 2016 yılı Ağustos ayında Suriye sorununda çözüm için 6 aylık bir takvim gündeme getirmişti.

Bu açıklamaların yapıldığı tarihten bu yana 3 yılı aşan bir süre geçmesine rağmen Türkiye Suriye ile ilişkilerini bir türlü normalleştiremedi. Ne umulduğu şekliyle elçiliğini yeniden açtı ne de ekonomik ilişikleri geliştirme yoluna gitti. Bu durum Türkiye’de özellikle hükümete muhalif kesimlerin bir bölümünde bir türlü anlamlandırılamayan bir pozisyon olarak görülüyor. Neden, deniyor, neden Ankara Washington’un bölgeye yönelik oyunlarını ve kendisine kurulan tuzakları fark ettikten sonra Şam ile ikili ilişkileri yeniden normale döndürmüyor? Hükümet nasıl bir hesap güdüyor? Neden sıra bir türlü Şam Yönetimi ile ilişkileri normalleştirmeye gelmiyor?

Bu yazıda bu sorunun yanıtını argümanları eşliğinde vermeye çalışayım.

Öncelikle şunu belirtelim…

Ankara’nın Suriye politikası, 65. T.C. hükümetinin kuruluşundan sonraki dönemde iki büyük küresel güçle aynı anda iletişim kurmayı gerektiren hassas bir dengeye dayanır oldu. Gerçi Ankara, geçen yazımda da belirttiğim gibi, bu hassasiyetin ne kadar hakkını veriyor, ne ölçüde bir denge tutturuyor, bunlar birer büyük soru(n) işareti. Ama Ankara’nın arzusu, bu cambazlıkta “sağlam bir denge” tutturmak. 

Önce Rusya ile ilişkiler… “Denge tutturma” arzusundaki Türkiye Ruslarla ne yapıyor orada?

Her şeyden önce, Ankara “Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumakta kararlı” olduğunu söyleyerek, bunu taahhüt ederek, bölgede “terörist” olarak adlandırılan Selefi oluşumları Rusya ile birlikte benzer şekilde tarif ederek onunla aynı hedeflere yürüyormuş gibi yapıyor ve bu yolda Astana sürecinin bir parçası olmayı sürdürüyor. Bu sayede, sahada desteklediği ve kimilerince “ılımlı” olarak da anılan silahlı grupların Halep gibi Doğu Guta gibi önemli yerleşimlerden çekilmelerini sağlayarak çatışmasızlığa ve silahlı ihtilafların sonunun gelmesine hizmet ediyor. Bunun karşılığında da Rusya’dan çekilen grupların “çekileceği” ya da yerleştirileceği sahaların denetim altına alınmasının onayını alıyor. Suriye Ordusu’nun lehine gelişmelere imkân sağlayan bu yaklaşımına rağmen onunla dolaylı bir savaşın içinde olmayı da sürdürüyor. Bu halen değişmiş değil. Türkiye’nin desteklediği bazı silahlı gruplar Şam Yönetimi’ne karşı dün ülkenin başka yerlerinde nasıl savaşmışlarsa bugün de sığındıkları son bölge olan İdlib’te Suriye devletinin egemenliğinden kurtardıkları bölgeleri muhafaza etmek için aynı şiddette savaşıyorlar. Geçen yıl (Eylül ayında) Suriye Ordusu için sıra tam üç büyük ve önemli şehrin (Şam, Halep ve Lazkiye) arasındaki karayolu trafiğinin yeniden açılması için gerekli askeri operasyonlara gelmiş iken Türkiye Rusya’ya “bana bir şans ver, ben bu savaşı sonlandırırım, terörist grupları oralardan çıkartırım. Teröristlerle “ılımlı” grupları da ayırırım. Bunu da 2018 yılı sonuna kadar yaparım” dedi. Dedi ama bu taahhüdünü aradan geçen yaklaşık bir yıllık süreye rağmen yerine getirmedi. Çünkü öbür yandan kendi sözünü dinleyen silahlı gruplara bir çekilme alanı, bir tür yeni “zafer coğrafyası” göstermeden “ben şuralarda çatışmaları artık sonlandırıyorum, çıkın oralardan” diyemedi. Rusya’nın yaktığı ışıkla kazandığı zamanla bunu yapabileceğini düşündü belki. Sınır hattı boyunca, özellikle de Fırat’ın doğusunda arzu ettiği derinlikte bir güvenli bölge oluşturup burayı Fırat’ın batısında hükümete karşı savaşan militanlara zevahiri kurtarmış bir şekilde aileleri ile birlikte dönecekleri bir yeni vatan parçası yapmak istedi belki. ABD’nin nasılsa askerlerini çekeceğini ve bu sayede bir süre sonra emeline ulaşacağını düşündü. Nitekim Trump 2018 yılı Aralık ayında, “işimiz bitti. IŞİD’i yendik. Artık Suriye’den çekiliyoruz,” dedi. Ama işler bir türlü Ankara’nın istediği gibi gitmedi. Ne Amerikalılar askerlerini çekti ne de kafasındaki güvenli bölge vizesini isteği şekliyle ABD’den alabildi.

İşte tam bu noktada da Ankara’nın ABD ile ilişkileri ve o ilişkilerin seyri devreye giriyor… Peki küresel güçler ile Suriye’deki ilişkilerinde “denge tutturma” arzusundaki Türkiye Washington cephesinde ne yaptı, ne yapıyor?

Türk hükümeti Suriye topraklarında her ne kadar Rusya’nın yaktığı “yeşil ışıklar” sayesinde manevra alanı bulabiliyorsa da, Şam Yönetimi ile sürdürdüğü dolaylı ve Suriye’nin istikrarsızlığının sürmesine hizmet eden kavgası sayesinde de ABD’nin ilgi ve desteğine mazhar olmayı sürdürebiliyor. Ki asıl amacı da bu. Daha doğrusu asli amacı olmasa da, o amaca giden yoldaki beklentisi bu.

O nasıl oluyor, söyleyelim:

Fırat’ın doğusunda Kürtleri PYD ve YPG/YPJ üzerinden asli müttefiki olarak belirlemiş olan ve Rusya ile Suriye’nin geleceği konusunda belirli şartlarda anlaşana dek buraları denetimi altında tutmak ister bir görüntü veren ABD’nin Fırat’ın batısına yönelik özel herhangi bir hesabı, tasarrufu yokmuş gibi görünse de…. Bu doğru değil. ABD’nin elbette Fırat’ın batısına yönelik de beklentileri var. Şam hükümetinin Lazkiye ile Şam’ı Halep’e bağlayan karayollarını işler hale getirip ülkeyi istikrara çıkarabilecek hamleleri yap(a)maması, cihatçıları son kaleleri olan İdlib’ten at(a)maması, Türkiye’nin de bu ülke topraklarındaki askeri varlığını genişlettirerek devam ettirmesi, Washington’a deyim yerindeyse, “göbek attırıyor.”

Zira Ankara’nın katkısı ile gerçekleşen bu durum sayesinde Suriye Savaşı uzuyor… Savaş uzadıkça da…

  • Rusya’nın rakibe “geçit vermeme” ve “alan hâkimiyeti” olarak da tanımlanan A2/AD doktrini ile Suriye’nin pek çok bölgesinde kurduğu askeri üstünlük sebebiyle sahada daha büyük bir risk ve maliyetlerle karşı karşıya kalan ve bunu da yapmayacağı, daha büyük bedeller ödemeyeceği anlaşılan ABD bu sayede zamana oynayabiliyor. Asli hedeflerinden biri olan Tahran’ın Suriye’deki nüfuzunun azaltılması ve bölgedeki İran destekli güçlerin pasifize edilmesine yönelik olarak İsrail ile birlikte Rusya’ya uyguladığı baskıları artırıp yoğunlaştırabiliyor. Rusya’ya “Şam’ın ‘günyüzü görmesini’ istiyorsan, bizim şu İran’ı nötralize etme işimizi bir kolaylaştırıver sana zahmet” diyor.
  • Zamanın sağladığı esneklik içerisinde ABD İran’ı çevrelemeye dönük aksiyonlarını Suriye meselesi kapanmadan daha geniş bir sahaya yayıyor, artırıp çeşitlendirebiliyor. Hürmüz Boğazı’ndan Cebelitarık’a kadar olan geniş bir bölgede oyun kurmayı deniyor. İngiltere’yi göreve koşturarak İran tankerlerinin Suriye’ye petrol taşımalarını engelletiyor. İran’a dönük ambargoyu iyice şiddetlendiriyor. İsrail’e Irak içindeki İran yanlısı milis güçlerini (Haşd’eş Şabi) dahi - Bağdat Yönetimi’nin sabrının taşacağı noktaya kadar- vurdurabiliyor. Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) kontrolündeki bölgeleri, bu saldırıları gerçekleştiren İsrail drone’larının kalkış üssü olarak kullandırabiliyor.
  • Hama kırsalı ve İdlib’deki savaş Türkiye’nin de katkısıyla uzadıkça, konu bir türlü Fırat’ın doğusuna, oradaki ABD varlığına gelemiyor! Daha Fırat’ın batısında istikrarı sağlayamamış, ülkenin ana arterleri sayılacak karayollarını yeniden işlerliğe kavuşturamamış ve “terörist” dediği unsurları işgal altında tuttukları bölgelerden atamamış, TSK’nın da bölgedeki varlığını sonlandıramamış bir hükümetin uluslararası topluma dönerek “bakın Suriye’de tek işgalci güç olarak ABD birlikleri kaldı” demesi mümkün olamıyor. Şam Yönetimi’nin Rusya’yı da yanına alıp Fırat’ın doğusuna işaret etmesi ve işgalci bir güç olarak ABD’yi çekilmeye zorlaması mümkün olamıyor.
  • Bu arada, Suriye Savaşı’nın Fırat’ın batısında uzaması ilginç bir şekilde Washington’un Ankara karşısında da zamana oynayan yaklaşımını kolaylaştırıyor. Bunu şu şekilde anlatayım. Öncelikle şurası önemli ki, Rusya ile işbirliği yapar gibi görünse de, Ankara yukarıda değindiğim o “denge” başlığı altında kurduğu “ikili” yaklaşımı sayesinde Washington’a dönüp, “IŞİD bitti zaten, dolayısıyla YPG’ye ihtiyacın kalmadı, gel bir NATO ülkesi olarak benim güvenlik kaygılarım temelinde Fırat’ın doğusunda beraber çalışalım. Gördüğün gibi bak ben de Fırat’ın batısında Şam yönetimini istikrarsız tutma işini gayet güzel yapabiliyorum. Bunu benden daha iyi kimse yapamaz. Üs kılabileceğim 12 tane askeri istasyonum bile var,” diyebiliyor. Ve belki yarın da bu sayede, Trump’a “bak artık ben bu devriye işini sana gerek kalmadan tek başına da yapabilirim. Sen senin çocukları eve döndür!” demeyi umuyor. Ancak belirli bir kritik eşik aşıldığı için de Ankara’nın İdlib bölgesinde elindeki kozlar artık zaman geçtikçe zayıflıyor. İdlib’in kale kapısı olarak bilinen Han Şeyhun’un hükümet kuvvetlerinin eline geçmesi ve Morek’teki gözlem istasyonunun kuşatılması bir dönüm noktasıydı. Bu nokta dönüldükten sonra Ankara Fırat’ın batısında sahip olduğu kozları birer birer yitireceği için Fırat’ın doğusuna dönük beklentilerini Washington’a karşı eski güçlü pozisyonuyla haykıramaz olacak. Washington bunu da gayet iyi biliyor. Zaman onun lehine ilerliyor.

Son maddedeki bütün paradoksallığa rağmen Washington’un bu saydığımız avantajları bir bütün olarak kucaklamasında Ankara çok önemli bir pay sahibi. Bu nedenle Başkan Trump S-400, F-35 gibi konularda arada beliren ihtilafa rağmen Ankara’ya karşı sert tutum takınmıyor. Zamanın bu “zor günleri” aşmaya büyük katkısı olacağını hesaplıyor. Ankara da saydığımız nedenlerden ötürü Fırat’ın batısında Rusya ile partnermiş gibi görünse de, gönlündeki partner ABD! Ama o partnerin de gönlü kendisinde değil gibi.

Velhasıl Ankara, bölgede Rusya ile mutabık göründüğünden farklı bir ajanda güdüyorsa, eğer Şam yönetimi ile ilişkilerini normalleştirmiyorsa, bu Fırat’ın doğusuna yönelik muradının başat olmasından, ABD’nin kapısını aralamasını düşündüğü o muradına kavuşacağına dair henüz sağlam güvencelere sahip olmamasından kaynaklanıyor.

Ayrıca, şu da çok önemli ki, daha Fırat’ın doğusunda muradına erememiş bir Ankara, Şam ile anlaşıp Fırat’ın batısındaki ÖSO ve Ulusal Kurtuluş Ordusu çatısı altındaki silahlı gruplara, “ben misyonumu tamamladım, Şam ile de ilişkileri normalleştiriyorum hadi şimdi herkes evlerine, hadi dağılın” derse neler olacağını bilmiyor. Daha doğrusu gayet iyi biliyor! Ve galiba HTŞ gibi gruplar da biliyor… Geçtiğimiz Cuma günü Cilvegözü Sınır Kapısı’nın karşısındaki Bab’ül Hava Sınır Kapısı’nda aralarında cihatçıların da olduğu iddia edilen binlerce kişi arasından bazılarının “Hain Türkiye” sloganları eşliğinde ara bölgeye girip askere taş atması, zaten gayet iyi bildiklerini gösteriyor.

Hal böyle iken, bahsettiğimiz “misyon” tamamlanmadan ya da tamamlanacağına dair bütün umutlarını tüketmeden Ankara’nın Şam ile el sıkışmasının pek mümkün olmadığı kanaatindeyim.

 Peki Washington’un Fırat’ın batısına dair perspektifini de değerlendirmeye katarak yaptığımız analizle “Türkiye bu küresel güçlerle Suriye bahsinde yürüttüğü ilişkileri çok iyi yönetmiştir, uluslararası ilişkilerine denge getirmiştir” diyebilir miyiz?

Elbette ki hayır!

Peki başka ne yapabilir, bu oyunu nasıl oynayabilirdi ya da oynayabilir? Bunu da ilerleyen dönemdeki değerlendirmelerimizi bırakalım.


twitter: @akdoganozkan

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Orta Doğu’da Arap sonbaharı

Batı’nın lacileri giydirdiği neo-Ladinist Colani güçlerinin Şam’a girmesi ve Esad’ın ülkeyi terk etmesinin ardından Suriye’de bir dönem bitti. Muzafferlerin sevinç çığlıkları yanıltmasın, kötü günler bitmiş ve şimdi sırada daha kötü günler de olabilir

Savaşın ekseni Türkiye sınırına dayanırken

İlk bakışta Lübnan ateşkesi akabinde, İran-Hizbullah ikmal hattını kesmeye yönelik bir hamle gibi görünen Suriye’deki cihatçı taarruzu en çok Tel Aviv’i sevindirmiş olabilir ama en çok Şam’ı mı, Tahran’ı mı, yoksa Ankara’yı mı üzecek, bunu söylemek için çok erken

‘Bibi’yi tutuklayanı yakarız’

“Kurallar temelli uluslararası düzen”, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Netanyahu ile Gallant hakkında alacağı tutuklama kararını önce 5 ay geciktirdi, şimdi de “sakın ha, tutuklarsanız yakarım sizi” deme yolunu seçiyor

"
"