24 Mart 2014

30 Mart’ta İstanbul’da kime, neden oy vermiyorum?

30 Mart (2014) yerel seçimleri bu ülkedeki otoriter yerel siyaset modelinin dönüştürülmesi ihtiyacını temel alan bir kampanya zeminine oturtulabilirdi. Ama “olaylar” öyle gelişmedi! Biri çıktı ve insanların yerel seçimlerde oy kullanırken gözetecekleri saikleri tek başına merkezden belirleyiverdi. Ama o yönde, ama bu yönde!

30 Mart (2014) yerel seçimleri bu ülkedeki otoriter yerel siyaset modelinin dönüştürülmesi ihtiyacını temel alan bir kampanya zeminine oturtulabilirdi. Ama “olaylar” öyle gelişmedi! Biri çıktı ve insanların yerel seçimlerde oy kullanırken gözetecekleri saikleri tek başına merkezden belirleyiverdi. Ama o yönde, ama bu yönde!

Böyle olunca, “yerel seçimlerde İstanbul’da kime oy vermeli” sorusuna yerel talep ve beklentileri temel alan bir düzlem üzerinden cevap aramak zorlaştı. Bu nedenle 30 Mart’ta İstanbul’da kime oy vereceğimi belirlerken ben de benzer şekilde, siyasal bakışımla merkezî siyasetin gereklerini harmanlayarak bir karar verme durumunda kalacağım.

Ama, kime oy vermeyeceğimi tayin ederken bu tip bir güçlük çekmiyorum. Aksine, bu sorunun cevabı için ideolojiyi ve aritmetiği, hatta merkezdeki siyasi figürün otoriter yönelimlerini falan değerlendirmeye katmam gerekmiyor. Sadece yerel ölçekte olup bitenlerden hareketle de bir karara varabiliyorum. Ve o karara göre, 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni son 10-20 yıldır yöneten isim ve kadrolara oy vermeyeceğim.

Böyle bir çıkarsamaya hangi gerekçelerle ulaştığıma gelince... İşte benim bir vatandaş olarak İstanbul’un mevcut Belediye Başkanı’na oy vermeme gerekçelerim... İşte İstanbul’u 10-20 yıldır idare eden yerel yöneticilerin 7 ölümcül günahı:

 

1. Kaotik taşıt trafiği

 

İstanbul’da şehir içi ulaşımın iki önemli aksı, D-100 (E-5) Karayolu ve E-80 (TEM) Otoyolu. Bu yollar zamanında “şehirden transit bir yol geçireceğiz” yalanına başvurarak inşa edildi. İBB’ye düşen temel rol de şehrin yerleşik ahalisini ve şehre yeni göçenleri bu iki yolun etrafına kilitleme başarısı (!) göstermek oldu. Şehrin yerel yöneticileri yaptıkları yada yapmadıkları imar planlarıyla, plan tadilatlarıyla, çok katlı konutlara, koca koca iş merkezlerine, AVM’lere, üniversite ve hastanelere verdikleri inşaat ruhsatlarıyla merkezi hükümetlerin bu konudaki hatalarının ortağı oldular. Ve bu şehri bir Kaosland’e çevirdiler. Şimdi hükümet Kuzey Marmara Otoyolu ve 3. Havalimanı gibi “dev” projelerle “şehirden bir transit yol daha geçireceğiz” yalanına başvuruyor. İBB bu iki kaotik aksa bir yenisini ilave etmenin ne anlama geldiğini gayet iyi biliyor. Ama ne bu sakıncaları dillendirme yoluna gidiyor, ne de bu Kaosland için sürdürülebilir çözümler peşinde koşuyor.

 

2. Deniz ulaşımı neredeyse yok

 

Oturup araştırdım. Daha 20. yüzyılın başlarında İstanbul sakinlerinin şehirde vapurla erişebileceği 77 nokta varmış. Bugün bu sayı maalesef 41. Deniz ulaşımının toplam toplu taşıma içindeki payı ise % 5. Yani çok açık ki, İstanbul bugün deniz ulaşımından 100 yıl öncesine kıyasla bile çok daha az yararlanan bir şehir. Gelgelelim yerel yöneticilerimiz bu durumu tersine çevirmek için hiç bir şey yapmıyor. Hatta bazı iskeleler peyderpey güzergâhtan kaldırılıyor. (Bunun son örneklerden biri de Yeniköy oldu.) İstanbul’un –her biri Avrupa Birliği ülkelerinin birer şehri büyüklüğünde olan- Kadıköy ve Sarıyer gibi iki büyük ilçesi arasında günde sadece 1 vapur seferi var, ben daha ne diyeyim! Bir su şehrini 20 yıldır yönetenlerin denizden yararlanmayı tercih etmemelerini anlamıyorum. Nedenini az çok biliyorum. Ama bu durumun sosyal belediyecilik açısından –en hafif tabiriyle- “şık” olmadığını düşünüyorum.

 

3. Metrobüs aldatmacası

 

İstanbul’u yönetenler 2007’de Topkapı – Avcılar hattını açarak bizleri “metrobüs” adı verilen ucube bir kavramla tanıştırdılar. Metrobüs denilen ulaşım çözümü, İstanbul’da eskiden de sahip olduğumuz ama sahip çıkmadığımız (!) ve bu yüzden de “yol geçen hanına” döndürüp 1980’lerde kapattığımız “tercihli yol” idi. 21. yy’da Amerika’yı yeniden keşfetmişiz gibi yaptık, ilk kez uzun otobüs görüyor gibi sevindik. “Şoförsüz” olacak bu otobüsler dediler, yedik. Elbette bir yolu “tercihli” ya da “tahsisli” hale getirmek yerinde bir düşünce. Fakat amaç ana arterlerdeki trafik yoğunluğunu azaltmak ise, bunun için karayollarımızın bu amaca tahsis ettiğimiz bölümlerinde neden çok daha düşük yatırım, işletme ve bakım maliyeti olan raylı sisteme, tramvaya yönelmediler, anlamadım. Aslında, anladım. Amaçları 30 Mart 2009 yerel seçimleri öncesinde Başbakan’ın da katıldığı bir törenle Söğütlüçeşme hattını alelacele hizmete alıp Kadıköylü seçmeni etkilemekti. Raylı sistem seçimlere yetişmezdi ve bu nedenle siyasi getirisi olmazdı. Hem yurt dışından otobüs almanın başka avantajları da vardı. Hadi o tarihlerde bu naneyi yedik ve yokuşta zorlanan o otobüslere epey de “omuz verdik”. Peki yöneticilerimiz neden geçen 5 yıllık zaman zarfında petrol ve petrol ürünlerine bağımlı kalmayı sürdüren bir anlayışta ısrar ettiler? Neden altyapıyı raylı sisteme dönüştürmediler? Çok mu zenginiz? Neden karbon ayakizimizi azaltmamız gerekirken, şehirdeki karbon emisyonunun artışına bile bile bu kadar katkıda bulunuyoruz?

 

4. Ağaçsız beton denizi

 

Bir kaç sene önce bu şehrin kalbi sayılan Beyoğlu’nda yürürken yol üzerinde iyi-kötü bir peyzaj düzenlemesinin bir parçası olan ağaçlar görürdük. Sözde yayalara tahsis edilmiş İstiklal Caddesi’nde o ağaçlar trafiğin akışını (!) engelliyor olmalılar ki, bir gün hepsini bir güzel kesiverdiler. HDP’nin Beyoğlu Belediye Başkan adayı mimar Korhan Gümüş’ün “müzakere özürlü süreçlerle düzenlenmiş bir kamusal alan” diye tarif ettiği Taksim ve Beyoğlu bugün bir beton denizi. Bu neden böyle, diye merak ederdim. 31 Mayıs 2013’te Gezi Parkı’nda olup bitenleri gördükten sonra böyle bir merakım da kalmadı! Eşeği önce kaybettirip sonra bulduruyormuş gibi yapan anlayışlara karnım tok! Ama farkında mısınız, İstiklal Caddesi civarında ağaç görmek istiyorsanız, gözünüzü İngiltere, İsveç, Hollanda, İtalya ve Rusya topraklarına çevirmeniz gerekiyor. Türk toprakları (pardon betonları) ağaçsız kalmış! Yahu dış güçlerin yeni bir “komplosu” olmasın sakın bu!

 

5. Sokakların yargıcı, ispark

 

2005 yılında kurulan İspark bu şehri değnekçiden, otopark mafyasından kurtardı. Minnettarız, bu o zaman için az buz bir şey değildi. Ama aradan 10 yıl geçti. Bugün İspark, bir çok insanın gözünde “çok kolay para kazanan, açgözlü, otoriter bir şirket”. İstanbul’un trafik sorunun çözümüne doğru dürüst bir katkı verdiğini söylemek de zor. Yatırım yapıp kent yaşamını rahatlatan otoparklar inşa etmek yerine, kendisini “sokakların sahibi ve yargıcı” yerine koyuyor. El attığı cadde ve sokakların -1. Derece Acil Ulaşım Yolu olup olmadığına dahi bakmadan- birer (bazen ikişer) şeridini trafiğe kapatıyor. Parka girmeyen araçlara bile borç çıkarabiliyor. Apartmanının, evinin önüne arabasını park eden semt sakininden park parası almaya kalkışacak denli de cüretkar! Bu kadarını geçmişin mafyöz değnekçileri bile hayal edemezdi!

 

6. Yeşil alan fakiri

 

Geçtiğimiz 20 yıl içinde İstanbul’un biyo-çeşitliliğinden hangi zenginlikleri yitirdiğimizin yakın tanığı oldum. En az onun kadar ürkütücü bulduğum bir diğer gerçek de, şehrin kuzeyindeki ormanlarda taban suyu seviyesinin alarm verici boyutlara inmiş olması. Akciğerlerimiz kuruyor, kesiliyor, yok ediliyor. İstanbul kişi başına düşen yeşil alan miktarı açısından giderek fakirleşiyor. Bahçeşehir Üniversitesi’nden Yılmaz Aksoy’un verdiği rakamlara bakarsanız, İstanbul 6.4 m2 ile bu alanda sanayileşmiş Batılı şehirlerin bile çok arkasında. Oysa bu rakam Londra’da 28, New York’ta 29, Roma’da 45.3, Amsterdam’da 45.5 ve Stockholm’de 87.5 m2. Ama yerel yöneticilerimizin bu gerçekler karşısında kılı kıpırdamıyor. Tek yaptıkları, beton denizlerinin ortasına büyük bir lütuf gibi iki salıncak, bir kaydırak, 3-5 de yalancı akasya kondurup bunları “park” ve “yeşil alan” diye yutturmak. Bu şehri 5 yıl daha yönetmeleri halinde, 6.4’ü dahi arar hale geleceğimizi, şehrin akciğerlerinin sökülmesine her daim seyirci kalacaklarını çok iyi anladık biz. Bunu bize hiç konuşmadan, “yetkilerini aşmadan” çok güzel izah ettiler.

 

7. Belediye eşittir imar komisyonu

 

Yirmi yıldır belediyecilik bu şehirde, yerinden yönetim ile, hesap verebilirlik ile, katılımcılık ve şeffaflık ile değil, sadece “imar ve bayındırlık komisyonu” faaliyetleriyle yan yana düşünülebiliyor. (Belki ondan önce de öyleydi. Ama bunu tersine çevirmediler.) Mesela, İstanbul’un benim yaşadığım kuzey bölgesinin yakınlarında merkez siyasetin toprağına göz diktiği tarım üreticileri var, hayvanlarını otlatacak meraları elinden alınmış hayvancılar var, o hayvanların bugünlerde hafriyatla doldurulan sulak alanları var, yeşilliklere kondurdukları kovanlardan bal almayı bekleyen arıcılar var! Bakıyorum Büyükşehir’in yerel yöneticilerinin yaptıklarına, söylediklerine! Önümüzdeki 5 yıl içinde o insanların sorunlarını sahipleneceğine, yerel toplulukların, ilişkilerin, ekonomilerin, dinamiklerin canlandırılması için yerel katılım alanlarını genişleteceğine dair tek bir proje, tek bir söz göremiyorum. Ama kentsel dönüşüm adıyla deprem öncelikli değil, “rant öncelikli” işler yapıldığını, bunların da yerel halkın iradesine rağmen gerçekleştirildiğini görebiliyorum. Kentin anayasası niteliğindeki 1/100.000 ölçekli çevre düzeni planlarına aykırı projeler yapıldığını fark edebiliyorum. Ama yöneticilerimiz bu tip uygulamaları engellemiyor, seslerini çıkarmıyor! Şeffaf, katılımcı bir yerel yönetim tarzı benimseme yoluna gitmiyor! Yarın öbür gün şehrin yok edilen akciğerlerinin ve geleneksel yaşam tarzlarının üzerinden geçirecekleri otobüslerin renk tonuna halkın karar vermesini sosyal belediyecilik zannediyorlarsa da, birileri onlara işin böyle olmadığını söylemeli. En azından sandıkta!

twitter: @akdoganozkan

Yazarın Diğer Yazıları

Orta Doğu’da Arap sonbaharı

Batı’nın lacileri giydirdiği neo-Ladinist Colani güçlerinin Şam’a girmesi ve Esad’ın ülkeyi terk etmesinin ardından Suriye’de bir dönem bitti. Muzafferlerin sevinç çığlıkları yanıltmasın, kötü günler bitmiş ve şimdi sırada daha kötü günler de olabilir

Savaşın ekseni Türkiye sınırına dayanırken

İlk bakışta Lübnan ateşkesi akabinde, İran-Hizbullah ikmal hattını kesmeye yönelik bir hamle gibi görünen Suriye’deki cihatçı taarruzu en çok Tel Aviv’i sevindirmiş olabilir ama en çok Şam’ı mı, Tahran’ı mı, yoksa Ankara’yı mı üzecek, bunu söylemek için çok erken

‘Bibi’yi tutuklayanı yakarız’

“Kurallar temelli uluslararası düzen”, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Netanyahu ile Gallant hakkında alacağı tutuklama kararını önce 5 ay geciktirdi, şimdi de “sakın ha, tutuklarsanız yakarım sizi” deme yolunu seçiyor

"
"