27 Ekim 2014

100 yıl önce bugün yaptığımız yoksullaşma seçimi

100 yıl sonra bugün I. Dünya Savaşı’nı ölerek ve yoksullaşarak ödediğimiz o korkunç bedellerin bilincinde olarak hatırlamalıyız

Türkiye bundan 100 yıl önce bugün, yani 27 Ekim 1914’te, bulunduğumuz coğrafyada dramatik etkileri hâlâ hissedilen I. Dünya Savaşı’na girdi. Öyle müdafî bir pozisyon alarak falan da girmedi harbe! Basbayağı mütecaviz bir tutumdu bizimkisi.

Osmanlı donanması ortada kendisine yönelik herhangi bir saldırı veya işgal yokken, 26 Ekim’de Odessa, Sivastopol, Feodosiya ve Novorossisk gibi Rus limanlarını ve oralardaki Rus donanma gemilerini bombalama emrini aldı. Savaş gemilerimiz 27 Ekim 1914 tarihinde “tatbikat” gerekçesiyle Haydarpaşa Limanı’ndan ayrılarak Karadeniz’e açıldı. Ve iki gün sonra da, yani 29 Ekim 1914’te yukarıda saydığım Rus limanlarını bombaladı.

2 Kasım’da Rusya, bir kaç gün sonra da İngiltere ve Fransa Osmanlı’ya savaş ilan etti. Ama tabii biz, savaşa ya yedi düvelin saldırı ve işgallerine maruz bırakıldığımız için ya da bir adamın (Enver Paşa’nın) bütün bir ülkeyi peşinden sürükleyen maceracı adımlarından ötürü girdiğimize inandırıldığımız için ortada muhasebesi yapılacak, hataları ayıklanacak bir dönem görmeyiz.

Zaten biz tarih okumasına “Kurtuluş Savaşı” ve sonrasından başlarız. O okuma da bizi getire getire, “ayağına giyecek çarığı bile olmayan çok fakir insanların ülkesiydik, yurdu düşmanlardan temizleyip kalkınma hamlelerine giriştik” falan gibi bir noktaya getirmiştir.

Peki daha antik dönemlerden itibaren Doğu Akdeniz’in en büyük hububat depolarını barındıran bereketli topraklara, gelişkin bir zanaatkar sınıfına, iyi kötü eğitim veren okullara sahip bir ülke nasıl olmuştu da, “ayağına giyecek çarığı bile olmayacak ölçüde fakir” düşmüştü?

Kimse soruyu böyle sormak istemez. Sanki bu topraklarda ezelden gelen derin bir fakirlik varmış ve biz “düşmanı denize döküp bu konunun icabına bakmışız” gibi yaparız.

Kimse yoksulluğumuzun asıl sebebinin ülkedeki egemen güçlerin bizi soktuğu bu savaşlar olduğunu söylemek istemez.

Oysa dönemin ekonomik verileri gayet açık. Türkiye’nin savaşa girdiği 1914 yılında bütçe giderleri 34 milyon TL, geliri ise 32 milyon TL. Bir diğer deyişle, 2 milyon TL civarında bütçe açığı var. Yani 1914’te Türkiye’nin bütçe açığı gelirinin yüzde 6’sı civarında. Bu açık bize yönetilebilir gelmiş olmalı ki, 11 Ekim 1914’te Almanya Türkiye’ye krediyi açmayı garanti edince, “hurra” savaşa dalıvermişiz.

Savaşın sona erdiği 1918 yılı bütçesinde ise giderlerimiz 51 milyon TL, gelirimiz ise 37 milyon TL olarak öngörülmüştü. Yani bütçe açığımız 14 milyon TL idi.

Ancak burada bir duralım. Çünkü 51 milyon TL’lik o gidere ilave olarak, 60 milyon TL’lik de askeri harcama planlanmıştı. Bir diğer deyişle, 1918’te bütçe açığımız toplam 74 milyon TL olarak öngörülüyordu. Yani, 1918’te Türkiye’nin bütçe açığı gelirinin yüzde 200’üne ulaşacak demekti.

Yani yorganımız 1 iken biz ayağımızı 2 uzatacaktık.

Peki nereden bulacaktık bu parayı? Çelik mi üretiyorduk, teknoloji mi transfer edebiliyorduk? Tabii ki hayır! Sadece bir cihat çağrısıyla ölüme taşıyacağımız çocuklarımız ya da borçlandırılacak, yoksullaştırılacak köylülerimiz vardı.

Parayı Almanya’dan (ve de Avusturya’dan) kredi olarak alacaktık. Zaten para bulunursa gerisi teferruat, yani “vatanseverlik” idi. O teferruat da medyanın yardımıyla halledilirdi.

Nitekim önce Padişah V. Mehmet Reşat halife sıfatıyla 2 Kasım 1914’te “cihat” ilan etti. Gazeteler halifenin söz konusu cihat ilanına “İttihad-ı İslam” klişesiyle yer verdiler. Tasvir-i Efkâr yazarı Yunus Nadi Bey, “çaresiz kalan İslam’ın Halifesi işte yaradana sığınarak kılıncını çekti. (...) Allah yardımcıları olsun” dedi. Tanin gazetesi başyazarı Muhittin Bey de, “Britanya taç ve tahtı tarihinin en büyük hezimet ve felaketine şahit olmuş bulunacaktır” değerlendirmesini yaptı.

Ancak tarihinin en büyük hezimet ve felaketini yaşayan biz olduk. Balkan Harbi’nde savaşma kabiliyetini yitirmiş bir ülkeyi yeni bir savaşa hazırlamakta bir beis görmeyen medyamızın da sayesinde!

Aslında Rus limanlarını bombalasa da Osmanlı’nın savaştan kaçınmak için bir şansı daha olmuştu. Üç İtilaf devleti, hükümete “tam bir tarafsızlık vaadinde bulunması halinde Osmanlı’nın toprak bütünlüğünün savaştan yararlanılarak bozulmasına engel olacaklarını” belirten bir teklifte bulunmuştu.

Ancak Osmanlı hükümeti bu teklifi reddetti ve biz bazıları kendi sınırlarımızın dışında olan pek çok cephede savaşa girdik. Dünya tarihinin bu en acımasız topyekûn savaşında 21 milyonluk nüfusumuzun yüzde 15’ini, önemli bir kısmı köylü, çiftçi çocukları olan 3 milyonu aşkın insanımızı kaybettik. Bunların da 771 bini, yani % 15’i askerdi.

Sonunda savaş bu kayıplarla bitti. Ancak kayıplarımız savaşla bitmedi. İş savaşın bedelini ödemeye gelince akan kan yeterli gelmez. Bunda da öyle oldu. Hükümet savaş aygıtına yatırım için başka ülkelerden aldığı borçları ve kredileri faizleriyle birlikte on yıllarca “ekonomik tedbirler” maskesi altında halkına ödettirdi.

Kime? Tabii ki, köylüye, çiftçiye, dedelerimize... Onların kanından, dölünden olduğu kadar koyunundan, tütününden, tuzundan, şuyundan, buyundan keserek... Onu daha da yoksullaştırarak!

100 yıl sonra bugün I. Dünya Savaşı’nı ölerek ve yoksullaşarak ödediğimiz o korkunç bedellerin bilincinde olarak hatırlamalıyız. Ve kimsenin bu gerçeği başka detaylarla boğmasına izin vermemeliyiz.

Çünkü “en kıymetli hazinemiz” aslında geleceğimizin teminatı olan bu farkındalığımızdır. Çünkü dün bir devlet aygıtının savaşla başına ne işler açtığını iyi bilen halklar bugün hiç bir güç tarafından yeniden ve yok yere kolay kolay savaştırılamazlar!

Barış inşa etmede de savaşa girmekte olduğumuz ölçüde mahir olana dek bu gerçeği unutmasak iyi olur!

Twitter: @akdoganozkan

Yazarın Diğer Yazıları

Orta Doğu’da Arap sonbaharı

Batı’nın lacileri giydirdiği neo-Ladinist Colani güçlerinin Şam’a girmesi ve Esad’ın ülkeyi terk etmesinin ardından Suriye’de bir dönem bitti. Muzafferlerin sevinç çığlıkları yanıltmasın, kötü günler bitmiş ve şimdi sırada daha kötü günler de olabilir

Savaşın ekseni Türkiye sınırına dayanırken

İlk bakışta Lübnan ateşkesi akabinde, İran-Hizbullah ikmal hattını kesmeye yönelik bir hamle gibi görünen Suriye’deki cihatçı taarruzu en çok Tel Aviv’i sevindirmiş olabilir ama en çok Şam’ı mı, Tahran’ı mı, yoksa Ankara’yı mı üzecek, bunu söylemek için çok erken

‘Bibi’yi tutuklayanı yakarız’

“Kurallar temelli uluslararası düzen”, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Netanyahu ile Gallant hakkında alacağı tutuklama kararını önce 5 ay geciktirdi, şimdi de “sakın ha, tutuklarsanız yakarım sizi” deme yolunu seçiyor

"
"