Diyetisyen insana kendi bedenini düşman olarak gösterirken, yaşam koçu insanın hafızasından ve hassasiyetlerinden kaçmasını şifa olarak sunar
Diyet ya da sağlıklı beslenme söylemi, her ne kadar fazlasıyla bilimsellik iddiasında olsa da içerdiği eski, eskimiş “bilme biçimleri”nden (Michel Foucault terminolojisiyle episteme’lerden) miras ideolojik artıklar ve söylem kalıntıları ile daha ziyade bir imgesel anlatıdır.
Roland Barthes, neye yararsa yarasın her rejimin baskıcı olduğunu söyler. Diyet rejimi de bir çeşit insanın kendini baskılamasını, kendine dışsal otoriteyi içselleştirmesini, bir çeşit kendi kendinin gardiyanı olmasını getirir. Bu haliyle bireye disiplin kazandırırken makro iktidara da hizmet eder.
Delphi tapınağının girişindeki Phytagoras’çı “Kendini Bil-Nosce Te Ipsum” buyruğu zihin kadar bedene de; beden tahakküm ve hijyenine de gönderiyordu okuyanları… Sonrasında semavi dinler de insana bir beden teknolojisi, bir beden kontrol kiti dayatarak kişiyi makro iktidarın ajanı olarak kendini kontrol etmekle görevlendirdi.
Bugün ruhban sınıfının bu işlevini diyetisyenler, beslenme uzmanları adeta birer televizyon vaizi gibi kendini bildirme yani haddini bildirme üslubuyla yerine getiriyor.
Diyetisyen anlatılarındaki ideolojik kalıntıları, arkaik bilimsel söylemleri fark etmeme, ünlü bir diyetisyenin televizyonda dile getirdiği bir iddia yol açtı ki, diyetisyenimiz bu söylediğini hiç de bir iddia değil, bir bilimsel veri olarak sunuyordu izleyicilere.
“Taze zencefil mideye iyi geliyordu, çünkü şekli de mideye benziyordu” ünlü diyetisyene göre.
Daniel Kehlmann, son romanı ‘Tyll’de (2017) drakontoloji yani ejderhabilim diye bir bilimden söz ediyor. Romanda drakontologlar, Avrupa’da 14’üncü yüzyılda 25 milyon insanın öldüğü tahmin edilen kara ölüm hastalığına karşı ejderha kanının ilaç olabileceğini düşünüyor ve ejderha arıyorlar. Ancak ejderha bulunamadığı için drakontologlardan birinin şöyle bir mantık yürüttüğünü görüyoruz: “Hamburg’a girerken bir sinek bulutçuğu görüyor. Bulutçuğa sinek bulutu denmesinin sebebi sineğe benzemesidir. Ve Hamburg şehrinin kara ölümden etkilenmediğini öğreniyor. Alpler’de yaşadığı sanılan bin ayaklı ‘Tatzelwurm’ adındaki ejderhaya benzeyen fabl sürüngeni solucana benziyor. Solucan da, sinek de, her ikisi de böcektir. O halde sinek kanıyla da kara ölüme karşı mücadele edilebilir.”
Kehlmann’ın kahramanı drakontologun benzerlikler-benzetmeler üzerinden yürüttüğü mantık 17’nci yüzyılda ampirizm ve rasyonalizmin gelişmesine kadar çağlar boyunca bütün bilim teknolojisini, bilim ortamını belirlemiş. Michel Foucault ‘Kelimeler ve Şeyler (Les mots et Les choses’ (1966) adlı kitabının girişinde bu benzerlikler üzerinden bilgi-bilim üretim yöntemini uzun uzun anlatır.
Yani zencefilin mideye iyi gelmesinin sebebini zencefilin mideye benzerliği ile açıklamak çoktan aşılmış olsa da hâlâ birçok bilim pratiğinde ideolojik kalıntısı süren bir anlayışın ürünü.
Kırmızı meyveler kan yapar, kan portakalı diye bir şey vardır, kemik kırıklarına paça çorbası iyi gelir, içerik değil şekil önemlidir!.. Renk ve işlev biyoloji ve kimyanın yüzlerce yıllık gelişiminin getirdiği bilimsel verilerden önceliklidir yani diyet ve sağlıklı beslenmenin modern anlatısında.
İnsan için şifa kendi doğasının dışındaki doğada aranırken, bir yandan da insanla insana dışsal doğa buluştuğunda insanın kirlendiğine kanaat getirilir. Doğayla böyle ikircikli bir ilişkisi vardır diyetisyenin. Diyetisyen kirli ve pis olarak addettiği insanın doğal bedensel işleyişine karşı detoks önerir. Detoks, 17’nci yüzyılda deliler nasıl soğuk su sıkılarak ya da soğuk suya batırılarak tedavi edilmeye çalışıldıysa, bu defa da bol bol tezgâh altında imal edilen sıvılar içirilerek yapılır. İçinde yapraklar yüzen ince, saydam sıvılarla insanın içi temizlenecektir. Modern vaiz, bedensel hijyen talep ederken, salgılara, dışkılara savaş açmıştır, duruma göre abdest ve duşun yeterli görülmediği bu aşamada, bir koyu salgılar üretimi olan seks bile aşağılanmış insan biyokimyasının sonucu olarak tarif edilmeye başlanmıştır.
Diyetisyen bir cadı ya da büyücü edasıyla bilim ideolojisinin artıkları ile halk inanışlarını birbirine katarak iksirler hazırlarken, yaşam koçları da manevi detoks önerileriyle sahneye diğer taraftan girer. Onların önerebilecekleri bir sıvıları olmadığı için insana hafızasızlığı, aptallığı ve duyarsızlığı tavsiye ederler.
Diyetisyen detoks karışımı için ot ararken, yaşam koçu bu karmaşık hayatta kişiye ot gibi kalmayı önerir.
Diyetisyen insana kendi bedenini düşman olarak gösterirken, yaşam koçu insanın hafızasından ve hassasiyetlerinden kaçmasını şifa olarak sunar. İnsan hem bedeninden hem zihninden uzağa düşürülür.
Anthony Bourdain’in şu sözü bana göre aynı zamanda bir direniş sloganıdır: "Vücudun bir tapınak değildir. Tam aksine bir eğlence parkıdır. Onunla eğlenmelisin, tapmamalısın.”
Günümüzün diyet ve sağlıklı yaşam ideolojisi, insanı homo economicus haline getirilmek istenmesine karşı bir direniş biçimi olan haz ve zevkten mahrum bırakmaya çalışırken, yerine bir terbiye ve disiplin temrini, bir hijyen tarifnamesi, bir şamanizm estetiği ve ideolojisi koyar.
İnsanı mazoşizmin sınırlarına getiren bu unsurlar, 20’nci yüzyılın ilk yarısında faşizmin ve Nazizm'in ideolojik eğitiminin müfredatıydı.
Bugün de diyet, sağlıklı beslenme, yaşam koçluğu müessesesi gibi anti-bilim kurumları ya da sahte bilgeliklerin insanları peşinden sürükler olması tesadüf gibi görünmüyor konjonktüre bakınca.
İnsan diyetle, rejimle, sağlıklı beslenme reçeteleriyle bedenine düşman edilirken, sadece haz ve direniş, insanın bedeniyle yoldaş olmasını sağlıyor işte yine!..
Hazdan ve zevkten sarsılan insan bir yandan; diğer yandan ise hücredeki açlık grevcisi ve sokaktaki gösterici, bedeniyle en sağlıklı ilişkiyi kuran, bedenine düşman değil, bedeniyle yoldaş olmuş insanlardır bugün.