Teknolojinin hayatlarımız içerisinde işgal ettiği yer artmasıyla birlikte hiçbir şeyin eskisi olamayacağı bir dönemin de içerisine girmiş bulunmaktayız. Yaşama alışkanlıklarımızdan başlayarak, gündelik koşuşturmalarımıza kadar olan bir dizi etkinlik içerisinde farklılaşmaları önceleri hissetmeden kabullenmeye başladık. Ardından ise teknoloji kullanımı dilimize oradan da düşüncelerimize ve davranışlarımıza kadar uzanmak suretiyle hepimizi bambaşka bireyle haline dönüştürüverdi.
Artık istesek bile geçmişin kendine özgü günlerine dönebilme olanağına sahip değiliz. Çünkü bir zamanlar nerede olduğumuzu bildirmek ve haber almak için kullandığımız telefonlarımız artık mekânsal kodlayıcılar olarak işlev görmeye başladılar. Elimizden düşüremediğimiz ve adeta bağımlısı haline dönüştüğümüz aletler olarak evde, sokakta, okulda, iş ortamında kısacası hayatımızın her alanında müthiş bir başkalaşım yaşamamıza ve buna uygun şekilde davranmamıza yol açtılar.
Deloitte’un raporuna göre Türkiye’deki mobil kullanıcılar günde ortalama 78 kez, yani her 13 dakikada bir cep telefonu ekranına bakmaktan kendini alamıyorlar. Araştırma, tüketicilerin bir cihazı kullanırken elde ettikleri fayda arttıkça, o cihazı kullanma sıklığının da arttığını ve cihazın daha kısa bir sürede yenilenme ve o cihaz üzerinde daha çok harcama yapılma olasılığının da aynı doğrultuda artış gösterdiğini ortaya koyuyor.
Artık başınızı çevirdiğiniz her yerde mutlaka cep telefonlarına bakan birilerini görmeniz şaşkınlık yaratmıyor. Sürekli olarak konuşuyor, konuşmadığımız zamanlarda ise sosyal medyada geziniyor veya oyun oynuyoruz. Artık birbirimizle konuşmalarımızın merkezinde de yine telefonlarımız yer alıyor, onun aracılığıyla kim, kiminle ne yaptığına bakıyor veya bir şeyleri birbirimize gösterme yolunu seçiyoruz. Hiçbir şey yapmasak içtiğimiz kahvenin falını, ilgili sitelere göndermek suretiyle cep telefonu uygulamalarından yararlanıyoruz.
Günde 78 kez bakmamız ise gündelik olan içerisinde gerçek ile kurgunun yer değiştirmesi üzerinden de okunması gereken bir durum olarak da okunabilir. Toplu olarak bulunduğumuz ortamlarda bile aynı tarz davranmaya başlıyor ve giderek cep telefonları üzerinden kurmuş olduğumuz küçük dünyalarımızda büyük hülyalar peşinde koşmayı sürdürüyoruz. Yalnızlığın giderek daha kalabalık bir hal aldığı bir dönemin içerisinde, yaşadığımız sıkıntıların çözümsüzlüğünün gerekçelerinden birini oluşturan teknolojiden çözüm üretmesini bekliyoruz.
Bu öylesine tuhaf bir hal almaya başlıyor ki, artık ders yapılan sınıflarda öğrencilerin bir elleri devamlı olarak masanın üzerindeki cep telefonuna gidip geliyor. Anlık paylaşımlar, sürekli olarak yanıt verilen mesajlar ve bitmek bilmeyen bir sıkıntı halinin içerisinde yanıp tutuşan milyonlar. Artık öğrencilerinize kitapla, okumakla veya araştırmakla ilgili ne söylerseniz söyleyin, büyük bir kısmının söylediklerinizi hiç duymadığını hatta size hiç kulak dahi kabartmadığını bilmek gibi bir durumla karşı karşıyasınız.
Sabaha kadar bitmeyen cep telefonu vazifesi nedeniyle sabah derslerine bir türlü gelemeyen öğrencilerinizin olması da gayet normal! Yan yana konuşmayan buna karşın mesajlarla haberleşen bir kitle var artık. Burada sürekli olarak kendini göstermek ve ne kadar iyi bir kullanıcı olduğunu ortaya koymak da olmazsa olmazlar arasında yer alıyor. Peki hayat nerede akıyor veya ülkenizde, dünyada neler yaşanıyor sorusu ise burada anlamını yitirmeye başlıyor. Önceliklerin farklı olduğu yepyeni bir şimdi ile karşı karşıyayız ve burada toplumsal olan değil bireysel olan ön planda yer alıyor.
Kullanıcıların gün içerisinde akıllı telefonlarına bakma sayısında Türkiye, ortalama 78 defa ile Avrupa ortalamasının(48) 1,5 katını aşıyor. Akıllı telefon bağımlılığında Avrupa’nın önüne geçen Türkiye’de uyandıktan sonraki ilk 15 dakika içerisinde telefona bakma oranı %79 iken, aynı oran Avrupa için %62 seviyesinde gözlemleniyor. Benzer biçimde yatmadan önceki son 15 dakika içerisinde telefona bakma oranı Avrupa’da yğzde 53 iken aynı oran Türkiye için yüzde 72 seviyelerine ulaşıyor.
Uykuya dalmadan önce veya uyandıktan sonra baktığımızın cep telefonu olması ve onun ekranı üzerinden dünyayı algılamaya çalışıyor olmamız aslında bambaşka bir gerçeklik kurgusunu da beraberinde getirmeye başlıyor. Dünyayı ekranımızın üzerinden algılamaya ve böylesi bir durumu ‘normal’ görmeyi kabulleniyoruz. Bu ise sokağa çıktığımızda, evde, trafikte, okulda kısacası hayatımızın bütün alanlarında yepyeni bir davranış kalıbı içerisinde bulunmamızı beraberinde getiriyor.
Bu kadar çok sık telefona bakan kişilerin olduğu bir ülkede trafikte artık daha büyük tehlike altında olduğumuzu öngörmek durumundayız. Çünkü direksiyon başında mesaj atan, mesajlarına bakan ve sosyal medyada gezinenlerin de olduğunu unutmamalıyız. Hayatın ritmi artık başka bir mecrada atıyor ve burada olup bitenler, geçmişte olduğundan çok daha fazla sayıda insanı doğrudan etkisi altına alabilme potansiyeline sahip. Bütün büyük sınavlarda öğrencilere, sınav giriş belgelerinde cep telefonu ile sınav yerlerinize gitmeyin uyarısında bulunulmasına karşın, tam tersini yapmaya çalışan bir kitle var artık ve bu durum yepyeni iş alanlarını da beraberinde getiriyor.
Görme-Gösterilme ikileminden Göstermenin, görmenin önüne geçtiği an’ın sonsuzluk değil kısacık bir şimdi ile neticelendiği yepyeni bir dönemdeyiz artık. Burada farklılıklar üzerinden yürütülen tektipliğin şahikası ile karşı karşıya bırakılmaktayız. Herkes bir diğerinin geldiği noktayı tekrar etmenin ötesinde yeni bir şeyler söyleyebilecek donanıma sahip olmadığı için sadece göstererek şaşırtabileceğinin farkında. Bu ise inanılmaz bir baskı yaratarak kişileri benliklerinden uzaklaştırmakta ve sürekli olarak mutsuzluğun, melankolinin, sıkıntının dehlizlerinde yol almaya yol açmaktadır.
Her yaptığını gösterme zorunluluğu dikizlemeyi teşvik ederken aynı zamanda başkalarının da dikizlemesinin önünü açacak olan imrenme duygusuna vurgu yapmaktadır. Sınırların alt üst olduğu bir ortam olarak sanal gerçeklik imgesi ile birlikte hayatlarımız bizlerin kontrolü altında olmayan birer zaman dilimine dönüşmüşlerdir. Hayat artık yaşandığı kadar değil, gösterildiği ve gösterdiklerinizin görüldüğü/görünebildiği kadardır. Bu ise hiç bitmeyen bir yeni olma halinin içerisinde yaşamayı zorunlu kılmaktadır. Sürekli olarak fotoğraf çekme, bulunduğumuz yeri işaretleme, bunlar üzerinden açıklamalarda bulunma, beğenme ve tüm bunlara eşlik eden saatler süren gezinme hali.
Ne yaptıklarımızdan haz alabiliyor ne de yaşamlarımızın bir anlamı olduğu konusunda kendimizi rahat hissedebiliyoruz. Sınırların her geçen gün biraz daha fazla hepimizi içerisine çektiği bir dünyada yaşamak zorunda olduğumuzu ve buna katlanabilme konusunda yetersiz olduğumuzun da farkındayız. Eskinin basitliğini ve sıradanlığını bu yüzden çok ama çok özlüyoruz. Aileden, komşuluk ilişkilerine, oradan arkadaşlıklara, sevgiye kadar uzanan bir çizgide hayatımızda sahici olmayan her şeye karşı savunmasız olmanın çaresizliği içerisinde kıvranıyor ve sadece kuyruğu dik tutmaya çabalıyoruz. Saatlerimiz, günlerimiz, ömürlerimiz tükenirken, her birimiz –mış gibi olmanın dayanılmaz çaresizliğini yaşıyoruz.