26 Aralık 2020

Parmaklarıyla Düşünen Dünya

"Hangi dilde konuşursanız konuşun, sözcüklerle anlaşırsınız. O sözcüklerin işaret ettiği kavramlardır kafamızda oluşan imgeler. Ne kadar çok sözcük bilirseniz, zihninizde oluşacak kavramların sayısı da o kadar çok olacaktır. Anadiline hakim insanların daha geniş bir hayal gücüne sahip olması bundandır. Sözlerimizi kaybedersek, ifade ettikleri fikirleri de kaybederiz"

Teknolojinin gelmiş olduğu nokta ile bir taraftan hayatlarımız müthiş bir şekilde kolaylaşırken öte taraftan söz konusu teknolojiyle birlikte yalnızlaşma sürecimiz de hızlandı. Akıllı telefonlar aracılığıyla sıradan insanın daha fazla yazdığı ve kendisini var kıldığı bir süreci yaşıyoruz.

Yazar ve radyocu dostum Murat Erdin'in başlıktaki ismi taşıyan kitabı işte bu içinden geçtiğimiz ve çoğu kez farkında bile olmadığımız gelişmelerin toplumsal hayatlarımız kadar bireysel yaşantılarımız üzerinde olan etkilerini de ele alıyor. Üç bölümden oluşan çalışmasının ilk bölümü "İnternetin Yönettiği İnsan" başlığını taşıyor. Bu bölümde Erdin, "Bireyin sonu mu yoksa yükselişi mi?" sorularının yanıtlarını son derece kolay okunan ve keyif alınan sözcük dizgeleriyle oluşturulmuş metin içerisinde gözler önüne seriyor.

Örneğin internet nesli olarak adlandırılan ve doğrudan doğruya bu teknolojinin içerisine doğmuş olan nesil açısından olup bitenlerle daha önceki nesiller arasındaki farkları dile getiriyor:

"İşte internet nesil bu ekranlara bakarak büyüyor. Olaylar karşısındaki tepkileri ve yorumları tamamen ekranlarda gördükleriyle çerçevelenmiş oluyor ve onlar bu ekranlarda gördükleri ve duyduklarına göre karar veriyorlar. Fiziksel özellikleri de ekranlara hükmedecek şekilde değişiyor. Hepsinin çok hızlı parmakları var. Parmaklarıyla konuşuyor, parmaklarıyla yazışıyor ve parmaklarıyla düşünüyorlar." (s.21)

Zaman hızla akıp giderken bu kez teknolojinin yaratmış olduğu müthiş devinim sayesinde kuşaklar arasındaki bağlantı, telafi edilemeyecek oranda büyük bir hasara uğradı. Artık anne ve babalarımızla aynı dili konuşurken bile zaman zaman anlaşma zorluğu yaşıyoruz. Bu durumu zevk ve beğenilerimiz kadar giyim, kuşamımız, dünyaya bakışımız ve hayata dair önceliklerimiz hususunda da karşılaştırdığımızda ortaya çıkan tablo gerçekten eski ile kıyasladığınızdan çok daha büyük farklar içermekte. Z kuşağı olarak adlandırılan jenerasyonun dünya ile kurduğu etkileşim bizlerin kurmuş olduğu etkileşimden çok daha başka bir türden gerçekleşmekte.

Tabii bu müthiş dönüşüm süreci çocuklar ve gençler kadar yaşları daha büyük olanları da yakından etkiliyor. Artık onlar açısından da teknolojinin nimetlerinden yararlanmak gibi bir durum söz konusu. Eskinin veli toplantıları belki hâlâ devam ediyor fakat artık okula gitmeden de tüm olup bitenler hakkında malumat sahibi olabilme şansınız var; çünkü daha okulun açıldığı ilk günden itibaren kurulan "WhatsApp Velileri" (s.23) grubuna üye olarak bu yapının içerisinde olabiliyorsunuz.

Kitabın bu bölümünde nesnelerin interneti ve onun karanlık yüzüne ilişkin de yazılar da yer alıyor. Televizyon her ne kadar aile içi ilişkilerde önemli sorunları beraberinde getirmiş olsa da bir taraftan aile içi bir etkinlik türü olarak uzun yıllar boyunca evlerimizde bir aradalığın sembollerinden de birisi olabilmeyi bazen dizilerle bazen de maçlar vasıtasıyla başarabilmişti. Şimdi ise yeni nesil açısından televizyon izlemek pek de işlevsel bir eylemlilik türü değil bunun yerine akıllı telefonları, tabletleri veya bilgisayarları aracılığıyla videolar izliyorlar. Yazılı basının giderek elektronik ortama kaydığı bir dünyada, televizyon izleyen kuşakta zamanla azalma eğilimine doğru gidiyor. Burada ister istemez akıllı teknolojilerin bizi getirmeye başladığı tartışma bir kez daha karşımıza çıkmaya başlıyor. Gidişatın yalnızlaşmayı arttırması ve beraberinde sanallığın gerçeğin yerine ikame edilmesi tehlikesi. Bu noktada kitap içerisinde dijital orgazm(s.31) alt başlıklı çok ilginç bir yazı okuyucuları ile buluşuyor. Yalnızlaşmanın çareleri olarak üretilen teknolojilerin, seks hayatımıza kadar dokunabileceği yeni bir sürecin başlangıcında yer alıyoruz: "Japonya'da 18-34 yaş arasındaki erkeklerin yüzde 70'inin bekar olduğunu düşünürsek, dijitalleşmenin daha şimdiden geldiği korkutucu noktayı hayal edebiliriz."(s.32).

Bu bölümde uzay filmlerinin yanı sıra Star Wars'a ayrıcalıklı bir yer veriliyor. Çünkü bu film serisi bir anlamda şu anda yaşları elli civarında olan benim yaş kuşağım için de teknoloji ile uzay arasında kurulan ilginin en harikulade anlarına karşılık geliyordu. Zaman makinesi, zamanda yolculuk ve benzeri teknoloji yüklü filmler aslında bir taraftan geleceğe dair kafalarımızdaki sınırların esnekleşmesine öte taraftan ise bambaşka bir hayal gücü ile karşı karşıya kalmamıza yol açıyorlardı. Çalışma içerisinde onlara da yer verilmiş olması dikkat çekici. Bu noktada bir diğer önemli husus ise yazarın sözcüklere özel bir önem atfetmesidir: "Hangi dilde konuşursanız konuşun, sözcüklerle anlaşırsınız. O sözcüklerin işaret ettiği kavramlardır kafamızda oluşan imgeler. Ne kadar çok sözcük bilirseniz, zihninizde oluşacak kavramların sayısı da o kadar çok olacaktır. Anadiline hakim insanların daha geniş bir hayal gücüne sahip olması bundandır. Sözlerimizi kaybedersek, ifade ettikleri fikirleri de kaybederiz. Sözleri ve sözcükleri yılların hoyratlığından koruyan kitaplar ise sözlüklerdir."(s.43).

Dünyada etkin olan büyük sözlüklerin her yıl bir kelimeyi seçmesi ve o kelimenin etkisini, ağırlığını vurgulamasına örnek olarak 2017 yılında Oxford sözlüğünün yılın kelimesi olarak Post Truth'u seçtiğini verebiliriz. Büyük bir ihtimalle 2020 yılının kelimesi pandemi olacak gibi gözüküyor: "Bu sözlükler, bugün dünya üzerinde konuşulan tüm dilleri etkilemiş ve yeni kavramlar oluşmasına ön ayak olmuştur. Sözlükler ve sözcükler işte bu yüzden çok önemlidir." (s.45). Yıllar önce büyük üstat Cemil Meriç sözlüklere dair "kamus namustur" ifadesini kullanmıştı.

İkinci bölüm "Bir Ekran İçinde Yaşamak" başlığını taşıyor. Çevrimiçi bir dünya alt başlığı ile aslında hepimizin son yıllarda sıkça karşılaştığımız bir duruma da gönderme yapıyor. Özellikle pandemi süreciyle birlikte eve hayatın sığması cümlesini daha fazla duymaya başladık. Evet evin kendine özgülüğü ve onun yaratmış olduğu olanakları düşündüğümüzde bu sözün bir karşılığı var öte yandan bu yeni durum beraberinde hayatlarımızı ve alışkanlıklarımızı da alt üst etti. Geceleri sosyal medya üzerinde daha fazla kişinin aktif olduğu bir dönemdeyiz artık. Çevrim içi hayatlarıyla birlikte belki de bir başka yazının konusu olabilecek şekilde hepimiz rölantide yaşıyoruz. Bu noktada cep telefonsuz bir hayatı daha önce nasıl yaşıyormuşuz sorusu ister istemez zaman zaman aklımıza geliyor. Çünkü artık evden çıktığımız anda evimizin anahtarı ile mutlaka cep telefonumuza sarılıyoruz. Yazar da bu noktadan hareketle öneride bulunuyor: "Bilinen bir alışkanlıkla adına telefon dense de cep telefonlarına artık yeni bir isim bulmanın vakti geldi de geçiyor bile. Çünkü bu aygıtları sadece ses taşıma amacıyla kullanmıyoruz. Bunların her biri 'hayat organizatörü' haline gelmiştir." (s.62).

Sosyal medya üzerinde yaşanan hayatlarla birlikte çevrim içi bir dünyada yaşamak söz konusu olmaya başladı. Silikon Vadisindeki Linden Lab isimli şirketin sloganı "Senin dünyan, senin hayal gücün." "Tasarlanmış bir dijital hayat bu." (s.66-67).

Çalışma içerisinde sosyal medyadaki katılımın bir pasifizm yaratmakta olduğuna da yine dikkat çekiliyor. Ayrıca Google ve İnternet aracılığıyla ulaşılan bilginin tamamı değil sadece kırıntısı olduğu ve hepimizi daha fazla oradan oraya oyalayacak bir çemberin içerisine hapsettiğini de yine bu bölümde okuyabilirsiniz: "Yüzeydeki bilgi kırıntıları Google tarafından önümüze serilir ve biz oradan genellikle almak istediğimizi alır, bazı başlıklar ve anların altındaki ikincil yazılarla yetiniriz. İşte bu yoğunlaşma eksikliği ve derinlik kaybıdır… Ortaya çıkan yeni durum anti düşüncedir. Sorgulamayı ve öğrenmeyi reddeden bir hazıra konma halidir. Böyle bir neslin dikkati sıkça dağılmakta, uzun konuşmalar karşısında sıkılmakta, kalın kitaplar okuyamamaktadır." (s.73-74).

Bu önemli saptamayı bir sonraki alt başlıktaki sosyal medya dediğimiz şey nedir? Kısmında bu kez okuma ve sözcükler arasında bağlantı kurmada sosyal medyanın etkisi üzerinden gözler önüne seriyor yazar: "Okumayı sadece sosyal medya üzerinden yapan gençlerin okuma yetenekleri ve buna bağlı olarak anlama yetileri de azalmaktadır. Oysa insanlar sözcüklerin yarattığı çağrışımlarla anlaşırlar ve bu sözcüklerin çağrışımlarıyla düşünürler. Bu durumda sözcük dağarcığını arttırmış bir insan hem daha güzel konuşur hem de bu zenginlikle düşünür… Oysa sosyal medyada kısa konuşmak ve kısa yazışmak önemlidir. Derin okumak ve derin düşünmek sosyal medyaya göre değildir. Orada kalıplarla konuşmak ve hazır cevap olmak çok daha önemlidir." (s.76).

Yine bu bölümün ilgi çekici bir diğer noktası ise Nicolas Carr'dan yapılan bir alıntıda kendisini gösteriyor: "Hatırlamamızı ve unutmamızı sağlayan şey internetin devreleri gibi. Biz interneti ve sosyal medyayı kullandıkça beyinlerimiz unutmada ustalaşıyor, anımsamakta beceriksizleşiyor." (81).

Bölümün son alt başlığı okula gitmeden eğitimi irdeliyor. Burada Oğuz Atay'ın 1975 yılında yayımlanan bir öyküsündeki şu sözlere yer veriliyor: "Mektupla doktora yapmalıydım, mektupla doçent, mektupla profesör olmalıydım. Resim bilgimi, genel kültürümü mektupla ilerletmeliydim. Mektupla bir üniversiteye öğretim üyesi olmalıydım, belki bir süre sonra da mektupla bir üniversitede ders vermeye başlamalıydım." (93). İnternetin yaratmış olduğu olanaklar sonrasında mektupla değil fakat ekran üzerinden üniversite öğretimi gerçekleştiriliyor hatta doktora tez jürileri de yine uzaktan bilgisayar aracılığıyla tamamlanıyor. Binlerce kilometre ötedeki kongrelerde bildiri sunmak için de evinizin bir köşesinden oturumunuza canlı olarak bağlanabiliyorsunuz.

Kitabın üçüncü bölümü ise "Yalnızlığın Kaç Piksel?" başlığını taşıyor. Yeni çağın bağımlılıkları ise alt başlık olarak verilmiş durumda. Yalnızlığın kaç piksel başlıklı yazıda Niedzviecki'nin "Dikizleme Günlüğü" isimli çalışmasından alıntılar yapılıyor. Niedzviecki'ye göre, "Bir tuşla hayatımızı fragmanlar halinde başkalarına sunuyoruz. Her anımız megapiksellerle çözünerek başkalarının seyrinde ihtişama kavuşuyor. Kendimizi izlenir kıldığımızda, insanların bizimle ilgili yorum yapmasını sağladığımızda belki ironik ama birey olduğumuzun bilincine varıyoruz. Dikizlenerek ne kadar özel ve ne kadar farklı olduğumuzu başkalarına göstermek istiyoruz. Günlük ilişkilerde benliğin sunumu olarak tanımladığımız bu durum benliğin reklamına dönüşüyor." (s.101).

Görünme ve gösterme ikilemi içerisine her geçen gün biraz daha fazla sıkışırken gerçek dünyadan daha fazla kaçarak yaratılan bu yeni dünyanın içerisinde var olduğumuzu gösterme yolunu tercih ediyoruz. "Sonuç olarak modern çağın tekno kültüründe gerçeklik duyumu giderek yitiyor. İnsanlar arasındaki etkileşim azalıyor ve böylece her gün bir diğer güne benziyor. İçimizi sürekli bir eksiklik duygusu kaplıyor. Depresyona giren insan sayısı çoğalıyor. Kişilikler değil görüntüler önem kazanıyor. Herkes durmadan birilerine benzemeye çalışıyor ve sokaklar simülasyon labirentleri gibi aynılaşan insanlarla doluyor. Mimikler azalıyor yüzler bakışlar tıpkı bir robot gibi mekanikleşiyor. Duygularımız ölüyor. Bizde heyecan ve duygu uyandıracak arayışlarımızın karşılığı yorgunluk olarak dönüyor. Öyle ya da böyle hepimizin bir parçası olduğu çevrimiçi dünyada, 'Eskiden her şey daha güzeldi!' dediğimiz anlar da çoğalıyor. Ve hepimizin ortak derdi aynı cümlede karşılığını buluyor: 'Çok yalnızım!'" (s.103).

Bu bölüm içerisinde Gutenberg'ten Zuckerberg'e, akıllı kentler, akıllı tarım, yapay gıda üretimi, akıllı gözlükler, kuantum bilgisayarlar, yapay zeka, yapay zekanın müzik, göz tarama, sanat alanlarındaki kullanımı, yeni çağın hastalıkları, içinde çip olan hap, tekno mezarlık vb. gibi ilgi çekici yazılar da yer alıyor. Murat Erdin'in çalışması keyifli saatler geçirmek isteyenlere hem yeni yeni bilgileri sunuyor hem de bunu gerçekten çok keyifli cümleler aracılığıyla, okuyucuları sıkmadan gerçekleştiriyor.



Murat Erdin, Parmaklarıyla Düşünen Dünya, A7 Kitap Yayıncılık, İstanbul, 2020

Yazarın Diğer Yazıları

Sonları beceremeyen ve bunu tartışamayanların ülkesi

İster futbolda ister siyaset dünyasında olsun sorgulanmayan, tartışılmayan ve sistematik bir hale dönüştürülmeyen hiçbir yapının mutluluk getirebilmesi de söz konusu değildir

Yine bir 10 Kasım

Resmi devlet ideolojisinin yarattığı ve katı kurallar içerisinde insani vasıflarından arındırdığı Mustafa Kemal Atatürk imgesinin yıkılmakta olduğunu buna karşın bu ülkenin insanlarının kalplerinde yaşattıkları Mustafa Kemal Atatürk imgesinin ise her geçen 10 Kasım ile biraz daha fazla büyüdüğünü bir kez daha yüksek sesle haykıralım

Yüz birinci yılında Cumhuriyet

Yüz birinci yılda cumhuriyetin en çok halkın çaba ve uğraşlarıyla kazanılacağını ve eğer bunlar gösterilmezse kaybedileceğini aklımızdan hiç ama hiç çıkartmamalıyız. Şikâyet etmekte olduğumuz bütün olumsuzluklar karşısında özellikle de hukuk, özgürlük, hoşgörü ve laiklik konusunda cumhuriyete sıkı sıkı sarılmak durumundayız

"
"