Yaşadıklarımız haber haline getirildiğinde ve medyatikleştiğinde verdiğimiz tepkiler çoğu zaman ‘bu da mı olmuş’ şeklinde gerçekleşiyor. Gündemi ve hareketliliği hiç bitmeyen bir ülke olunca da medya açısından işler tıkırında yürüyor. Buna karşın yaşadıklarımızı karşımızda gördüğümüz vakit, bizler için durum öyle midir? Çok emin değilim. Çünkü yaşamaktan keyif almadığımız hatta hiç olmaması gerekenleri yaşadığımız durumlarla karşı karşıya kalmak durumunda bırakılıyoruz çoğu zaman. Durum böyle olunca da verdiğimiz tepkiler kadar olup bitenler karşısındaki aldığımız tutumlarımız da bir tuhaf olmaya başlıyor. Kafa karışıklığımız öylesine artıyor ki, kim nerede ne yapmıştı, neden böyle yapmıştı ve bunun sonucunda ne/neler olmuştu? Şeklindeki sorular kadar bu sorulara verilecek olan yanıtlarımızda anlamını yitiriyor.
Her şeyin kadere bağlandığı ve kendi ritmi içerisinde yürüdüğü bir hayatı hem kendi hayatımız hem de ülkemizin durumu olarak yaşamaya çalışıyoruz. Bu ise ülkemizde gündelik olanın siyaset üzerinde yaratabileceği etkinin de azalmasına hatta çoğu zaman hiç olmamasına yol açıyor. Biz de gündelik hayat siyaseti değil siyaset gündelik hayatı yönlendiriyor ve belirleyen siyasetin dinamikleri olduğu için de bir türlü yaşadıklarımıza karşılık gelen bir ortamı oluşturamıyoruz. Sivil toplumun olmadığı veyahut olduğu kısmının da devlet odaklı olduğu bir ortamda milli irade olarak yansıtılan halkın tercihlerinden çok siyasetçilerin istekleri belirleyici olacaktır. Sokağın kendi iç dinamikleri içerisinde zamanla çözülmesi gereken sorunlar ise yine siyaset sayesinde çözümsüz bir hale bürünecektir. Tabii burada ülkemizdeki siyasetin dar ideolojik tartışmaların ötesine geç(e)meyen bir kulvar üzerinde yapıldığını ve son derece kısır bir çekişme üzerinden yürüdüğü gerçeğini de yaşadıklarımıza eklemek durumundayız. Siyasetimizin bu kadar sığ, kafalarımızın bu kadar karışık olduğu bir durumda ise yaşadıklarımız hepimize yeniden ve yeniden yaşamak zorunda bırakılanlar olarak geri dönmektedir. Sorunları çözen bir kültürel yapımız olmadığı ve bu doğrultuda örgütlenen bir siyasal kültürümüz de bulunmadığı için sürekli olarak tekrarladığımız birlik ve beraberlik lafları hep havada asılı olarak kalmaya mahkumdur.
Siyasetin dilinin suçlayıcı ve karşı tarafı tahkir edici bir mahiyet içerisinde yol aldığı gerçeği sadece bugünümüzün sorunu da değildir. Bu ülke farklı kompartmanlardan oluşmakta ve bu farklı kompartmanlardakilerin birbirleri ile olan ilişkileri de hiç de öyle söylendiği gibi hoşgörü üzerinden yürümemektedir. Başkasının hayatına karışmama, müdahil olmama meselesi bu ülkede sık sık gündeme getirilen tartışma konularından bir tanesidir. Özellikle kadınların giyim kuşamı üzerinden yürütülen bu tartışma da, kadının ne giydiğinden çok orada bulunan erkeğin/erkeklerin bunu nasıl algıladıkları ve durumu nasıl görmek/göstermek istediklerine sık sık rastlarız. Kadınların mini eteği, bluzu veya türbanı üzerinden yaşanan bu tartışmalarda her nedense erkeklerin kıyafetleri, sakalı, bıyığı üzerinden gerçekleşmez!
Sorun aslında gösterilmeye çalışıldığı gibi modernlik-çağdaşlık veyahut laiklik temeli ile muhafazakarlık/dindarlık veyahut yobazlık temelinde bir yerlere indirgenemez. Aslında kadın ve erkeği nasıl gördüğümüz ve toplumsal hayatımız içerisinde nasıl konumlandırmakta olduğumuz gerçeği ile ilintili olan bir durumdur. Cumhuriyet rejimi Avrupa ülkelerinin büyük çoğunluğundan çok önce kadınlarına seçme ve seçilme hakkı verdi ancak kadınların sosyal hayatta görünür olmasını bu verilen haklar sağlayamadı. Toplumsal hayatımızda dinselliğin etkisi kadar yoğun hissedilen gelenek meselesi ve geleneğin yarattığı tahakküm üzerinde her nedense hiç durmamayı seçtik! Böyle olunca da ortaya tam anlamıyla kafalarımızı allak bullak eden bir anlayış çıkıverdi. Son derece pragmatist yaşayan, hayatı hep kendine göre şekillendiren -ki bu durum sadece gündelik olan biten için değil inanç boyutunda bile bu sınırları zorlayan- bir figür var karşımızda. Örneğin her Ramazan ayında aynı tartışmaları binlerce kez yaşamaktan hala yorulmadık!
Oruç tutmak, kişinin kendi nefsini terbiye etmesidir ve kişi ile inandığı Allah’ı arasındadır. Burada belirlenen süre içerisinde sadece yemek yememek, su içmemek değil aynı zamanda kişinin kendi nefsini her açıdan terbiye etmesine engel olacak olan tüm eylemlerden de uzak durması amaçlanmaktadır. Oruç, iftar saatlerinde gösterişli törenlerle ve lüks ortamlarda açılmak için veya oruç tutmayanlara göstermek amacıyla yapılan İslam dininin şartlarından bir tanesi değildir. Toplumsal hayatın içinden geçtiği dönüşüm sonrasında artan nüfusla birlikte çeşitlilik çoğalmış ve özellikle büyük kentlerde Ramazan ayında İslam dininin bu şartını yerine getir(e)meyen büyük bir kitle de ortaya çıkmıştır. Bu durumu oruç tutmayanların görünür alanlarda yemek yememeleri ve su içmemeleri gibi ifadelerle açıklayamayacağımız gibi bu eylemleri yapanları da suçlayıcı veyahut onlara yönelik bir takım şiddet içeren uygulamaları da mazur gösteremeyiz.
Bir tarafta Ramazan ayında tuttuğu orucun ne anlama geldiğinin farkında olmadan geri kalanları zorlamaya çalışan bir zihniyet var öte tarafta ise yeme-içme üzerinden kendisini var kılmaya çalışan bir zihniyet. İkisi arasındaki tuhaf karşıtlık ve benzerlik de yine bizim bu kafa karışıklığımızın bir göstergesidir. Çünkü her ikisini de biraz incelediğiniz vakit söyledikleri kadar hoşgörülü olmadıklarını ve sadece kendilerinin haklılıkları üzerinden bir hayatı ön plana çıkarttıklarını görürsünüz.
Kendimizden farklı olanla ilişkiye geçemediğimiz ve onların da toplumsal hayatın içerisinde var oldukları gerçeğini kabul edemediğimiz sürece ‘hoşgörü’ lafına ne kadar sarılırsak sarılalım, söyledikleri ile kendisini kandıran bir topluluk olmayı sürdürürüz. Asıl olan yaptıkları ile söylediklerini bir araya getirebilen ve hayatın akışı içerisinde bütün inançlara, ideolojilere, bakış açılarına, tercihlere saygı duyabilen bir toplum olabilmektir. Bizim gibi kafa karışıklığı baki olan bir ülkede ise durumumuz her zamanki gibi çok ama çok zordur.