Eğitim konusu tartışılırken şu soru sorulur: Zekâ doğuştan mı geliyor, beslenmeyle mi oluşuyor? İngilizce ifadesiyle, "nature or nurture"? Eğitim tüm yönetimin temeliyse, hangisi önemli: kültürel beslenme mi, evdeki ilgi ve sevgi mi, çevre etkisi mi, okul mu? Birey becerilerini kullanarak, kendi yolunu kendisi mi bulabilir mi?
Toplum olarak fena halde sıkılmış, sıkışmış haldeyiz. Hayat pahalılığı her an yeni şaşırtıcı tablolarla karşımızda. En küçük alış veriş, bir simit almak bile kimilerini iki defa düşündürüyor. Yaklaşan seçim nedeniyle ülkenin dört bir yanında, çarşıda, pazarda yurttaşlarla yapılan kısa sohbetlere rastlıyoruz. Oyunuzu kime vereceksiniz, sorusunun yanıtı şaşırtıyor.
Demokrasi uygulamasında aksamalardan yakınıyoruz. Pekiyi siyasal karar verebilme, seçme ve seçilme gücü olarak tanımlayabileceğimiz "demokrasi zekâsı" nasıl gelişiyor? Ailede mi, okulda mı, toplumda mı? Birçok birey, Anadolu'nun bir köyünden, kasabasından çıkıp, "parasız yatılı" okuyarak önemli konumlara gelmiştir. Hüner hamurda mı, hocada mı?
ABD'de Duke Üniversitesi'nin ünlü ısı transferi hocası Profesör Adrian Bejan bu süreci fizik bilimlerde oluşumcu süreç içinde "constructal theory" olarak adlandırıyor. [1] Bu süreç suyun arazide kendisine kanal bulmasından, bitkinin toprak altında önüne çıkan engelleri aşarak büyümesinden farklı değil. Değer zinciri böyle evriliyor.
Sular siyasette aynı kolaylıkla akmıyor. Değerli arkadaşım Profesör Ersin Kalaycıoğlu Yeni Arayış dergisindeki yazısında demokrasinin özen isteyen bir yönetim şekli olduğunu örnekleriyle inceliyor.[2] Profesör Kalaycıoğlu değişik ülkelerin deneyimlerinden örnekler veriyor.
Bu sıkışıklıktan ne zaman çıkabileceğiz? Bizi daraltan nedir, güvensizlik mi? Öyleyse, kaynağı nedir?
Ülke bir yandan Avrupa endüstrisinin önemli bir tedarikçisi durumuna geldi ve imalatçılık yanında tasarım yapmaya da başladı. Yani bir yandan ekilen bitki büyüyor, bir yandan bu büyüme kendi kendisini finanse edinemiyor ve katma değer yetersizliği, alışkanlıkların yol açtığı her türlü tüketim ve tasarruf azlığı ile, cari işlemler açığı doğuruyor. Birey kendi kazancıyla harcama yaptığına inanıyor, ama satın alınan dayanıklı tüketim malı, mamul malın içerdiği ithal girdi, döviz maliyeti içeriyor. Bunların tümü hak elbette, ama maliyetlerinin bilincinde olmak şartıyla yapılması gereken harcamalar.
Bu filmi en son ne zaman gördük? Çok eski değil, 2001 yılı sonunda TEFE yüzde 88.6, TÜFE yüzde 68.5 olmuştu. Yani, bugünkü durumdaydık, ama o zaman ülkeyi yeniden doğru yola sokan inat değil akıl oldu. Üçlü koalisyon döneminde, IMF göreve çağrıldı ve geçmiş örneklerde İngiltere, Fransa, Yunanistan, İtalya gibi birçok örnekte, ulusal yönetimler IMF'den gerçeği saklarken, Türk hazine ekibinin bilgisini dürüstçe ortaya koyması doğru adımların atılmasına destek oldu.
Elbirliğiyle yapılan çalışmalar ülke ekonomisinin doğru yönetilebilmesi için temelleri atmıştı. Doğru yönetim (governance) kuralları doğru bir şekilde yeniden kurulmuştu. Ne yazık ki bunların ömrü on yılı bile bulmadı, kamu ihaleleriyle sistem delinmeye başlandı. Siyasal zekânın yanına ticari zekanın geldiği görüldü. Cumhuriyet'in kuruluşundan beri yaşadığımız dönemleri anımsarsak, köklü değişikliklerin etkisini 5-6 yıl sürdürdüğünü, ardından eskiye dönüldüğünü görürüz. 1950-54 arası, 1960'ı izleyen yıllar, 1980'den sonraki 5-6 yıl ve 2000'in yıllardaki düzelmenin zamanla etkisini yitirdiğini göstermektedir.
Türkiye'de bugün çok daha çetin bir tablo ile karşı karşıyayız. Karşımızda, hesap sorabileceğimiz, olanların maliyetinin farkındaki bir yönetim değil; her şeyi, "bu konuları en iyi bilen olarak, ben yaptım" diyen bir yönetim var. Yoksa bunları bilinçli olarak mı yapıyor?
Sonuç olarak yirmi yılda "güven", temelli bir şekilde sarsıldığı için, bireylerin, şirketlerin, kamunun satın alma, borçlanma kararlarında doğru değerlendirme yapabilmeleri, bu kararların yeterli ve uygun-doğru para-faiz politikası ile güçlendirilmesi gerekmektedir. Asıl olan "güvenin" yeniden kurulmasıdır. Ekonomi politikası altyapısının, hukukun, yargılama sisteminin ve en önemlisi, hesap verme kuralının yeniden kurulmasıdır.
Demokrasi ülkelerinde iktidarlar genellikle iki dönemde bir değişiyor ama governance temeli değişmiyor. Almanya'da Helmut Kohl da, Angela Merkel de15 yılın üstünde başbakanlık yaptılar; ancak II. Dünya Savaşı sonrası Alman yönetimi o kadar iyi bir şekilde kurulmuştu ki, politikalar fire vermedi. İngiltere'de 1979-90 Margaret Thatcher dönemi köklü değişikliklerle başladı, çeşitli değişikliklerle devam etti. David Blair "üçüncü yol" politikasıyla başlattığı 1997-2007 döneminde M. Thatcher'in ekonomi politikası devam ederken, İngiltere Başkan Bush'un peşine takılıp Orta Doğu'yu maceraya sürükledi.
E. Kalaycıoğlu değindiğimiz yazısında demokrasinin beşiği olarak bilinen örneklere değiniyor. Bunların arasında, "ABD başkanının rakiplerine suikast yapma hakkı" olduğunu savunan, "başkanın ABD'li avukatları"; İngiltere'de pandemi fırtınası eserken sahip olduğunu zannettiği yetkiyle parlamentoyu tatil edip (prorogue), kendisi arkadaşlarıyla resmi konutunda parti veren anlı şanlı Boris Johnson da var.
Yoğun bakımdaki "güven" yeniden kurulmadıkça, bugünü aratacak bir tablo 1 Nisan şakası olmayacak şekilde karşımıza çıkabilir.
Yüzlerce yıllık "liberalizm" kelimesine "il" ekini yaparak onu "illiberal"e çevirerek bir "oximoron" yaratan ve üyesi olduğu Avrupa Birliğine "başkaldıran" Orban Macaristan'ı da var, Putin, Duterte, Modi, anarken tereddüt ettiğimiz "lider" isimleri de. Demokrasi, Kalaycıoğlu'nun yazdığı gibi gerçekten "zor zanaat".
Kilit nerede? Yeri geldikçe iktisatçı K. Arrow'un "imkansızlık" teoreminden söz ederiz. Bu teoriye göre bireylerin tercihleri ölçülemediği sürece bunları toplayıp hesaplamak mümkün değil. Bu elbette çözümün ancak her şeyin ölçülebilme, böylece yanlışlanma yolununun açılmasına bağlayan bilimsel-akademik yaklaşım. Ama tercihlerin kıyaslanması önemli. Bunun ilk adımı ise kıyaslama için kullanılacak olan ölçütlere güven duyulması.
Francis Fukuyama Berlin duvarının yıkılmasının verdiği heyecanla olacak, 1992'de "End of History" adlı bir kitapta, 1945'ten beri süregelen Soğuk Savaş'ın ardından eski tarihin zamanını doldurduğunu, artık yeniden yazılacağı düşüncesini paylaştı. Aşikâr ki hayli acele etmiş. 1952 doğumlu olduğuna göre genç acemiliği sayılmaz! Fukuyama bunun hemen ardından, 1995'te Trust-Güven adlı yeni bir kitap yazdı.[3]
Güven konusunda birkaç kavrama değindikten sonra değişik ülkelerin gelenekleri, kültür altyapısı hakkında ayrıntıya gelecek hafta gireceğiz.
Güven, "risk, toplumsal değer, doğru yönetim (governance)" kavramlarıyla birlikte düşünülmektedir. Aile gelenekleri, arkadaş çevresi, yerel yönetim ve karşılıklı güven, doğru kamu yönetimi, açıkça anlaşılabilen, yorum ihtiyacını asgariye indiren kurallar... Bunların hepsi Maslow "ihtiyaçlar piramidi"nde toplanmaktadır. Piramidin hangi katmanında neyin bulunacağı kişiden kişiye değişebilir. Genellikle ilk katmanda fizyolojik ihtiyaçlara yer verilirken, hemen üstünde güvenlik bulunmaktadır. Ama tümüne baktığımızda Maslow piramidi, bireyin her bakımdan "güvenli" bir ortamda yaşamını sürdürebilmesi için gereken tüm unsurları içermektedir.
Yazıyı risk-güven bağlamında birkaç sözle bitirelim. Risk kelimesini kullanırken hemen yanıbaşındaki belirsizlik kelimesinden de söz etmiştik. İstatistik yöntemlerini davranış bilimi ve psikoloji verileriyle destekleyerek risk tahmininde bulunabiliyoruz. Elbette bu tahminler her zaman hesaplamanın kendi hata sınırları içinde geçerli.
Risk yükseldikçe hesaplamaya çalıştığımız değer de azalacaktır. Gerçek değer enflasyon ve risk nedeniyle azaldığı için onu bugünkü değerine indirgemek için yüksek bir faiz oranı gerekmektedir. Hep tartışıldığı şekliyle faiz bunun sonucudur. Yoksa konunun dini kurallarla ilgisi yoktur. Olması da düşünülemez, zira kutsal kitabın indiği dönemde ne Merkez Bankası, ne de para politikası biliniyordu. Ama hâlâ birçok ülkede varlığını sürdüren ve tüm kutsal kitaplarda hedef alınan tefecilik, o zaman da vardı.
Belirsizlik adı üstünde, tahmin sınırlarının dışında kalan bir kavram. Elbette onun için de senaryolar üretmek, bu senaryoların gerçeklik derecesine bağlı olarak tahmin yapmak mümkündür. Örnek olarak, yerel yönetim seçimlerinin ardından siyasetin patronlarının önündeki ve bizlerin aklımızdaki sorun, genel seçimlere kadar nasıl davranacaklarıdır. Kuşkusuz bu senaryolar, ABD'den Çin'e, Rusya'ya, Orta Doğu'ya kadar tüm küresel coğrafyada olanlardan bağımsız kalmayacaktır.
[1] Adrian Bejan, Time and Beauty, World Scientific Publishing Co.Pte.Ltd.2022; Design in Nature, Doubleday, Newyork, 2012.
[2] Ersin Kalaycıoğlu, Demokrasi Hüdayı nabit bir rejim değildir; yaşaması için etmeyi gerektirir, Yeni Arayış, 9 Mart 2025
[3] Francis Fukuyama, Trust, The Free Press, 1995
Ahmet Çelik Kurtoğlu kimdir?
Ahmet Çelik Kurtoğlu, 1942'de Ankara'da doğdu. 1965 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu.
Akademik kariyerini 1982 yılına kadar aynı kurumda sürdürdü, Cambridge Üniversitesi'nde lisansüstü derecesi aldı. 1972-74 yılları arasında Yale Üniversitesi'nde doktora sonrası çalışmaları yaparken teknolojik gelişme ve endojen büyüme teorisi üzerinde yoğunlaştı, 1997-2006 yılları arası Galatasaray Üniversitesi'nde ders verdi.
T.C. Dışişleri Bakanlığı'nın görevlendirmesiyle 1978-82 yılları arasında B .M. UNCTAD "Teknoloji Transferi Davranış Kodu" müzakerelerinde T.C. delegesi olarak yer aldı.
1983-86 yıllarında arasında İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) Kalkınma Merkezi'nde araştırma yöneticisi olarak görev yaptı. Türkiye ve beş Asya ülkesinde Müşavir Mühendislik sektörü üzerinde yaptığı çalışma OECD tarafından yayınlandı.
1987 yılında Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) kurucu direktörü olan Kurtoğlu, 1992 yılından itibaren Karadeniz Ekonomik İşbirliği İş Konseyleri Genel Sekreteri, daha sonra 2008 yılına kadar DEİK Yönetim Kurulu ve İcra kurulu üyesi olarak görev yaptı. DEİK pek çok Türk şirketin uluslararası işbirliği kurması sürecinde yardımcı oldu.
Prof. Dr. Kurtoğlu, yurtdışındaki faaliyetini 1994-2006 yılları arasında European Roundtable of Industrialists (ERT) adlı kurumda danışman olarak sürdürdü. ERT en büyük 50 Avrupa sanayi şirketi başkanları tarafından, AB Komisyonuna politika tavsiyesi yapmak üzere kurulmuştur. Politika tavsiyesi danışmanların oluşturduğu çalışma gruplarında geliştirilmektedir.
1999 yılında Kurdoğlu Danışmanlık A.Ş.'ni, 2003 yılında "İyişirket Danışmanlık A.Ş."yi kurdu ve strateji, şirket değerlemesi ve satış müzakeleri, iş geliştirme ve finansman, kurumsal yönetim (governance) konularında danışmanlık hizmeti verdi.
2001 yılında TMSF "9 Banka Yönetim Kurulu Üyesi" olarak, 2002-2007 yıllarında arasında Tekfenbank Yönetim Kurulu, 2012-2019 yılları arasında Tekfen Holding A.Ş. Bağımsız Yönetim Kurulu Üyesi olarak görev yaptı.
2007-2008 döneminde TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı oldu
A.Çelik Kurtoğlu teknoloji ve uluslararası ekonomik ilişkiler konularında yayın yapmıştır. Son çalışması olan "Değer Zincirinin Evrimi", Aralık 2022'de Efil Yayınevi tarafından yayınlanmıştır.
|