06 Kasım 2024
Devlet; dillerden düşmeyen, genellikle gerçek anlamını düşünmeden yüceltilen, aslında soyut bir kavram. Fransa’da “la Republique”, ABD’de “federal republic”, İngiltere’de “British Republic” olarak adlandırılan bu “soyut kavrama hakaret ettiği” iddiasıyla geçmiş yıllarda birçok kişi mahkemelerde süründü. Devlet kavramı yüceltilince, onun başındakiler de, devletin görevlerini yerine getiren kurumlar ve onları yönetenler de yüceltiliyor.
Devleti diğer toplumsal gruplardan ayıran özellik, temel amacı olan düzeni ve güvenliği sağlamak için gerekli olan yasaları hazırlaması, uygulamaya koyması ve devletin sorumluluğuna giren coğrafyanın korunmasıdır. Bu yolda diğer ülkelerle ilişkilerin yönetilmesi için gerekli önlemleri alması ve bu ilişkileri kurup yönetmesi, sağlık, eğitim alanlarında hem altyapıyı kurması ve bu hizmetlerin gerektiği gibi yapılabilmesi için gözetim görevini ifa etmesidir.
Egemenlik ayrıcalığı, devleti yönetenler için de, görevleriyle ilgili konularda onlara koruma sağlar. Ancak bu , “koruma” abartılmaz. “devleti yönetenler” her aşamada bu koruma üstünlüğünü yurttaşların çıkarını kollamak, yüceltmek için ve sorumluluk sınırları içinde kullanır.
Devletin diğer toplumsal kurumlara göre üstünlüğü ise egemen (sovereign) olması ve bu ayrıcalığı temsil ettiği ulustan, milletten almasıdır. İngiltere’de Kral John’un 1215’te imzaladığı “Magna Carta” da kralın karşısında ulusu temsil eden soylular vardı. Kral’ı devlet olarak tanımlarsak, ulus ona egemenlik gücünü verirken, bunun uygulama koşullarını da tanımlıyordu.
Egemenlik gücünü milletten alır, hiçbir egemen görevli sorumluluktan masun değildir, yargıdan kaçamaz. ABD’de, başkanın eylemlerinden dolayı, kongre tarafından anayasanın belirlediği kurallara uygun olarak yargıya sevk edilmesi (impeachment) olağandır. Başkan Richard Nixon hakkında verilen impeachment kararı üzerine başkanlıktan istifa etmiştir. W. Clinton hakkında verilen impeachment kararı üzerine başlatılan Senato yargılaması, bir aşamada gereken çoğunluk sağlanamadığı için kendisinin beraat etmesiyle sonuçlanmıştır. Bu ve diğer demokrasiyle yönetilen ülkelerden bulunacak örnekler, hiç kimsenin hukuktan kaçamayacağını gösterir.
Japonya, Kore gibi Uzakdoğu ülkelerinden hakim olan kültür, uygulamaları toplumun gözünde benimsenmeyen, uygun görülmeyen yöneticilerin kendiliklerinden görevi bırakmalarıyla sonuçlanmasına yol açar. Tarihte bu sonuç, toplumun daha yargıya girmeden benimsemediği yöneticilerin harakiri yaparak kendisini cezalandırması şeklinde olurdu.
Millet, ulus devletin sahibidir. Mülkiyet tarihte özellikle taşınmaz mülklerin “yaradana” ve onu temsilen Çin’de, Japonya’da imparatora, Osmanlı’da padişaha ait olması ve bireylerin onun kabulüyle mülk sahibi olması şeklinde ele alınırdı. Milletlerin kendi kendilerini yönetmeye başlamasıyla bu konu yasalarla düzenlendi. İdeologların kullandıkları “devletçilik” kavramı, aslında mülkün esas sahibine geri dönmesi yani, millileştirmek demek. Böylece bu süreçle soyut bir kavram olan “devlet” mülkün sahibi olmuyor
Bu kelime aslında bir başka ülke yurttaşının, şirketinin mülkiyetinde olan işletmelerle, toprakların kamulaştırılarak, egemen ülke ulusunun mülkiyetine alınmasını ifade ediyor. Bu söz konusu ekonomik varlığın değeri karşılığı ödenerek veya daha radikal durumlarda kamulaştırılarak yapılabiliyor. Bu son uygulama, ülkenin diğer ülkelere olan borçlarının ödenmemesiyle benzer nitelikte.
Devletçilik kavramı cumhuriyetin kuruluş yıllarında ülkenin hem parasal sermaye, hem de işletme deneyimine sahip kadrolar bakımından zayıf olması nedeniyle gündeme gelmiştir. Yukarıdaki tanımı hatırlarsak, ulusu yöneten devlet, günün koşullarında onun adına ve çıkarına sanayi işletmeleri kurmak ve yönetmek işlerini başlatmıştır. Yatırımı yapan ulus adına devletti, yatırımın hizmet edeceği kitle ise halktı 1930 yıllarda en önemli üç beyaz olarak tanımlanan, şeker, un ve çimento üretimi, bağımsızlığın önemli ekonomik unsurları olarak tanımlanmıştı. Zamanın hükümeti bu endüstrilerin kurulması için çeşitli imkanları araştırmış, hem finansman hem de teknoloji alanlarında Sovyetler Birliği ile işbirliği fırsatı yaratılmıştı… CHP’nin altı okundan devletçilik ve halkçılık bu bağlamda değerlendirilmelidir.
Devletin uygulama organı olarak hükümet bu adımları atmakla kalmamış, Atatürk, liselerden mezun olan yetenekli, başarılı öğrencileri teknik ve yönetim konularında eğitilmek üzere Avrupa ülkelerine göndermiştir. Uygulama sadece teknik konularla sınırlı kalmamış, gelecek vaat eden Suna Kan, İdil Biret gibi gençler müzik eğitimi almak üzere Avrupa ülkelerine, mühendislik eğitimi almak isteyen Adnan Sayılı gibi örnekler bilim tarihi alanında uzmanlaşmak üzere ABD’ne gönderilmişlerdir.
İnsan gücü stoku oluşturmak için bunlar yapılırken, 1927 yılında üretim sektörünün omurgasını yaratacak girişimcilerin ihtiyacını karşılamak üzere Sanayi Teşvik Kanunu çıkartılmıştır.
Devletçilik, milliyetçilik kavramları bugün birçok ülkede değişik bağlamlarda gündeme gelmektedir. Endüstri politikası devletin ülke ekonomisinin uluslararası rekabet ortamında sürdürülebilir rekabet gücüne sahip olmasını öngörür. Piyasa mekanizmasının yatırım kararlarında en önemli pusula olduğu, bunun için gereken tam ve mükemmel bilginin var olduğu, yatırımcısıyla , tüketicisiyle toplumun her kademesinin rasyonel olduğu (homo economicus) varsayılır. Oysa çeşitli nedenlerle bu varsayım, homo-economicus koşulları, sağlanamamaktadır. Bunun birçok nedeni arasında tekelci uygulamalar, dışsal tasarruflar[1], dolaylı vergiler, bireylerin algısıyla sözü arasındaki farklar, geleceğe ilişkin beklenti ve değerlendirme arasındaki farklar örnektir.
Endüstri politikası kamunun, devletin, bu aksaklıkları gidermek, veya kendi desteklemek, geliştirmek istediği endüstrilerin yolunu açmak için aldığı önlemlerden oluşur. Örnek olarak Fransa, bu politikayı, endüstride “ulusal şampiyonlar” yaratmak amacıyla uygulamış ve bunu desteklemek üzere mali yardım kurumları, mekanizmalarını kullanmıştır. Fransa deneyimi devletçilik uygulamasında başarılı örnekler vermemiştir.
Kore ulusal şampiyon yaratmak yerine, kilit alanlarda ulusal yetkinlik yaratılmasına öncelik vermiştir. Örnek olarak Kore’de enerji üreten şirkete türbin teknolojisini geliştirme görevi verilmiş, bunun gerektireceği finansman ise, ülkeye şeker ithalatının ve satışının bu şirketin tekeline verilmesiyle sağlanmıştır. Bu süreçte şirket yöneticileri kendilerine sağlanan tekel gücünü kişisel çıkarları için kullanmamış, bu işlemlerde kendilerine menfaat yaratmak yoluna gitmemiş ve KEPCO bugün dünyada nükleer türbin tasarım ve kurulumunda ilk beş şirket arasına girmiştir.
Devletin ekonomideki rolünden söz edildiğinde akla gelen birçok örnek arasında ABD Başkanı Ronald Reagan’ın hükümetin milletin hakimi değil, hizmetkarı olduğu konuşması vardır. 1979-90 arasında İngiltere’de başbakan olan Margaret Thatcher ekonomi yönetiminde iki önemli değişiklik getirmiştir. Bunlardan ilki kamu harcamalarında hesap verebilirlik ilkesinden yola çıkarak tasarruftur. İkincisi ise ekonomik- teknolojik ömrünü tamamlamış olan ve sermayeye getiri oranı düşen ağır sanayi yatırımlarını elden çıkartmak olmuştur.
Bu politika çok eleştirilmiştir. Bir yandan başta finans ve sigortacılık olmak üzere “sermaye hafif” endüstriler gelişirken, öte yandan yerel yönetimlerin sorumluluğundaki demir yolu ulaşımı, kanalizasyon, kullanma suyu gibi hizmetlerde aksamalar görülmüştür. Çünkü bu gibi uzun ömürlü altyapı yatırımlarının sağladığı getiri düşük olduğu için bu sektörlerde fiziki ve insan gücü yatırımları zayıflamıştır.
Bugün İngiltere’de çelik endüstrisi Çin’li Jingye gruba aittir. İngiltere çelik üretmeye devam ederken, İngiliz işgücü çalışıyor, Jingye kârlarını kazançlı bulduğu endüstrilerde değerlendiriyor. Ünlü İngiliz otomobil markası olan Jaguar’ın sahipleri arasında Hintli TATA ailesi ile yine İngiliz otomobil üreticileri var. Bentley markasının sahibi Volkswagen, Rolls Royce markasının sahibi ise BMW. İngiltere’de üretim devam ediyor.
Bu satırları okuyanlar yazarın yabancı markaların sözcüsü olduğunu düşünebilirler. Tosyalı grubu Türkiye’deki çelik endüstri yatırımlarını Cezayir’den sonra Afrika’da Senegal ve Angola’da yatırım yapmaktadır. Deri giyim endüstrisinde çalışan şirketlerin İtalya’da fabrika kurduğu, birçok otomotiv ve gıda endüstrisi şirketinin Avrupa’da çeşitli ülkelerde yatırım yaptığını, o ülkelerde istihdam sağladığını, kazançlarını büyüttüğünü biliyoruz.
Burada endüstri politikası gündeme gelmektedir. Ulusal şampiyonlardan söz ederken Fransa ve Kore örneklerini hatırlayalım. Bir yandan bu örnekler, diğer taraftan neo-liberal hükümetlerin Reagan-Thatcher vari politikalara olan tutkuları kamunun, endüstri politikasını “sözde piyasaların” işleyişine müdahale etmesi olarak yorumlamıştır. Bunun sonucu olarak, neo-liberal ülkelerin etkisi altında olan Dünya Bankası ve çevresindeki uluslararası kuruluşlar, “Washington mutabakatı “ olarak adlandırılan bir ilkeyi benimsemişlerdir.
Endüstri politikası “piyasa mekanizmasının faziletleri”ne inanan iktisatçılarca ve bunların yönettiği Dünya Bankası gibi kuruluşlarca hoş karşılanmamış, kabul edilmemiştir. Bu durumda böyle finans kuruluşlarına başvurmak durumunda olan ülkeler, endüstri politikası uygulamaktan kaçınmıştır.
Devletçilik ve millileştirme sözcükleri günümüzde ABD Başkanlık seçimleri nedeniyle de gündeme gelmektedir. Sekiz yıl önce “make America Great Again” kampanyasıyla siyasete giren D. Trump bir yandan ithalata ve özellikle Çin’den yapılan ithalata karşı korumacılığın ön plana çıktığı bir milliyetçi siyaset sürdürmeyi vaat etmektedir. Trump bununla da yetinmemekte, bu kez Elon Musk’ı yanına alarak R. Reagan’ın küçük hükümet politikasını aratacak, kamunun tüm düzenleyici kurumlarını ve politika aletlerinin yok edileceği bir politika önermektedir.
Elon Musk kamunun ekonomiyi yönlendirmekte kullandığı düzenleyici politikaları, kurumları ortadan kaldıracağını haykırmaktadır. Ancak E. Musk bunu yaparken örneğin space X programı için DARPA’dan (ileri araştırma projeleri destekleme ajansı) sağlanan önemli fonları unutmaktadır.
Trump’ın milliyetçilik başlığı altındaki diğer kampanyası göçmenlerle ilgilidir. Avrupa’nın da, Türkiye’nin de sorunu olan göçmen konusu iki taraflı bıçak gibidir. Avrupa nüfusu yaşlanmakta, özellikle hizmet sektöründe işgücü açığı ortaya çıkmaktadır. A. Merkel başbakanlığı döneminde bunu öngörmüştü. Kendisini izleyen poitikacılar bu sorunu yönetememişlerdir. Oysa bu kitlelerin eğitilerek Avrupa ülkelerinin ihtiyacı olan nitelikli işgücü sağlanabilir.
Türkiye benzer durumdadır. Ancak hükümet değil göçmenleri, kendi çocuklarını dahi küresel standartlarda eğitememektedir. Bunun yerine sorumluluk sahibi olması gereken bakanlar, milletvekilleri, yerel oda başkanları, göçmenleri düz işçi olarak asgari ücret veya boğaz tokluğuna çalıştırma fırsatından söz etmektedir.
Milliyetçilik göçmen karşıtlığı ile başlayan çok tehlikeli bir başka akımı oluşturmaktadır. Tüm Avrupa ülkelerinde “aşırı sağ” olarak nitelenen siyasal akımlar güçlenmektedir. Avusturya’da hükümet bu partinin yönetimindedir. İtalya’da Mussolini’nin izinde olduğunu ilan eden başbakan Merloni iktidardadır. Hollanda ve diğer kuzey Avrupa ülkelerinde durum farklı değildir. Arjanitin’de Javier Millei, E. Musk’ın ABD’de “regülasyonlardan sorumlu bakan” olduğunda yapmayı vaat ettiği, “tüm bürokrasiyi ortadan kaldırma” işini yapmaktadır.
Fransa’da Jean Marie Le Pen’in Front Nationale ile başlattığı hareket, kızı Marine le Pen’in liderliğinde güçlenerek devam etmektedir. E. Macron’un başkanlık döneminin 2027’de sona ermesinin ardından F.N.’in başkanlığı kazanması olasılığı yüksektir.
Bazı yazarlar AB üyeliğini, bu olasılığın hala devam edip etmediğini değerlendiriyorlar. Ülkemiz bakımından sorun hiçbir zaman AB üyeliğinin getireceği ekonomik kazançlar olmamıştır. AB gücünü aydınlanma kültüründen, hukuktan, insan haklarından almaktadır. Bunlar bakımından gereken kriterleri karşılamayan bir ülkenin AB üyeliğini düşünmesi hayaldir.
Buna karşılık Türkiye ekonomisi AB için hem pazar, hem üretim-imalat gücü bakımından ihmal edilemez. Nitekim Türkiye endüstrisi, özellikle otomotiv AB markalarıyla önemli tedarik bağları kurmuşlardır. Gümrük Birliği düzenlemesinin iyileştirilmesi, iki taraf içinde menfaat yaratacaktır.
Bu durumun devam etmesi, özellikle içinden geçtiğimiz dijitalleşme, elektrikli araç-ulaşım döneminde Türk şirketlerinin bu değişime ne kadar hazır olduklarına bağlıdır. Ülkemizde teknolojik altyapı, insan gücü, eğitim konularında gereken adımlar atılmamaktadır. Buna uygun bir endüstri politikası tasarımı yoktur. Bunun yerine “yerli-milli” gibi topluma cazip gelen ama içi boş olan kelimelerle yetinilmektedir. Tersine, eğitim alanında tehlikeli şekilde geriye gidilmektedir.
Teknoloji bazen savunma endüstrisi bağlamında ve çeşitli fuarlar vesilesiyle gündeme gelmektedir ve o fuarlarda teşhir edilen teknik yetkinliğin ne derecede dışa bağımlı olduğu bilinmemektedir. Savunma endüstrisinde “gururla” sözü edilen IHA’ların hangi parçaları yerlidir, ASELSAN’ın neredeyse elli yıldır biriktirdiği teknolojik yetkinlik nedir? Şirket bir ulusal savunma endüstrisi şirketi olmakla birlikte, bugünkü değeri nedir? Bu sorular diğer ülkelerde açıklanmakla birlikte neden ülkemizde “ulusal sır”dır?
Zaman zaman çip endüstrisinden söz edilmektedir. Düşünülen ne tür çiplerdir? Hedeflenen çip tasarımı mıdır? Öyleyse hangi çiplerin tasarımı planlanmaktadır, CPU mu,GPU mu? Bunlardan birisi hedefse, teknolojik altyapı, yazılım desteği nerede? Hedeflenen çip dökümü (foundry) ise bu yatırımların maliyeti bilinmekte midir?
Devletçilik, milli olma vasfı bu ayrıntıda ele alınması gereken hususlardır. Konu mülkiyet konusu, fabrikanın kimin olduğu değildir. Soruna ideolojik açıdan bakanlar için ise önemli olan emekçinin artı değerinin yükseltilmesidir. Bu ise teknolojik düzey, mevcut üretim tekniklerine katkı yapabilmekle sağlanır. 101 yaşındaki Türkiye Cumhuriyeti’nin konuları bu düzeyde ele alması gereklidir.
[1] Meyva bahçesinin yanındaki arılık, arıların meyva ağaçlarından bal alırken onları birbirine aşılamaktadır. Böylece bahçeci bedelini ödemediği verim artışı elde etmektedir. Dışsal eksi tasarruflara gelince, çimento fabrikasında üretim sürecinde bacadan çıkan gazlar, çevredeki tarım üretimini zehirlemektedir. Bunlar üreticinin kâr ve zararını hesaplanması zor şekillerde etkilemektedir.
Ahmet Çelik Kurtoğlu kimdir? Ahmet Çelik Kurtoğlu, 1942'de Ankara'da doğdu. 1965 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Akademik kariyerini 1982 yılına kadar aynı kurumda sürdürdü, Cambridge Üniversitesi'nde lisansüstü derecesi aldı. 1972-74 yılları arasında Yale Üniversitesi'nde doktora sonrası çalışmaları yaparken teknolojik gelişme ve endojen büyüme teorisi üzerinde yoğunlaştı, 1997-2006 yılları arası Galatasaray Üniversitesi'nde ders verdi. T.C. Dışişleri Bakanlığı'nın görevlendirmesiyle 1978-82 yılları arasında B .M. UNCTAD "Teknoloji Transferi Davranış Kodu" müzakerelerinde T.C. delegesi olarak yer aldı. 1983-86 yıllarında arasında İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) Kalkınma Merkezi'nde araştırma yöneticisi olarak görev yaptı. Türkiye ve beş Asya ülkesinde Müşavir Mühendislik sektörü üzerinde yaptığı çalışma OECD tarafından yayınlandı. 1987 yılında Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) kurucu direktörü olan Kurtoğlu, 1992 yılından itibaren Karadeniz Ekonomik İşbirliği İş Konseyleri Genel Sekreteri, daha sonra 2008 yılına kadar DEİK Yönetim Kurulu ve İcra kurulu üyesi olarak görev yaptı. DEİK pek çok Türk şirketin uluslararası işbirliği kurması sürecinde yardımcı oldu. Prof. Dr. Kurtoğlu, yurtdışındaki faaliyetini 1994-2006 yılları arasında European Roundtable of Industrialists (ERT) adlı kurumda danışman olarak sürdürdü. ERT en büyük 50 Avrupa sanayi şirketi başkanları tarafından, AB Komisyonuna politika tavsiyesi yapmak üzere kurulmuştur. Politika tavsiyesi danışmanların oluşturduğu çalışma gruplarında geliştirilmektedir. 1999 yılında Kurdoğlu Danışmanlık A.Ş.'ni, 2003 yılında "İyişirket Danışmanlık A.Ş."yi kurdu ve strateji, şirket değerlemesi ve satış müzakeleri, iş geliştirme ve finansman, kurumsal yönetim (governance) konularında danışmanlık hizmeti verdi. 2001 yılında TMSF "9 Banka Yönetim Kurulu Üyesi" olarak, 2002-2007 yıllarında arasında Tekfenbank Yönetim Kurulu, 2012-2019 yılları arasında Tekfen Holding A.Ş. Bağımsız Yönetim Kurulu Üyesi olarak görev yaptı. 2007-2008 döneminde TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı oldu A. Çelik Kurtoğlu teknoloji ve uluslararası ekonomik ilişkiler konularında yayın yapmıştır. Son çalışması olan "Değer Zincirinin Evrimi", Aralık 2022'de Efil Yayınevi tarafından yayınlanmıştır. |
Başkanlık seçimini D. Trump'ın kazanması kimilerinde hüsran, üzüntü, kimilerinde bayram sevinci yarattı. Benim tespitim dünya genelinde Demokratların doğru gündemi yakalayamadıkları, muhafazakarların ise daha kolay olan mevcudu muhafaza etmek ve Amerika özelinde yeni gündem arayışında olmayan, kısıtlı bilgiye sahip kitlelere hitap ettikleri ve sürekli olarak tahrik ettikleri kızıştırdıkları yönünde
Bu nice Hiroşima’dan, atom bombasından, trilyon kadar trilyon servetten daha güçlü bir silah olmaz mı? Bu silahın geliştirilmesi için savunma sanayi ekonomisini destekleyen ABD fonlarının, yapay zekânın sivil amaçlarla kullanılması araştırmalarına ayrılması gerekir
Matematiksel iktisat, neo-klasik iktisadın temel taşı olan marjinal, marjinal maliyet, bireysel refah, dışsal ekonomi kavramlarını çözebilmiş midir, ölçebilmiş midir?
© Tüm hakları saklıdır.