Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile hükümetin "paralel yapı" diye adlandırarak "darbecilik ve suç örgütü" iddiasıyla suçladığı Fethullah Gülen cemaatinin bünyesindeki Zaman gazetesinde, Emine Erdoğan'ın Sarıyer-Kısırkaya'daki bir işadamına ait arazinin imara açılması için dönemin çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar'ı araması "haksız kazanç" vurgusuyla eleştirldi. Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönemen Yardımcısı Mehmet Kamış, "Rantiye ekonomisi" başlıklı yazısında "Asıl can acıtıcı konu; bu haksız ve rantiye üzerinden gerçekleştirilen kazanca Müslüman mahallesinden de itirazın gelmiyor olmasıdır" diyerek İslamcı-muhafazakâr bazı çevrelerdeki kayıtsızlığa tepki gösterdi. Kamış, "Devlet erkini kullananların, kendi çıkarları için ya da yakınlarının çıkarı için adalet duygusunu böylesine örseleyen bir tarzda düzenleme yapmasının, vicdanlarda büyük depremler meydana getirmesini beklemek çok mu olur bilemiyorum. Başka birisine avantaj sağlayan imarın tek bir adı vardır, o da haksız kazançtır ve umurunuzdaysa eğer, imar avantajı sağlamadıklarınıza karşı büyük kul hakkı doğar" dedi.
Mehmet Kamış, yazısında, geçmişte "askeri kışlalara, garnizonlara bakıp ‘şehrin en güzel yerlerine yerleşmişler’ diye" düşündüğünü ve "ileri-geri laflar ettiğini" belirtirken, "Ancak bugün yaşadıklarımızı gördükçe, askeriyenin terk ettiği her yerin konut alanlarına, sitelere ve rezidanslara dönüştüğüne tanıklık ettikçe askerlerden özür dilemem gerektiğini anlıyorum. Meğer orayı yeşillendiren askerlermiş, belirli bir düzen ve intizam içinde kalması da askerlerin sayesinde oluyormuş. Memleketin her tarafının rantiye alanı olması askerler sayesinde engelleniyormuş meğer" ifadesini kullandı.
Mehmet Kamış'ın Zaman'da yayımlanan (3 Eylül 2014) "Rantiye ekonomisi" başlıklı yazısı şöyle:
Rantiye ekonomisi
Dönemin Başbakanı’nın eşi, dönemin Şehircilik ve Çevre Bakanı Erdoğan Bayraktar’dan bir arazinin imarının değiştirilmesini istiyor.
Daha doğrusu havaalanı yapımı nedeniyle büyük değer artışları yaşanan bir köyün imara açılmasını talep ediyor. Bu da, daha sonra medyaya yansıyor. Erdoğan Bayraktar, yazılanları doğruluyor ve talebin yerine getirildiğini, daha önce köy olan bu yerin imara açıldığını itiraf ediyor. Bu haber kimseyi şaşırtmıyor, kimseyi hayrete düşürmüyor, hiç kimse bu yüzden ortalığı ayağa kaldırmıyor. Çünkü yaşanan hadise, Türkiye’de gayet normal, gayet sıradan hale geldi. Yani bir toprağı tarım arazisi olarak alırsınız, sonra hatırlı kişileri araya koyar orada imar değişikliği yaparsınız ve taş atmadan, kolunuz yorulmadan yüz milyonlarca dolarlık kazançlar elde edebilirsiniz.
İmar değişikliği, bu demek zaten; bir arsayı tarla statüsünde alırsınız, tarla statüsünde aldığınız için arsa bedeli bedava denecek kadar ucuzdur, imar sorununu da belediyelerde çözemezseniz bakanlıkta hatırlı tanıdıklarınızı araya koyar, arsayı konut ya da rezidans arsasına dönüştürürsünüz. Arsa değeri bir anda kat be kat katlanır, metrekaresi binlerce dolara satılan birer hazineye dönüşür. Ne sanayiyle, ne üretimle, ne katma değerle ne Ar-Ge çalışmalarıyla uğraşmadan korkunç rantlar elde edersiniz.
Ama asıl can acıtıcı konu; bu haksız ve rantiye üzerinden gerçekleştirilen kazanca Müslüman mahallesinden de itirazın gelmiyor olmasıdır. Devlet erkini kullananların, kendi çıkarları için ya da yakınlarının çıkarı için adalet duygusunu böylesine örseleyen bir tarzda düzenleme yapmasının, vicdanlarda büyük depremler meydana getirmesini beklemek çok mu olur bilemiyorum. Başka birisine avantaj sağlayan imarın tek bir adı vardır, o da haksız kazançtır ve umurunuzdaysa eğer, imar avantajı sağlamadıklarınıza karşı büyük kul hakkı doğar.
12 Eylül ihtilalinden sonra İzmir’deki Teleferik Dağı’nın eteklerinde ormanın içine bir dizi villa yapılmıştı. Kimlerin yaptığını kesin olarak bilmemekle birlikte bazı subayların da o villaları yapan kooperatife üye oldukları hep söylenip durdu. Teleferik Dağı’nın eteğindeki 50-60 villa meselesi İzmir’de yıllarca tartışıldı, konuşuldu. En sonunda, ihtilalin ardından cumhurbaşkanı seçilen Kenan Evren bile oraya villa yapanları, tabiatın bağrına paslı bir bıçak saplamakla suçlayarak ağır biçimde eleştirdi.
Yakın bir geçmişe kadar askeri kışlalara, garnizonlara bakıp ‘şehrin en güzel yerlerine yerleşmişler’ diye düşünürdüm. En düzenli, en yeşil ve en merkezi yerlerde askeri kışlalar vardı. Bu konuda askerler hakkında çok ileri geri laf ettiğimi hatırlıyorum. Ancak bugün yaşadıklarımızı gördükçe, askeriyenin terk ettiği her yerin konut alanlarına, sitelere ve rezidanslara dönüştüğüne tanıklık ettikçe askerlerden özür dilemem gerektiğini anlıyorum. Meğer orayı yeşillendiren askerlermiş, belirli bir düzen ve intizam içinde kalması da askerlerin sayesinde oluyormuş. Memleketin her tarafının rantiye alanı olması askerler sayesinde engelleniyormuş meğer.
Olağanüstü zamanlar, olağanüstü şartlar şehir rantlarında birçok hak ihlalini, hukuksuzluğu beraberinde getirdi ancak hukuksuzluğun bu kadar gemi azıya aldığı bir dönemi yaşamamıştık. Yönetimin siyasi gücüyle oluşturduğu fiili durumlar, hiçbir hukuk tartısıyla tartılmadan bazılarına büyük şahsi çıkar sağlıyor. Kıyılar, ormanlar birer birer imara açılıyor. İstanbul’un her yeri inşaatın tehdidi altında. Herkesin gözlerinin içine bakıla bakıla köşkler yakılıp yeni binalara yol açılıyor. Koşuyolu Validebağı korusu gibi kentin göbeğindeki yeşil alanlar, imara açılma süreci içinde.
Şimdi şu soruları sormak hakkımız diye düşünüyorum. Bu rantiye ekonomisi, bu haksız kazançlar, siyasetin şahsi kazanç aracı olması, ağaçların, ormanların, şehir kimliklerinin inşaat yoluyla ortadan kaldırılması hiç mi vicdanınızı rahatsız etmiyor.