Gündem

Yeni Şafak yazarı: Bir yazar, direnişine maaş almadan da devam edemiyorsa işten atmakta geç bile kalmışlar

İsmail Kılıçarslan: Mahkeme kadıya mülk değil

01 Eylül 2015 19:53

Milliyet'te son dönemde yaşanan işten çıkarmaları bugünkü (1 Eylül 2015) köşesine taşıyan Yeni Şafak yazarı İsmail Kılıçarslan, "Gazetedeki varlıkları ile yoklukları arasında en küçük bir fark olmayan köşe yazarları zulme uğramış, direnişi elinden alınmış falan oluyor" dedi.

Kılıçarslan, yazısında "Sözünü söyleyecek hiçbir imkanı kalmamış gibi tavırlarla aslında bütün bunların bir 'baskıcı rejim sorunu' olduğunu ima etmeye bayılıyorlar. Bense şöyle diyorum: 'Direnişine maaş almadan da devam edecek cibilliyetin yoksa sen zaten büyük bir yanlışlık sonucu yazar olmuşsun. Geç bile kalmışlar seni işten atmak için" ifadelerine yer verdi.

İsmail Kılıçarslan'ın Yeni Şafak'ta yayımlanan, "Mahkeme kadıya mülk değil abla" başlıklı yazısı şöyle:

Türkiye'de gündemin hızına yetişmek zor. Doğrusu bugün bu yazıyı yazıp yazmamayı epeyce düşündüm. Çünkü okur, 'yaza yaza bu bayat, geçmiş tartışmayı mı yazdın' derse haklı olur. Ancak ben yine de, affınıza sığınarak, yazacağım derdimi.

Beni öz evlatlarından ayırdığını bir kez bile hatırlamadığım değişmez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez patronum Mustafa Çelik, bir gün beni odasına çağırdı. Kanal 7'deki 8 yıllık iş hayatımın önemli bir durağındaydım. Dedi ki: 'İsmail, seni yeni açtığımız haber kanalında ekrana çıkarmak istiyorum. Ekran işini başaracağından kuşkum yok. Fakat yine de şunu bilmeni isterim. Bu ekran öyle bir şeydir ki, seni sevmezse öz evladım olsan seni orada tutamam. Beceremezsen darılmaca, gücenmece yok.'

Meslek hayatımın sonraki yıllarında bu nasihat hep kulağımın bir köşesinde kaldı.

Diğer yandan, ben ne gazeteciliğin ne televizyonculuğun ne şairliğin ne köşe yazarlığının ne de bu dünyadaki herhangi bir mesleğin 'kutsal' olduğuna dair bir inanç geliştiremedim. Bir türlü kendimi, bazı meslektaşlarım gibi 'yaptığım işin kutsal olduğuna' ikna edemedim. Bir gazetede çalışmanın sözgelimi bir marangoz atölyesinde çalışmaktan belirgin bir farkı olduğunu hiç düşünmedim.Nedense Türkiye'de bir patronu olan, bir yönetim ilkeleri bütününe sahip, bir insan kaynakları planı yapan ve ekonomik hedefleri olan gazetelerin çalışanlarının buraları niçin bu denli içselleştirdiklerini de hiç anlamadım. Elbette bunu söylerken 'kurumsal aidiyet' hissinden de söz etmiyorum, 'yol arkadaşlığı' durumundan da... Bu iki duygu da çok önemli duygulardır. Ben tam olarak maaş alarak çalıştığı gazetenin sahibi olduğunu zanneden gazeteci modelinden bahsediyorum.

Son zamanlarda ne zaman bir gazeteci işten çıkarılsa muazzam bir kampanya başlıyor. İşten çıkarılan gazetecinin 'zulme uğradığı' fikriyle start alan kampanya 'özgür basın susturulamaz' diskuruyla devam edip 'direnişe devam' sloganıyla bitiyor.

Açık konuşmak gerekirse bir gazetecinin zulme uğraması meselesi beni sadece ekonomik açıdan ilgilendirir. Yani bir gazeteci çok düşük maaşlarla ya da çok yoğun çalıştırılıyorsa, o gazeteci ile birlikte her türlü 'hak arama' eylemine katılırım. Ya da işten hukuksuz şekilde, tazminatsız çıkarılan bir gazeteci varsa onun yanında olurum. İşten çıkarmalarda bir usulsüzlük durumu olursa muhalefet şerhimi bağıra çağıra koyarım. Mesela Star Gazetesi'nde yapılan işten çıkarmaları usule uygun bulmamış ve feryat etmiştim. Gerisi ise şöyledir: Seni işe alan patron bir süre sonra -hangi gerekçeyle olursa olsun- seni işten çıkarabilir. Seni verimli bulmuyor olabilir, yazılarını yayın politikasına uygun bulmuyor olabilir, gazeteye zarar verdiğini düşünebilir... Her şey mümkün. Girerken gazeteyle 'ortaklık akdi' imza etmediysen günün birinde işten çıkarılabileceğin gerçeğini de bilerek başlamışsındır işe. Mahkeme kadıya mülk değil ki.

Gelelim şu 'özgür basın susturulamaz' işine. Elbette özgür basın susturulamaz. Sen işten çıkarıldığında susturulmuş olmuyorsun çünkü. Yaptığın iş için aldığın maaşı bir daha alamayacağın gerçeği dışında bir problem yok ortada çünkü. 'Patron' dediğin adam sana hayatının sonuna kadar maaş vermeye mecbur değil ki. Pekala bir blog falan açıp sözün varsa sözünü söylemeye de, direnmeye de devam edersin. Bakınız Hasan Cemal örneğine. Son zamanlarda yazdıklarına zerre kadar katılmasam da kendi direniş hattını bir internet sitesinde kurmuş durumda.

Bana 'İsmail, bizde yazar mısın' teklifiyle gelen Yeni Şafak, yarın öbür gün 'artık seninle çalışmak istemiyoruz' derse ben ne diyebilirim ki gazeteme? 'Bana zulmediyorsunuz' mu diyeyim o hanım abla gibi? Ne yaparak zulmetmiş olur gazeten seni işten çıkarınca? O kafelerde o yüklü hesapları ödeyecek paran olmamasını 'zulüm' olarak değerlendiriyorsan bilemem tabii.

Ne yazık ki Türkiye'de her şey bir çeşit 'poz'la ilerliyor. Gazetedeki varlıkları ile yoklukları arasında en küçük bir fark olmayan köşe yazarları zulme uğramış, direnişi elinden alınmış falan oluyor. Sözünü söyleyecek hiçbir imkanı kalmamış gibi tavırlarla aslında bütün bunların bir 'baskıcı rejim sorunu' olduğunu ima etmeye bayılıyorlar. Bense şöyle diyorum: 'Direnişine maaş almadan da devam edecek cibilliyetin yoksa sen zaten büyük bir yanlışlık sonucu yazar olmuşsun. Geç bile kalmışlar seni işten atmak için.'
Ne diyordu Kavafis: 'Ben köşe yazarıyken internet diye bir şey çıktı yeğenim. Çok okunanlar arasına gireyim diye her gün beş bin kere falan açıp kapadım yazımı. Meğer o iş öyle değilmiş.' 

İlgili Haberler