29 Mayıs 2016 14:14
Zeynep Miraç *
Hızlı bir haftaydı. Başbakan değişti, kabine değişti, AKP MKYK’si değişti. Kazananlar, kaybedenler birbirine karıştı. Bizim gibi hayret özelliği hırpalanmış bir ülke için bile şaşırtıcı gelişmeler gördük.
Ahmet Davutoğlu bir anda ortaya çıkan AKP kongresini ‘veda değil vefa’ kongresi olarak tanımlaması, partinin son günlerini vefadan çok vedalarla geçirdiği gerçeğini değiştirmedi. 2002’den beri Tayyip Erdoğan’ın en yakınında olan Yalçın Akdoğan’ın kabine dışı kalması bu vedalardan biriydi. Herkesin ardından el sallamaya alışmış olan Akdoğan, Başbakanlık yolunda bıraktığı bıyıklarına rağmen kendini oyunun dışında buluverdi.
Neden mi? Kimilerine göre devrik başbakan Ahmet Davutoğlu ile yakınlığı nedeniyle... Kimilerine göre de Dolmabahçe’de HDP’li vekillerle buluşanlardan biri olduğu için... Çözülemeyen sürecin faili görevi verildi ona. ‘Tanrılar kurban istemişti’ bir kere...
Oysa her şey çok farklı başlamıştı.
Solcu babanın oğlu
1969 doğum Yalçın Akdoğan Trabzonlu bir ailenin çocuğu. Babası henüz çok gençken İstanbul’a gelip Pendik’e yerleşti. E-5’in kenarında; dedesi, teyzesi ve dayılarıyla birlikte oturdukları bir apartmanda büyüdü.
Babası Reşit Akdoğan sol görüşlüydü, sosyal demokrat partilere oy veriyordu. Kıbrıs Barış Harekâtı’nın olduğu yıl, 1974’te doğan küçük oğluna Bülent adını koyacak kadar seviyordu Ecevit’i. Ancak 12 Eylül darbesi olduğunda muhtardı, görevden alındı. Yalçın Akdoğan’a göre bugün AKP’li olan babası için bu darbe dünya görüşünü değiştirmek yolunda bir kırılma noktasıydı.
Yalçın Akdoğan’ın muhafazakar dünya görüşünün kaynağı ise dedesiydi. Onunla birlikte camiye gitmeye, namaz kılmaya alıştı.
Ortaokula giderken bir yandan da babasının tüp bayiinde çalışıyordu. Orada hem ticaret öğrendi hem de dükkânı beklerken okuduğu kitaplarla başka bir dünyaya girdi. Ne bulsa okuyordu. Çevredeki esnafların aracılığıyla risalelerle tanıştı. İslamcı kimliğinin ilk tuğlalarıydı bunlar.
İslami akımlarla tanışma
Kartal Ticaret Lisesi’ni bitirip basın-yayın okumak üzere Eskişehir Anadolu Üniversitesi’ne gitti. Lisedeyken pek sosyal bir genç değildi. O dönemden kalma arkadaşlarının onu son yıllarda kürsüde görüp şaşıracakları kadar çekingendi. İlk imzalı haberi, okul sırasında staj yaptığı Milliyet gazetesinde çıktı.
‘Marjinal kalmıştık’
Üniversite onu yavaş yavaş değiştirdi. Bir yıl önce Habertürk’ten Kübra Par’a verdiği söyleşide “Bizim bölüme ‘artiz mektebi’ derlerdi. Zengin ailelerin çocukları gelirdi” demişti; “Ben daha garibandım. İdeolojik kutuplaşmalar başlamıştı. İslami akımlarla tanışmam üniversitede oldu.”
Okulda kendini muhafazakâr olarak tanımlayan birkaç öğrenci vardı. Kendi sözleriyle “marjinal kalmışlardı”. 2014’te Yeni Şafak’tan Nil Gülsüm ile yaptığı söyleşide bölüm birincisi olarak bitirdiği okulun mezuniyet törenine katılmak istemediğini anlattı. “İlan edilmeyen derslerden kalırsın” denince mecburen katılmış, gönülsüz bir şekilde almıştı diplomasını. Bugün özeleştiri yapıyordu bu tavrıyla ilgili:
“Tabii gençlikte bizim de hatalarımız oldu. Protest ve reddiyeci olmak sosyal bağlar üzerinde olumsuz etki yaptı, birçok arkadaşımız yanlış bir şekilde bunu ailesine yansıttı”.
Gazete ve dergi yılları
Yüksek lisans yaparken Eskişehir’de İç Anadolu adında bir bölge gazetesi çıkardı; ortaokul ve lise öğrencilerine İngilizce dersi verdi. Yeni evlenmişti, ev geçindirmesi gerekiyordu. İstanbul’a döndüğünde kısa bir süre Zaman gazetesinde çalıştı. Sonra aralarında Mehmet Metiner, Ali Bulaç, Davut Dursun, Altan Tan, Abdurrahman Dilipak’ın olduğu isimlerle Yeni Zemin dergisini çıkarmaya başladılar. Ardından Sözleşme, Bilgi ve Düşünce, Bilgi ve Hikmet gibi birçok derginin kadrosunda yer aldı.
Erdoğan'la her gün
1994 yılında Refah Partisi’nin kazandığı Pendik Belediyesi’nde Eğitim Kültür ve Halkla İlişkiler Müdürü olarak çalışmaya başladı. Bir yandan da İslamcılık ve Refah Partisi’ni çalıştığı siyaset bilimi doktorasına devam etti.
1996’da kurulan Refah -Yol hükümetinde devlet bakanı basın müşaviri oldu. Bir yıl sonra hükümet dağıldığında kendi deyişiyle “Osmanlı arşivlerine memur olarak sürüldü”. Tekrar belediyeye geçti, bir yandan da Modus Stratejik Araştırmalar Merkezi’nde danışman olarak çalıştı.
2002 sonunda AKP iktidara geldiğinde bizzat Erdoğan’dan davet aldı. Davos Ekonomik Forumu’nda yapacağı konuşmanın metnini Yalçın Akdoğan’ın yazmasını istiyordu.
Her şeyi not etti
Aslında Erdoğan henüz Refah Partisi İstanbul İl Başkanı’yken tanışmışlardı. 2003’ten sonra ise her günleri birlikte geçti. Akdoğan, Tayyip Erdoğan’ı her sabah evinden alıyor, akşamları bırakıyordu. Her şeyi not ediyor; ne oldu, nereye gidildi, ne konuşuldu hepsini yazıyordu. Sorunlar, krizler araba yolculukları sırasında çözülüyordu. Erdoğan’ın ‘sır küpü’ydü artık.
‘Başimam kadrosundan’
2004’te “Devlet mi toplumu Müslümanlaştırmalı, Müslüman toplum mu devleti dinileştirmeli, yoksa her ikisi de birbirini ideolojik bir dönüşüme tabi tutmamalı” diye yazınca CHP Grup Başkan, vekili Ali Topuz’un eleştirisine hedef oldu. Topuz, Akdoğan için “Başimamın kadrosundan bir imam” dedi.
‘Çözüm’ü yazacaktı
Pratikte bu yoğunlukta çalışırken Yeni İslamcılık teorisini ihmal etmedi. 2004 yılında basılan “Ak Parti ve Muhafazakâr Demokrasi” adlı kitabı, AKP’nin anayasası gibi kabul edildi. 2007’de doçent oldu, çeşitli üniversitelerde ders vermeyi sürdürdü. “Tarihe Düşülen Notlar”, “Siyaset ve Kutsallık” kitaplarını yayımladı. 2010’da verdiği söyleşide çözüm sürecinin kitabını yazacağını söylemişti. Kitabın akıbeti ortada...
Kırılıp dökülenler
Erdoğan cumhurbaşkanı olduğunda bunu yeni bir sürecin başlangıcı olarak gördüğünü söylüyordu. “Kırıp dökmeden, herhangi bir ayrışma olmadan bu sürecin gerçekleşmiş olması, hem AK Parti’nin kurumsallaştığını hem de Erdoğan’ın liderlik başarısını ortaya koyar” diyordu. Nelerin kırılıp döküldüğünü, nasıl derin bir ayrışmanın kapıda olduğunu bizzat yaşayıp görmesine henüz 1.5 yıl vardı. 2011’de milletvekili seçilip ilk kez Meclis’e girdi.
2013’te hem milletvekili hem Erdoğan’ın başdanışmanıydı hem de Yeni Şafak ve Star gazetelerinde (Bazen Yasin Doğan mahlasıyla) köşe yazıyordu. Ona göre siyasetçinin düşüncelerini farklı alanlarda dile getirmesi, yaptığı işin bir parçasıydı. “Bizim kişisel hesabımız yok” diyordu, “ partimizin menfaatı hangi rolü ve mücadeleyi gerektiriyorsa onun içinde oluyoruz”. Her danışmandan daha fazla o tanınıyordu. Ankara temsilcilerini arıyor, haberlere müdahale ediyordu.
Milliyet gazetesinin eski genel yayın yönetmeni Derya Sazak, “İmralı zabıtları”nın yayımlanmasının ardından kopan fırtınayı anlatırken onun adını andı: “Yalçın Akdoğan daha ilk gün telefonda beni arayarak, ‘Siz süreci sabote ettiniz, bunun hesabını vereceksiniz’ dedi”.
Akdoğan bunun üzerine yazdığı yazıda “Beni tanıyanlar böyle bir kişiliğim olmadığını ve medya ile bu tür bir ilişkiye girmediğimi çok iyi bilirler. Başbakan Erdoğan’a yönelik oluşturulmaya çalışılan menfi imajın bir ayağını da medyanın susturulması, eleştiriye tahammülsüzlük, aykırı yazarların tasfiyesi gibi ithamlar oluşturuyor” derken aynı gün Derya Sazak’ın işine son verildi. Akdoğan, gönül bağını ilk imzasının yayımlandığı gazeteyle değil Erdoğan’la kurduğunu gösterdi böylelikle.
İstikrarlı sayılmaz
Her ne kadar AKP’nin en güçlü sloganlarından biri istikrar olsa da , Yalçın Akdoğan düşünceleri konusunda pek istikrarlı sayılmaz.
Sözgelimi 2008’de Ergenekon için “Darbe hazırlığı yapan, toplumsal barışı bozarak ayrışma üretmeye çalışan, siyasi cinayetler işleyerek toplumda huzursuzluk üreten çeteler anayasal düzen için öncelikli tehdit olgusu olmalıdır” derken 2013 sonunda kaleme aldığı yazıda ‘’Kendi ülkesinin milli ordusuna, milli istihbaratına, milli bankasına, milletin gönlünde yer edinen sivil iktidarına kumpas kuranların bu ülkenin hayrına bir iş yapmış olmayacağını çok iyi bilir. Amaca ulaşmak için her yolu mubah görenlerin nasıl hastalıklı anlayışlar ürettiğini çok iyi bilir” cümlelerini kullanıyordu.
Sürecin altında kalmak
2012 yılında hükümet ile Gülen Cemaati arasındaki çatışma ortaya çıktığında “İki farklı kulvarda hareket eden bu yapılar arasında güç ve iktidar çekişmesi yaşanmasını murat edenler yine hayal kırıklığına uğrayacaktır. Samimiyet her türlü oyunu bozar” demişti. 2016’da “Paralel Devlet Yapılanması örgütü, sadece hükümet ve AK Parti için değil, devlet için bir tehdittir, demokrasi ve hukuk sistemi açısından büyük bir tehlikedir” açıklaması yapacaktı.
2014 Ekim’inde “Çözüm sürecini bozan, sabote eden, bu sürecin altında kalır. Tarihe de millete de hesap veremez” diyecek kadar iddialıyken, 7 Haziran seçimlerinin ertesi günü şu konuşmayı yapmaktan imtina etmeyecekti: “HDP bundan sonra çözüm sürecinin ancak filmini yapar”.
28 Şubat 2015’te HDP’li vekillerle Dolmabahçe’de buluştuklarında “Silahların devre dışı kalması demokratik gelişime hız katacaktır. Süreci nihai sonuca ulaştırmakta kararlıyız” açıklaması yapmışken, üzerinden bir yıl bile geçmeden Dolmabahçe Sarayı’nda okunan ortak bildirinin bir mutabakat olmadığını söyleyecekti.
Kapaktaki ‘demokrasi’
Bu çelişkilere gönül indirmesinde bir mahsur yoktu, değil mi ki galibiyete giden her yol mubahtı. Akdoğan her an ve her koşulda Erdoğan’ın en yakınındaki isimdi. 2015 Mayıs’ında Milliyet’ten Serpil Çevikcan’ın “Yalçın Akdoğan başbakan, cumhurbaşkanı olabilir mi?” sorusuna “Siyasi, dünyevi hiçbir hesabım yok” diye cevap vermişti; “Başka amaçlarım oldu hep. Mesela, başörtüsü sorununun bir gün çözülmesine nasıl katkıda bulanabilirim? Ya da Kürt meselesinin.”
Bundan tam bir yıl sonra bu soru yeniden gündeme geldi. 8 Mayıs 2016 günü dört gazete, Hürriyet, Milliyet, Star ve Habertürk’te Akdoğan ile yapılmış söyleşiler “Yeni başbakanın tanıtımı mı” sorusuna yol açtı. Böyle bir izlenim vermekten hiç mutsuz değildi. Oysa bırakın başbakanlığı, kabine dışı kalmasına günler vardı. Bundan sonra belki akademik çalışmalarına döner, belki bir yaşındaki kızına daha çok vakit ayırır, belki de oturup düşünür... Belki de 2004 tarihli kitabını alır, kapaktaki “demokrasi” sözcüğünü karalamaya başlar.
* Bu yazı ilk olarak Cumhuriyet'te yayımlanmıştır
© Tüm hakları saklıdır.