07 Mart 2012 16:01
T24 - Mısır Çarşı'ndaki patlama nedeniyle hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis istenen sosyolog Pınar Selek'e 14 isim T24 üzerinden birer soru yöneltmişti. Sanatçı Sezen Aksu, Pınar Selek'e "Sevgili Pınar ümidini hiç kaybetmeyişin, yaşanan süreç kadar sarsıcı ve şaşırtıcı. Bütün bunlar senin kurguladığın bir roman olsaydı, ilk ve son sözün ne olurdu?" diye sormuştu.
Mısır Çarşısı'nda 7 kişinin öldüğü, 127 kişinin de yaralandığı patlamaya ilişkin haklarındaki hüküm Yargıtayca bozulan 5 sanığın yeniden yargılandığı davada, sosyolog Pınar Selek için ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istendi.
Selin Ongun'un T24 için Pınar Selek 14 isimden için aldığı sorular ve Selek'in verdiği cevaplar şöyle:
Okuyacağınız bu söyleşide 14 farklı isimden Pınar Selek için bir soru talep ettik...
Önce son durum için not edelim: Sosyolog Pınar Selek Mısır Çarşısı patlamasıyla ilgili davada iki kez beraat etmesine karşın Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun aleyhte bozma kararı nedeniyle, 9 Şubat’ta bir kez daha yargılanmaya başlayacak.
Tercüme edelim: 12. Ağır Ceza Mahkemesi bu kez Yargıtay’a uyarsa, Pınar Selek ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası alacak.
Yaklaşık 13 yıldır süren davanın kronolojisine dair kapsamlı bir hatırlatma yapmaya ihtiyaç var:
- Bu davanın maymuncuğu, 7 kişinin hayatını kaybettiği Mısır Çarşısı patlamasının kaynağının bomba olup olmadığı idi. Mısır Çarşısı’nda meydana gelen patlamadan hemen sonra hazırlanan 13 ve 14 Temmuz 1998 tarihli Polis Olay Yeri İnceleme tutanakları ve Kriminal Polis Laboratuvarı Müdürlüğü Ekspertiz Raporu ile 20 Temmuz 1998 tarihli Polis OIay Yeri İnceleme Sonuç Raporu’nda “Bombaya ait herhangi bir bulgu olmadığı" belirtildi. Suçlamaya tek dayanak olarak PKK üyesi Abdülmecit Öztürk’ün polisteki ifadesinde “Mısır Çarşısı’na Pınar Selek ile bomba koyduk” dediği iddiası gösterildi.
- 22 Aralık 1998’de Öztürk ve Selek hakkında Mısır Çarşısı’na bomba koymaktan açılan davanın duruşmasında Abdülmecit Öztürk ve diğer sanıklar ağır işkence gördüklerini, Pınar Selek’i tanımadıklarını açıkladılar. Mahkemenin tayin ettiği üç uzman profesörün raporunda da patlamanın kesinlikle bombadan değil, tüp gaz kaçağından kaynaklandığı 21 Aralık 2000’de tescil edildi. Yerel Mahkeme, Pınar Selek’in tahliyesine karar verdi. Selek, 2,5 yıl yattığı Ümraniye Cezaevi’nden çıktı.
- Ancak tahliye üzerine İstanbul Emniyet Müdürlüğü, mahkemeye patlamanın bomba kaynaklı olduğunu ileri süren bir rapor sunarak tekrar bilirkişiye başvurulmasını talep etti. 2002 yılında mahkemenin tayin ettiği bilirkişi raporu ile patlamanın bomba değil, gaz kaçağı nedeniyle olduğu teyit edildi. ODTÜ Elektrik Elektronik Mühendisliği Bölüm Başkanlığı da gaz kaçağı tespitine katıldığını yine bir raporla sundu. İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi de, Mısır Çarşısı patlamasına ilişkin olarak Pınar Selek için “ceza verilmesini gerektirir kesin ve inandırıcı delilin elde edilemediği” gerekçesiyle beraat kararı verdi.
- Beraat kararı Yargıtay 9. Ceza Dairesi tarafından 2007 yılında “hüküm kurulmadığı” gerekçesiyle bozuldu. Yeniden yapılan yargılama sonucunda İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi 2008 yılında ilk kararında ısrar etti, Pınar Selek hakkında Mısır Çarşısı patlamasına ilişkin olarak beraat, "yardım ve yataklık" suçlamasıyla ilgili olarak da “zamanaşımı" gerekçesiyle davanın ortadan kaldırılmasına karar verdi. Mahkeme kararında, Selek'in örgüt üyesi olduğuna dair iddiaların da inandırıcı bulunmadığı belirtildi.
- Tüm bu yıllar boyunca Abdülmecit Öztürk’ün soruşturma aşamasındaki işkence ile ve avukat yardımı da sağlanmadan alınan ifadesi Mısır Çarşısı suçlaması ile Pınar Selek arasında doğrudan kurulan tek bağ olarak kaldı. Ayrıca Öztürk hakkında aleyhte temyiz yapılmadığından, kendisi hakkında Mısır Çarşısı patlamasına ilişkin verilen beraat kararı kesinleşti. Ancak Öztürk’ün ifadesine dayanılarak Pınar Selek için müebbet ceza isteminde bulunulmaya devam edildi.
- Yargıtay 9. Ceza Dairesi ikinci beraat kararını da bozunca Yargıtay Başsavcılığı itiraz etti. İtiraz üzerine dosyayı görüşen Yargıtay Ceza Genel Kurulu 9 Şubat 2010’da (YCGK) 17’ye karşı 6 oyla, Pınar Selek için ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istedi.
- Pınar Selek iki kez beraat ettiği davadan 9 Şubat 2011’de bir kez daha yargılanmaya başlanacak. İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi öncelikle bozma kararına ilişkin tavrını açıklayacak.
Bu uzun girizgâhın eşliğinde sosyolog, araştırmacı, yazar Pınar Selek’in biyografisine bakalım.
1971’de İstanbul’da doğdu. Notre Dame De Sion Lisesi’nden sonra girdiği Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nü “Babiali’den İkitelli’ye, Mürekkep Kokusu’ndan Plazalara” başlıklı teziyle 1996'da birincilikle bitirdi. Aynı üniversitede sosyoloji yüksek lisansını tamamladı.
Fransa’da Sophiantipolis UDEL Üniversitesi’nde ekonomi-politik dersleri aldı. Üniversite yıllarında sokak çocukları, seks işçileri, Romanlar ve eşcinsellere ilişkin çalışmalarıyla dikkat çekti. Çeşitli araştırmalar aracılığıyla tanıştığı ve her biri farklı dışlama ve kapatma mekanizmasından etkilenen insanlarla birlikte, Sokak Sanatçıları Atölyesi’ni hayata geçirdi.
1997’de, Kürt sorunu üzerine çalışmaya başladı. Savaş koşullarını ve neden bir türlü barışılamadığını anlamak ve anlatmak üzere konunun muhataplarıyla görüşmesi, dönemin koşullarına göre tehlikeli ve cesur bir adımdı.
9 Temmuz 1998’de meydana gelen Mısır Çarşısı patlamasından iki gün sonra gözaltına alındı. Gözaltındayken patlamayla ilgili tek soru dahi yöneltilmedi. Araştırması vesilesiyle görüştüğü kişilerin isimlerini vermediği için ağır işkence gördü. İşkencede sol kolu çıkınca, "kolunun üstüne düştüğü" yolunda tutanak tutuldu. Araştırmasına el kondu. Hakkında örgüt üyeliğinden dava açıldı.
Tutuklanmasından bir ay sonra, Ümraniye Cezaevi’ndeyken, Mısır Çarşısı patlaması ile ilişkilendirildiğini televizyon ekranlarından öğrendi. Bununla ilgili DGM’de açılan davada idamı istendi, bu dava örgüt üyeliği davasıyla birleştirildi...
Yargı süreci devam ederken Selek de biyografisine yeni çalışmalar ekledi: Ülker Sokak'ta travesti ve transseksüellerin dışlanmasını konu alan “Maskeler, Süvariler, Gacılar” adlı araştırması 2001’de, barış mücadelesinin ve sol muhalefetin yaşadığı sorunların ele alındığı “Barışamadık” 2004’te, erkekliğin iktidar aracı olarak oluşumunda askerlik hizmetinin rolünü inceleyen “Sürüne Sürüne Erkek Olmak” kitabı 2008’de yayımlandı. Takibinde “Su Damlası”, “Siyah Pelerinli Kız” ve “Yeşil Kız” adlarında üç masal kitabına imza attı.
Halen Strasbourg Üniversitesi’nde siyaset bilimi doktorası yapan Selek’in tezi ise etnisite ve cinsiyet temelli politikalar üzerine.
Pınar Selek ile e-mail aracılığıyla yaptığımız bu söyleşi için yazıştığımız esnada, Selek’in doktora çalışmasının yanı sıra Fransa’da kurulan Sınır Tanımayan Araştırmacılar Derneği’nin alt yapısını örgütlemek ve bir sığınma evinde eğitmenlik-danışmanlık yapmakla meşgul olduğunu öğrendik. Bunları duyunca aklımıza Aydın Engin’in T24’te yayımlanan “Üç Kuşak Selek” başlıklı yazısındaki o satırları düştü:
“Pınar Selek’in iflah olmaz bir genetik bozukluğu var. Dedesi (ilk TİP’lilerden) Cemal Hakkı Selek’ten, babası Alp Selek’ten miras bir genetik bozukluk: Haksızlığa karşı çıkmak, mağdurun, mağdur kim olursa olsun yanında saf tutmak!”
Okuyacağınız bu söyleşide 14 farklı isimden Pınar Selek için bir soru talep ettik. Alp Selek, Aydın Engin, Aysel Tuğluk, Baskın Oran, Hüseyin Gülerce, İsmail Beşikçi, Karin Karakaşlı, Mehmet Bekaroğlu, Murat Belge, Oya Baydar, Sezen Aksu, Sibel Eraslan, Yıldırım Türker, Yıldız Ramazanoğlu www.t24.com.tr için Pınar Selek’e birer soru yönelttiler. İşte o sorular ve Selek'in T24'e gönderdiği yanıtlar:
ALP SELEK: Sana cevabını bildiğim bir soruyu soracağım yavrum. Bu zorluklara karşı nasıl dayandık, dayanıyoruz; sırrımız ne?
Babam benim. Dünya aleme saçtığımız sırrımız, sevgi. Çocukken öğrendiğim, hiç kaybetmediğim sevgi. Sırrımız, başkalarına güven duymak ve onları sevebilmek. Bu yüzden güçlüyüz. Şanslıyım. Çünkü annemle sen, bana ve Seyda’ya, çok güzel öğrettiniz bu duyguyu. Acı çekerken mutsuz olmamayı, sevgiyle ayakta durmayı, sevgiyle büyümeyi, büyütmeyi. Emin ol, hep böyle davranıyorum ve hep mutluyum.
AYDIN ENGİN: Devletin çeşitli kesimlerinden, yargıdan, polisten sana yönelik açıklaması güç bir düşmanlık, bir hesap sorma, intikam alma kararlılığı gözlüyorum. Bunun bir sebebi ve bu “sebep”in somut bir temeli olmalı. Sence nedir?
Bunun sebebini ve temelini sen benden daha iyi görüyorsun bence. Herhalde tek bir nedeni olmadığı için bu kadar güçlü. İçinden çıktığım gelenekle ilgisi olduğunu herkes biliyor. Babamla, dedemle ve ailemizin uğruna mücadele ettiği bütün değerlerle. Sonra yaptığım araştırmanın o dönem rahatsız edici olmasıyla. Benim şahsımda herkese mesaj vermek istemeleriyle. Ardından başlayan davayla birlikte büyük dayanışmanın ve tarihe geçecek bir hukuki mücadelenin karşısında kendilerini iktidarsız hissetmeleriyle. Bu iktidarsızlık hissinin, benim kadın olmamla alakası var mutlaka. Hatta illa somut bir temel arıyorsan, ben bunun biyolojik varoluş dışında kurumsallaşan erkeklik durumu olduğunu iddia edebilirim. Arkamdan küfrettiklerini hissediyorum. Hele cezaevinden çıktıktan sonra, boyun eğmeyip patikamı sürdürmeme, en rahatsız oldukları konularda öne fırlamama çok kızmışlardır. Sessiz dursaydım, bu dava daha erken biterdi, herhalde. Ama bilmiyorum. Onların aklını çözmek, ne hesapladıklarını anlamak gerçekten, bizim gibi insanlar için kolay değil.
AYSEL TUĞLUK: Kürt hareketindeki kadınların serüvenini de analiz eden çalışmalara imza attın. Peki bugün Kürt kadınlarının geldiği nokta nedir? 12 yıldır süren dava serüveninde Kürt kadınlarından yeterince destek aldığını düşünüyor musun; kendini hiç yalnız bırakılmış hissettin mi?
Türkiye’de, son 20 senede, sadece Kürt kadınlar değil, pek çok kadın ciddi bir özneleşme süreci yaşıyor. 1980’lerden sonra feminist hareketin ortaya çıkmasıyla birlikte kadınlar, başka bir toplumsal değişimin aracı olma rolünden kurtulup kendi deneyimlerine bakmayı, gördüklerini tüm topluma anlatmayı ve değiştirme gücü olmayı belli ölçüde başardılar. Cinsiyetçiliğin tüm toplumsal ilişkileri nasıl etkilediğini, savaşın, militarizmin, milliyetçiliğin cinsel ayrımcılıktan nasıl beslendiğini gösterdiler. Kürt kadınlar ise, bu deneyimi daha yoğun yaşadılar ve neredeyse, sosyal bir devrimin tanığı, öznesi oldular. Yaşadıkları büyük altüst oluş, Kürt kadın hareketi içinde geri dönülmesi çok zor bir birikim yarattı. Tabii hâlâ çok fazla sorun var. Ama şimdiye kadar alınan yolun mesafesi, bundan sonrası için de umut yaratıyor. Benimle ilgili sorduğun soruya gelince, için rahat olsun Aysel. Ben kendimi hiç yalnız hissetmedim. Çevremdeki dayanışma çemberi beni çok heyecanlandırıyor. Toplumun her kesiminden, farklı politik, kültürel, etnik kimliklerden insanlar, adalet için, yan yana geliyor. Türk, Kürt, Ermeni, Alman, Fransız, lezbiyen, gay, heteroseksüel, transeksüel... Üstelik benim aracılığımla buluşuyor ve yeni yollar açıyorlar birlikte. Ama söylemeliyim ki, bu uluslararası dayanışma çemberinin öncüsü feminist kadınlar. Varlıkları bana çok büyük güç veriyor.
BASKIN ORAN: Bunca yıl, bunca rezilliklere karşı, böyle güçlü biçimde ayakta kalmayı nasıl başardın?
Yalnız olmadığımı biliyordum, o yüzden. Kendi deneyimimin, dünya ve Türkiye’de yaşanan acılar içinde küçücük bir nokta olduğunu bildiğim, kötülüklere karşı yılmadan güzelliklere su vermeye alıştığım için başarıyorum herhalde. Çevremde güzel insan çok. Büyük haksızlıklara uğrayan, buna rağmen direnen, tanımadığı, adını bile bilmediği insanların acılarına merhem olmak için büyük fedakârlıklarda bulunan, tüm sıkıntılara rağmen çok güzel gülümseyen insanlarla büyüdüm ben. Hâlâ da onlardan kopmadım. İnsanın kazanabileceği daha güzel ne olabilir ki hayatta? Bu rezillikler benim başıma gelmese de vardı. Başka insanlar yaşıyordu. Ve ben bunlara karşı mücadele ediyordum. Şimdi benim başıma geldi diye duracak değilim ya. Ayakta kalmak da yetmez. Kimse rezilliğin kıskacında kalmasın diye güzelliği, sevgiyi, dayanışmayı daha da büyütmemiz lazım. Bir sır daha vereyim. Mağdur psikolojisine gömülmedim. Bir de beni sokmaya çalıştıkları filmden uzak durdum, elimden geldiğince yok saydım. Avukatlarım sağ olsun, onlar olmasaydı bu kadar rahat davranamazdım ama işin hukuki kısmını onlar üstlenince, ben bu davayı pek çok zaman unutmayı başardım. Hayatımı, gözümü diktiğim maceralarımı elimden almalarına izin vermedim. Kendi patikamda, senaryosunu kendimin yazdığı filmler çektim. Öbür kötü filmi unutturacak kadar güzel filmler!
HÜSEYİN GÜLERCE: 12 yıl süren bir dava. Yargı süreci neden bu kadar uzun sürdü? Bu sürecin bu kadar uzun sürmesini siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ah, bir bilsem! Ama öyle görünüyor ki, bitiremediler. Bitirdiler, sonra kaldıramadılar herhalde. Bir suçlama çürütüldü, ardından yenisi geldi. Kan davaları da böyledir, bazen kuşaklar boyu sürer. Öyle de, bu davanın benimle ne ilgisi var? Hukuksuzlukların ortaya çıkmasına rağmen, neden bu kadar ısrarcılar? Herhalde tazminat davası açmamdan ya da yaptıkları komplonun açığa çıkmasından, gizlenmiş oldukları kapağın altından çıkıvermekten korkuyorlar.
İSMAİL BEŞİKÇİ: Türkiye'de sosyal bilimler, özellikle sosyoloji, her zaman devletin kuşkusunu çekmiştir. Sosyal bilimleri, sosyal bilimcileri denetim altına almak, yönlendirmek, özgür düşünceyi engellemek, baskı altına almak, devletin önemli bir meşguliyeti olmuştur. 1940'larda Behice Boran ve arkadaşları, 1970'lerde Oya Baydar ve arkadaşları bu baskılarla karşı karşıya kalmışlardır. Pınar Selek de bu sürecin üçüncü nesli oluyor. Devlet-sosyal bilimler, devlet sosyal-bilimciler ilişkisi hakkında neler söylenebilir?
Bilim, iktidar ilişkilerinin hâkim olduğu her yerde, hâkim güçler tarafından, bir iktidar aracı olarak kullanılmak istendi. Bugün, savaşların, iktidar mekanizmalarının bu kadar derinleşmesinin nedeni de budur. Modernleşmeyle birlikte, sosyal bilimler, eski dinlerin yerini aldı. Zamanında, din üzerinden kendini dokunulmaz ve kutsal kılan iktidarlar, şimdi bunu bilim aracılığıyla yapıp, ihtiyaç duydukları toplumsal analizleri, siyasi tarihleri kendi politikalarına dayanak yapıyorlar. Şimdi bu küçük bölüme sığmayacak kadar geniş açılardan ortaya konulabilir devlet-sosyal bilim ilişkisi. Bunu zaten biliyoruz. Ama ülkemizde seninle sembolleşen sosyologların direnişi de hiç yabana atılamaz. Diyor ya Mevlana “En zoru, her şeyi bilmek, anlamak ve dünyanın çılgınlığını gördüğün halde, onu değiştirecek güçte olmamaktır. Bundan daha kahredici bir şey yoktur dünyada.” Her şeyi bilmek, biraz iddialı laf bence. Ama gördüklerine, bildiklerine müdahale edecek gücün olmaması, bizim gibilerin sadece direnmekle yetinmesi acıtıcı. Neyse, sana güzel bir haberim var. Tıpkı Sınır Tanımayan Doktorlar ve Sınır Tanımayan Gazeteciler gibi Sınır Tanımayan Sosyal Bilimciler de örgütleniyor! Bizim gibi iktidar güçlerine biat etmeyen sosyologlar, dünya çapında bir dayanışma örgütü kuruyor. Ben de bu oluşumun örgütleyicilerindenim ve bizim gibi farklı deneyimlerle karşılaştıkça çok güçleniyorum. Senden de çok sık bahsediyorum buralarda. Sınır Tanımayan Sosyal Bilimciler adına bir temsilci ve Fransa Sosyologlar Derneği Başkanı 9 Şubat’taki mahkemeye gözlemci olarak katılacak. Seninle tanışmayı çok isterler. Hep tekrarlıyoruz. Sosyal bilimlerin devleti, vatanı, milleti yoktur. Bu nedenle, enternasyonal dayanışmaya ve en çok da bu deneyimlerle beslenmeye çok ihtiyacımız var.
KARİN KARAKAŞLI: Hepimizin vardır gizli ilham kaynakları. Hani bazen bize, doğrudan hayatımızda olanlardan daha iyi gelen “zamansız” insanlar... Senin kahramanların kim Pınar, hangi korkuna kim derman oluyor, hangi hayalini kim besliyor?
Canım benim. Senin de bildiğin gibi, benim, çocukluğumdan beri sarıldığım kahramanlarım öyle kusursuz, kudretli tipler olmadı. Pek çok ilham kaynağım var ama. Genelde çevremdeki insanlar. Annem, babam, Seyda, sen... Ama iki zamansızı çocukluğumdan beri kalbimde, aklımda taşıyorum. Biri Camille Claudell, diğeri Şahmaran. Şimdi onların hikâyelerini anlatmayayım. Ama biri akıl hastanesinde ölen, mezarı kaybolmuş dahi heykeltıraş Camille, diğeri yüzyıllarca bilgeliğinin değil, bilgisinin peşinde olan “insanoğlu”nun yok ettiği Şahmaran. İkisini de ortaokulda keşfetmiş, ölümlerinden büyük acı duymuş ve haklarında ne varsa okumuştum. Sonra garip bir içgüdüyle resimlerini gittiğim her yere taşıdım. Cezaevine bile. Sanki onları yanıma almayı, onlardan bahsetmeyi unutsam, arkadaşlarıma ihanet ediyormuşum gibi çocuksu bir hisle doluyum hâlâ. Pek konuşmuyoruz, sohbet etmiyoruz. Sessizlikle bakışıyoruz. Şimdi de karşımdalar. Sana selam söylüyorlar.
MEHMET BEKAROĞLU: Evet, davayı baştan beri izliyoruz. Aydınlar sizi destekledi fakat toplumun genelinde sizin için büyük bir destek olduğunu söylemek güç. Hatta toplumun genelinde büyük bir ilgisizlik olduğunu söylemek mümkün. Oysa dava sürecini izleyenler biliyor ki çok büyük mağduriyetler yaşadınız. Geriye dönüp baktığınızda size kalan nedir: “Bu toplumla ilgili, toplum için araştırma vs. yapmaya değmezmiş” gibi bir hayal kırıklığı yaşadınız mı? Topluma yönelik umudunuz hâlâ devam ediyor mu?
Haksızlıklara, adaletsizliklere, başkalarının acılarına karşı, toplumun genelinde hâkim olan duyarsızlık konusunda haklısınız. Ama bu yeni ve benim yabancı olduğum bir şey değil. Daha önce de başka konularda, o kadar çok duvara tosladım ki, bunu iyi öğrenmiştim. Bu duyarsızlığı anlamak ve çözmek için çalışıyordum ben. Dolayısıyla, başıma bu felaket geldiğinde hazırlıklıydım. Üstelik ben, pek çok insana göre çok şanslıyım. Çünkü dışarıdan göründüğü gibi sadece aydınlardan, demokrasi güçlerinden destek almıyorum, çevremdeki dayanışma, çok daha geniş bir toplumsal alana yayılıyor. Bunun, çok farklı alanlarda yaptığım somut çalışmalarla ilgisi olabilir, bilmenizi isterim ki ben hâlâ umutluyum. Üstelik umudum, acı deneyimlerle daha da bileniyor. Çünkü acı deneyimler, insana dostluğun, dayanışmanın, duyarlılığın güzelliğini bir kez daha gösteriyor. Kendimi bildim bileli ben hep dayanışan tarafındaydım, şimdi aynı zamanda dayanışılan oldum. Ne tarafta olursam olayım, dünyada kötülüklerin yanında güzelliklerin de olduğunu, bunlara emek verdikçe, hayatın daha da güzelleşeceğini biliyorum.
MURAT BELGE: Ben geçenlerde yazdığım “Pınar Selek davası” başlıklı yazının başlığını “Pınar Selek giderile” koyacaktım. Sonra vazgeçtim. Sen, kendin böyle bir “giderilme” hissediyor musun? Hissediyorsan bunun sebebi ne olabilir?
Hissediyorum. Bu hissi çok ağır ve acıyla yaşıyorum. Ama nedenini, inanın, çözemiyorum. Belki de bunu çözmesi gereken sadece ben değilim. Başlangıçtan beri farklı nedenlerle giderilmek istendim sanki. Önce araştırmamın etik ilkelerine sadakatimden, sonra ailemden, sonra evde kalıp uslu kızı oynamamamdan, pek çok toplumsal ve siyasal sınırı ihlal etmemden ve hızla kendi isteğim dışında sembolleşmemden. Bilmiyorum. Bildiğim tek şey, bazı insanları “gidermek” o kadar kolay değil. Yaptıklarımız, ürettiklerimiz o kadar ortada ve iz bırakıyor ki, bedenimiz gitse, onlar kalacak. Öyle değil mi?
OYA BAYDAR: Pınarcığım benim; nedir bu işin sırrı? Mağduru, ezileni, horlananı nerede görürsen gören ve kim olursa olsun nasıl böyle hesapsız, sakınmasız, duraksamasız yanında oluyorsun? Başına işler açılacağını bile bile zalime karşı mağduru savunma gücünü nereden buluyorsun? Yaz gelince birlikte kulaç atacağız yine adamızın sularında, ama ben sana yetişemem ki!
Teşekkürler! Ama senin de benden daha iyi bildiğin gibi, başkasının yanında hesapsız, sakınmasız durmak sadece benim yaptığım bir şey değil. Pek çok insan bunun bedelini fazlasıyla ödüyor. Sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada. Benim en büyük sıkıntım, tüm yaptıklarımın, dolayısıyla da mağduriyetlerimin bu kadar göz önünde olması. Ama en büyük şansım da, sayılamayacak kadar çok insanın, içine kapatıldığım bu pis bilimkurgu filminin içine beni yalnız bırakmamak için, sakınmasız, hesapsız girmeleri ve ellerimi sıkıca tutmaları. Bizim gibi insanlar, senin gibi insanlar oldukça, kimsenin eli boş kalmayacak Oya Ablacığım.
SEZEN AKSU: Sevgili Pınar ümidini hiç kaybetmeyişin, yaşanan süreç kadar sarsıcı ve şaşırtıcı. Bütün bunlar senin kurguladığın bir roman olsaydı, ilk ve son sözün ne olurdu?
İlk sözüm şöyle olurdu: Anne. Biz çok mutluyduk birlikte. Bana, yapıp ettiklerime baktıkça endişelenirdin ama çok gururlanırdın, çok güzel gülümserdin. Şimdi diyorum, ne yapmasaydım da annemin kalbi yorulup durmasaydı? Ama ben böyle olduğum için mutluydun sen. Onlar ise mutsuz. O mutsuzlar öldürdü seni. Nasıl mı? Hatırladıkça ben de ölüyorum anne. Son sözüm ise şöyle: Bunca hikâye yine seninle bitiyor canım annem. Gördüğün gibi sokamadılar beni içine. Gördüğün gibi, papatyalar açıyor yine baharda. Sen yoksun. Şimdi ben, senin gibi çığlık atıyorum, eğiliyorum en küçüklerine ve fısıldıyorum: “Annesinin gülüsü... Bülbüllerin kuşusuuu...”
SİBEL ERASLAN: Pınarcığım inşallah en kısa zamanda adalet yerini bulur. Senin gibi şiddet karşıtı bir insan, sevgiyle dopdolu bir kişinin terörle ilişkilendirilmesi hepimizi çok üzüyor. Annenin ardından çok ağlamıştın. Senin yokluğunda onun kabrini ziyarete edip dua etmek istiyorum. Bana yattığı yeri söyler misin?
Ümraniye Kocatepe Mezarlığı’nda. Ama umarım, yakında birlikte gideriz. Çok sevinir! Sonra da her zaman yaptığımız gibi, güzel bir kahve içip annem gibi güzel insanları anarız.
YILDIRIM TÜRKER: Canım Pınar, romanın ne alemde? Bunca gürültü arasında edebiyata zaman ayırabildin mi?
Bitti! Bitti! Birkaç hafta önce son noktayı koyup yayınevine, İletişim’e teslim ettim. Evet, bunca gürültü arasında oldu, haklısın. Ama zaman ayırdım. Ayırmak zorundaydım, çünkü yarattığım karakterler, olur olmaz yerlerde karşıma dikiliyor: “Bizi yarattıysan dondurma hakkın yok. Bırak, hayatımıza devam edelim” diyorlardı. Kendi yarattığım roman, kıskanç bir sevgili gibi beni esir alıyordu. Daha önce de birkaç yerde söylemiştim: Ben, hayatıma hiç kıskanç sevgili sokmadım. Kıskançlık başladı mı arkamı döndüm ama buna dönemiyordum. Hatta beni terk edecek diye korkuyordum. Yaptığım bin tane iş içinde hep vicdan azabı, hep ağır bir yük. Ve tabii çok yorucuydu. Birlikte olduğumuzda, öyle sohbet etmekle filan yetinmiyordu. Sürekli sevişmek... Sürekli aşk... Yani sürekli bir heyecan, tutku! Olacak gibi değildi, ben de uyumadım, daldım içine. Ve bitti! Ama şimdi kendimi çok tuhaf hissediyorum. Küçük bir kız gibi. Yeni regl olmuş bir yeni yetme gibi. Garip bir güvensizlik, garip bir heyecan, beklenti. Diğer kitaplarım, okuyucuyla buluşacağı zaman da heyecanlanıyordum ama bu sefer farklı. Herhalde ilk romanım diye bu yeni yetme halim. Adını da söyleyeyim şimdiden: Yol Geçen Hanı. Benim yüreğim gibi. Olmasını hayal ettiğim bir ülke, bir ev, bir dünya gibi.
YILDIZ RAMAZANOĞLU: Sosyoloji bölümünü birincilikle bitirmiş biri olarak akademik kariyerinizi prestijli konular üzerinden sürdürebilir ve saygın korunaklı kanaat önderleri arasına yazılabilirdiniz. Sizi netameli, belli ki bedel ödetecek konulara ve insan deneyimlerine doğru çeken şey nedir? Bu gücü nereden buluyorsunuz?
Beni sosyolojiye yönelten temel motivasyon mutlu olmak, bunun için de hayatı, kendimi, yaşadığım toplumu anlama ihtiyacıydı. Bir anlam arayışı diyebilirsin. Kafamda bir sürü soru vardı. Bu nedenle sadece sosyolojiyle sınırlı tutmadım kendimi. İmgelerin, kavramların, terimlerin ve gündelik dilin anlattığı her şeye kulak kabarttım. Ama sonra ne oldu? Duydukça, gördükçe çoğaldı sorularım. Bu yüzden yelkenim açık. Hayatı sevdiğim sürece ona kulak kabartmaya devam edeceğim.
T24: Bir soru da siz kendinize sorun?
Evimden uzakta ne yapıyorum buralarda? Heidegger diyor ki: “Evimiz, yuvamız diyebileceğimiz bir yakınlıktır, bizim yeryüzüyle olan bağımız, dünyadaki köşemizdir.” Ben çok sevdim bu lafı. Eskiden beri, hep bu köşeyi yollarda oluşturdum. Yollarda yürümeyi öğrendikçe evimi kazdım. Hatta tek bir evin olmayacağını öğrendim. Bir eve değil, dünyaya geldiğimizi. En sevdiklerimle paylaştığım evimden uzaktayım. Sanırım, kendimi, ruhumu korumak için en iyisini yaptım. Geçenlerde bir psikolojik rapor aldım. Uzun bir liste halinde yaşadığım travmalar anlatılıyordu. Hepsinin de nedeni ağır işkenceyle başlayan bitmek bilmez süreç. Bu filmin içine girmemek için elimden geleni yaptım ama şimdi fiziksel olarak da uzaklaşmak, hayatıma, ruhuma tecavüz etmelerini engellemek, kendi patikamı sürdürmeye, mekân ne olursa olsun devam etmek zorundayım. Yoksa sürekli bir geri dönüş yaşıyorum. Eski bölümleri tekrar tekrar gösterir ya dizi filmler… İnanılmaz yoruluyorum. Ben çalışmaktan yorulmam ama bu film tüm enerjimi bitiriyor. Şimdi filmin sesini en az duyabileceğim kadar uzaklaştım. Yine de duyuyorum. Mesela şu an. Ama Türkiye’de olsaydım, uzaklaşmam çok zor olurdu. İşte şimdi masal kitabımı yazdım, romanımı bitirdim, etnisite ve cinsiyet temelli politikalar üzerine Strasbourg Üniversitesi’ne doktora tezi hazırlıyorum. Yine aynı üniversitede uluslararası mahkemelerde başvurucuların sorunlarına ilişkin bir araştırma projesinde alan araştırması sorumluluğu yapıyorum. Sınır Tanımayan Araştırmacıların alt yapısını örgütlemeye çalışıyorum. Ayrıca Almanya’da bir kültür projesinin sorumluluğunu yürütüyorum. Bir sığınma evine eğitmenlik ve danışmanlık yapıyorum. Kitaplarım, makalelerim çevriliyor. Pek çok konferansa, buluşmaya, toplantıya katılıp konuşuyor, konuşuyorum. Çalışmak, üretmek, anlamlı şeyler yaptığımı hissetmek, deneyimimi, yaratıcılığımı bir yerlere kanalize edebilmek bana iyi geliyor. Sınırları derinlemesine ya da enlemesine geliştirmek, evinde, uzakta, her yerde mümkün. Ben bunu her geçen gün daha iyi öğreniyorum. Döndüğümde daha güçlü olacağım.
© Tüm hakları saklıdır.