Gündem

Rober Koptaş: Bir Ermeni olarak ne istiyorum?

Samimi bir yüzleşme, gerçeklere uygun bir tarih yazımı ve bunların sonucu olacak bir tür hüzün, bir tür mahcubiyet...

24 Nisan 2015 13:34

Rober Koptaş / Yeni Fikir Sokağı

Ermeniyim. Öyle gururla filan değil. Hasbelkader Ermeni… Kainatın vâkıf olmadığım birtakım sırları sonucu Hagopcan’dan ve Maritsa’dan doğmuşum. Hasan ve Melike’den de doğabilirdim ya da Hans ve Marta’dan ya da Haim ile Maia’dan… O zaman hikâyem herhalde biraz farklı olurdu ama öyle olmadı. Beni Hagopcan ve Maritsa dünyaya getirdi. Türkiye’de, İstanbul’da… Ermeniyim. Öyle gururla filan değil. Hasbelkader.

Ermeniyim. Yani kimine göre ne istesem “çok”, ne istesem “ne haddime!”, ne istesem “Hadi oradan!”, ne istesem “Ben kim oluyorum ki!”…

Bunları biliyorum, yaşadım, gördüm. Ama işte, insan evladı çiğ süt emmiş, istedi mi istiyor. Ben de o hesap… Bir şeyler istiyorum. Hayal ediyorum. Hayal etmek istiyorum.

Bu, kişisel bir yazı. 24 Nisan 2015’in, yani yüz yıl önceki o “Gide, bir daha gelmeye” denilen kara günlerin yüzyıldönümünün bir gün öncesinde, ondan, bundan, şundan, kendimden, ne istediğimi yazmak istedim. Aslında sadece yükten –Ermeni olmanın yükünden– biraz sıyrılabilmek, biraz ferahlayabilmek, önümdeki geleceğe biraz daha hafifleyerek bakabilmek için.

Bu, kişisel bir yazı. Ne kimseyi temsil etmek, ne de yazarı dışındaki Ermenilerin düşüncelerini, duygularını yansıtmak gibi bir iddiası var. İstanbul’da, Kurtuluş’ta, kökleri Anadolu’da olan bir Ermeni ailede doğup büyümüş bir fani olarak yaşadıklarımdan, içinde bulunduğum ortamlardan, yaptığım işlerin penceresinden, kendi hayat tecrübemden süzülmüş bir fikir özeti bu.

Yazının hareket noktasını başlığı belirtiyor. Bir Ermeni olarak, olduğum kişi olarak, 1915’te yaşanan felaket bağlamında gelecekten ne bekliyorum? Bu meselenin taraflarından ne istiyorum?

Bu soruların yanıtlarını, olabildiğince net ve sade bir şekilde vermeye çalışacağım. Biraz uzun olacak, kusuruma bakmayın.

Başlarken, 1915’te ve takip eden birkaç yılda bu topraklarda yaşayan Ermenilerin başına gelenin, uğranan insan kaybının ve bununla bağlantılı her türlü kaybın, “geri döndürülemez bir şekilde” yitip gittiğini düşündüğümü söylemek isterim.

Ölenler öldü, çile çekenler çilelerini çektiler, sahip oldukları her şeyden mahrum kaldılar. Hayatları, yurtları, evleri, meslekleri, şarkıları, okulları, kiliseleri, sesleri, emekleri, yemekleri, tarihleri, bellekleri, aklımıza gelebilecek her şeyleri ellerinden alındı. Yok oldular, kayboldular, yeryüzünden silindiler.

Bu yok oluş, bu kayıp, yarın her ne yaşanırsa yaşansın, ister olan biten tüm boyutlarıyla kabul edilsin, ister dilenebilecek en sahici özür dilensin, ister milyarlarca liralık tazminat ödensin, ister en güzel barış günleri gelsin, ister yaşamaya devam eden her Ermeni’nin önüne kırmızı halılar serilsin, ortadan kaldırılamaz, geri döndürülemez.

Şunu demek istiyorum: Bu yazıda “şöyle olmasını istiyorum” diye dile getireceğim her şey yerine gelse bile, geçmişe dair hiçbir şeyi telafi etmesi mümkün değil. 1915’te yaşanan, bu topraklarda yeri doldurulması asla mümkün olmayan kayıplara neden oldu. Siz, biz, onlar, bugün ve yarın ne yaparsak yapalım bu gerçek değişmeyecek. Nokta.

Bu nokta, herhalde yeryüzüne dağılmış her Ermeni’nin benliğinde taşıdığı, bizleri biraz hüzünlendiren, ama çokça çıldırtan, anlatılması ve tanımlanması herhalde imkânsız bir genetik bilgi. Ben de daha fazla anlatmaya çalışmayacağım. Sadece, Ermeniler söz konusu olduğunda, bu türden anlatılamayan ve elle tutulamayacak bir deliliğin, gücünü derin bir hüzünden alan bir deliliğin bir yerlerde olduğunu hatırda tutmak gerekir diye yazıyorum. (Ve bu hali, bu halleri, elbette ki 1915’te yaşananlar, ama ondan da çok, o gün yaşananların 100 yıldır inkâr edilmesi yarattı diye tahmin ediyorum. Ama bu delilik meselesi bambaşka bir tartışma, burada girmeyeceğim.)

Geçmişe dair bir telafi mümkün değil, evet, ama sonuçta hayat, 1915’te hayatta kalabilenler için nasıl devam ettiyse, bugün de bir şekilde devam ediyor ve özellikle Türkiye’nin bu tarihi hakkıyla hatırlayabilmesi, onunla yüzleşebilmesi, bugün ve yarın nasıl bir hayat yaşayacağımızı belirlemek açısından hayati önem taşıyor. İşte bu yüzden, 1915, salt geçmişin değil, aynı zamanda geleceğin meselesi.

Bu bilinçle, Türkiye’den, her şeyden çok, bu tarihi, insani kaybı, acıları kabul eden; bunları çarpıtmayan, meşrulaştırmayan, bahane bulmayan, mağdurun kendisini suçlamayan, pazarlık yapmayan bir yeni duruş istiyorum. Bugüne kadar yapılanın tam tersini yani… Samimi bir yüzleşme, gerçeklere uygun bir tarih yazımı ve bunların sonucu olacak bir tür hüzün, bir tür mahcubiyet; suçluluk değil ama bir tür sorumluluk hissi ve bu türden duyguların devamı olan bazı somut adımlar.

Kısaca, şuna benzer bir cümle dizisini duymak istiyorum (bunu çok istiyorum): “1915’te bu topraklarda Ermeniler (ve Süryaniler), vatandaşı oldukları devlet, onu yönetenler ve komşuları olan insanlar tarafından öldürüldü. Stop. Tek suçları etnik ve dini kimlikleriydi. Stop. Bu büyük bir insanlık suçuydu. Stop. Bu suçu mahkûm ediyoruz. Stop. Tekrarlanmaması ve gelecekte bir arada barış içinde yaşayabilmek için üzerimize düşenleri yapma sözü veriyoruz. Stop. Bundan böyle, cinayetlerin faillerini değil, kurbanları ve onları kurtarmaya çalışan atalarımızın anısını yücelteceğiz. Full stop. ”

Bu kadar. İşte ben, şu cümleleri hiçbir ‘ama’ya yer bırakmadan sarf edebilecek bir aklı, vicdanı ve siyasi duruşu hayal ediyorum. (Ve garip bir şekilde, 37 yıldır yaşadığım hayat tam tersini gösteriyor olsa da, bir gün bu cümlelerin işaret ettiği değerlerin hâkim olacağı bir Türkiye’ye ulaşacağımıza inanıyorum.)

Biliyorum, yazıyı okuyan bazılarının aklına hemen, son iki yılın nisan ayında Erdoğan ve Davutoğlu’nun yayımladığı taziye mesajları gelecek, “Ama zaten Türkiye artık ölenlerin anısına taziye diliyor ve üzüntü beyan ediyor? Daha ne istiyorsun?” sorusu sorulacak. Bu sorunun sorulmasını anlayabiliyorum ama kast ettiğim tam olarak bu değil.

Evet, son iki yıldaki açıklamalar, Türkiye’nin, İttihatçılardan bugüne kadar gelen “Hiçbir şey olmadı. Olduysa da Ermeniler yaptı. Savaş tedbiriydi. Mukateleydi. Kimse öldürülmedi. Ölenler hastalıktan öldü” cümleleriyle özetlenebilecek resmi pozisyonunda önemli bir değişikliği ifade ediyor. Ediyor, çünkü resmi ağızda ilk kez Ermenilerin kayıpları ve acıları hakkında saygılı bir dil geliştiriliyor. Bu saygılı dil, yine geçmişten beri hayal ettiğim bir gelişmeydi ve bunun önemsiz olduğunu iddia edemem.

Ancak, eksik olan bir şeyler var. Aslına bakarsanız, bir şey değil, çok şey var eksik olan. Koskoca şeyler var.

Yenifikirsokagi.com’da yayınlanan yazının tamamını okumak için tıklayın

İlgili Haberler