Söyleşi

Prof. Sencer Ayata: Başkanlık anayasası iktidara dışlayıcı otoriterlik, muhalefete çoğulculuk, Türkiye'ye ise sertleşen kutuplaşma getirdi

“Önyargılar kırıldıkça, ötekileştirilen gruplar kendilerini daha çok güvende hissediyor”

Desen: Selçuk Demirel

29 Ağustos 2021 00:00

Harvard ve Oxford üniversitelerinde misafir akademisyen olarak bulunan, geçtiğimiz dönemde parlamentoya giren ve CHP yönetiminde görev üstlenen Türkiye’nin önde gelen sosyologlarından Prof. Dr. Sencer Ayata, Türkiye’de kutuplaşmanın dinamiklerini değerlendirirken “Başkanlık anayasası iktidara dışlayıcı otoriterlik, muhalefette çoğulculuk, Türkiye’ye ise sertleşen kutuplaşma getirdi” görüşünü dile getirdi.

1. Parça | Prof. Sencer Ayata: Muhafazakâr mahalle ile mahallenin çocukları arasında giderek belirginleşen bir fay hattı oluşuyor

Prof. Ayata ile ‘’Türkiye ve Dünya, Toplum ve İnsan’’ söyleşilerimizin beşincisinin ikinci bölümünde Türk siyasetindeki kutuplaşmaya odaklandık.

“Siyasi kutuplaşmanın bir başka yansıması parti tabanlarında karşıt partiye asla oy vermeyeceğini söyleyen seçmenlerin çok yüksek oranlarda olması” diyen Ayata, “Günümüzde siyasi iktidarın kutuplaştırmayı keskinleştirmesinin arkasında AKP sermayesinin, AKP döneminde büyük ekonomik ve toplumsal avantajlar elde etmiş kesimlerin baskısı var” değerlendirmesini yaptı. Ayata bu doğrultuda anketlerde oy kaybettiği gözlenen AKP için seçim kaybetmenin “sadece seçim kaybetmekten fazlası” anlamına geldiğini ifade etti:

“AKP 20 yılda devlet kurumlarını, yargıyı, bürokrasiyi önce nötralize etti, sonra büyük ölçüde kendine tabi kıldı. Devlette büyük bir kadro değişimi yaşandı. Devlet kadroları AKP’lileşti. Gelinen noktada yüzbinleri bulan bu kadrolar, iktidarı kaybetmeyi elde ettikleri avantajlı konumları kaybetme olarak görüyor.”

Göç konusuna da değinen Ayata, Suriye’deki koşulların uzun süre düzelmediği ve geri dönüşlerin başlamadığı bir senaryoyla ilgili olarak, “O zaman; bugün aksini söyleyen çok kimse keşke daha iyi eğitseydik, keşke yoksul bırakmasaydık, keşke daha çok katılmalarını sağlasaydık diyecektir” dedi.

“Hangi partiye oy verirse versin sert kutuplaşmadan hoşnut olmayan bir kitle var”

Ayata’nın T24’ün sorularına verdiği yanıtlar şöyle...

Aslında kutuplaşma denildiği zaman Türkiye’de ilk akla gelen siyasi kutuplaşma oluyor. Toplumsal kutuplaşmadan ayrı bir siyasi kutuplaşmadan ne ölçüde söz edilebilir?

Tabii ki siyasi kutuplaşmalar önemli ölçüde toplumsal temelli kutuplaşmalardan etkileniyor, onlar tarafından besleniyor. Toplumsal kutuplaşma şurada bitiyor, siyasi kutuplaşma burada başlıyor demek çok zor oluyor. Siyasi ve toplumsal kutuplaşmalar genellikle örtüşüyor, iç içe geçiyor. Ama kutuplaşma dinamiklerini daha iyi görebilmek açısından ikisini ayrı ayrı ele almak da gerekir.

Siyasi partiler bir yandan her kesime seslenmeye çalışıyorlar. Ama diğer yandan siyasi destek sağlama amacıyla kültürel kimlik eksenli bölünmelerden yararlanmaya çalışıyorlar. Partilerle kimlikler arasındaki bu yakın ilişkiyi oy verme davranışlarında net olarak görüyoruz. Dini muhafazakârlar ve İslamcılar ağırlıkla AKP’ye, Kürtler HDP’ye, milliyetçiler İyi Parti ve MHP’ye, sekülerler ve Aleviler CHP’ye oy veriyor. Ama bunlar arasında bire bir ilişki olduğunu düşünmek çok yanlış. Örneğin, AKP’ye oy veren Kürtler ve sekülerler olduğu gibi CHP’ye oy veren muhafazakârlar da var. Hem de milyonla. Kaldı ki hangi partiye oy veriyor olursa olsun sert kutuplaşmalardan hoşnut olmayan, kendini ortada gören büyük bir seçmen kitlesi de var.

Esas sorun şurada görünüyor. Bir bütün olarak bakıldığında siyaset dünyası toplumsal bölünmeleri, yarılmaları, ayrışmaları yumuşatıcı olmaktan çok abartıcı, keskinleştirici rol oynuyor. Örneğin siyasi iktidar cephesi... Kendi ideolojik görüş, kimlik, değer ve yaşam biçimlerini hakim kılmak, üstün kılmak için büyük çaba sarf ediyor. İsteyerek olmasa da karşıtlarına yönelik ön yargıların, nefret duygularının, düşmanca tavırların artmasına yol açıyor. Örneğin CHP’yi yıpratmak amacıyla Cumhuriyet değerlerini ve kurumlarını kötüleyici, aşağılayıcı söylemler kullandıkça bu değerlere sıkı sıkıya bağlı on milyonlarca insanı üzüyor, incitiyor, yaralıyor.

Siyasi kutuplaşmanın bir başka yansıması parti tabanlarında karşıt partiye asla oy vermeyeceğini söyleyen seçmenlerin çok yüksek oranlarda olması. Örneğin CHP ve AKP arasında. Keza asla HDP’ye oy vermeyecek MHP ve AKP seçmenleri var. Bunun karşısında ise ile bu iki partiye asla oy vermeyeceğini söyleyen HDP seçmenleri…

Kutuplaşma sorununu genellikle kültür ve değerler açısından düşünüyoruz. Ama ekonomi ve çıkarlar da bir o kadar önemli. Zaten bunlar çoğu durumda iç içe geçiyor. Günümüzde siyasi iktidarın kutuplaştırmayı keskinleştirmesinin arkasında AKP sermayesinin, AKP döneminde büyük ekonomik ve toplumsal avantajlar elde etmiş kesimlerin baskısı var. Kamusal kaynaklardan dışlananlar ise yeniden erişim sağlamak için gözlerini muhalefete dikmiş durumda.

Son yıllarda AKP iktidarı bu gruplar arasındaki büyük küçük ihtilafları, husumetleri, gerilimleri hepsini içine alan tek bir eksen etrafında toplamaya çalışıyor. Cumhur İttifakı’nı kendini hakikati söyleyen, gerçek milleti temsil eden ve Türkiye’nin kendisi demek olan bir güç olarak takdim ediyor. Siyasette bölünmenin milli ve yerli güçler ile vatan hainleri arasında olduğunu iddia ediyor. Bu demokratik bir çoğulculuk anlayışını temelden reddetmek demek. Başkanlık anayasası iktidara dışlayıcı otoriterlik, muhalefete çoğulculuk, Türkiye’ye ise sertleşen kutuplaşma getirdi.

“AKP için kayıp, basit anlamda bir seçim kaybetme değil”

Koltuğunu kaybetmekten korkanlar neden çareyi kutuplaştırmada arıyor? Bundan nasıl bir fayda elde edebileceklerine inanıyorlar?

Her iktidar korkar. Ama otoriter popülist iktidarlarda bu korku hem daha fazla hem daha farklı. Nitekim tüm dünyayı şaşırtan bir süreç ABD’de de yaşandı. Yani en güçlü demokratik kurumlara sahip olduğu düşünülen ülkede. Trump seçim sonuçlarını kabul etmedi. Kongre basıldı. Venezuela’da Maduro kaybettiği seçimleri iptal etti. Ülkeyi iç savaşa sürükledi.

Trump destekçileri 6 Ocak 2021'de Kapitol Binası'nı basmıştı

Bugünlerde bu soru 20 yıldır ülkeyi yöneten AKP iktidarı için konuşuluyor. Cumhur İttifakı üç yıl önceki seçmen desteğini bir ölçüde kaybetmiş, kritik eşiğin altına düşmüş görünüyor. İktidar partisinin hareketlerinde, ne pahasına olursa olsun tutunma anlayışı göze çarpıyor. Verilebilecek birkaç örnek Seçim Kanunu’nu değiştirme, Meclis’te muhalefeti iyice susturma, sosyal medyayı düzenleme, ittifakları yeniden harmanlama...

Geçmişte siyasi partiler birbiri ardına gider sonra tekrar gelirdi. İktidar değişiklikleri olağan karşılanırdı. Ama AKP için kayıp basit anlamda bir seçim kaybetme değil. Çok boyutlu bir sorun. AKP 20 yılda devlet kurumlarını, yargıyı, bürokrasiyi önce nötralize etti, sonra büyük ölçüde kendine tabi kıldı. Devlette büyük bir kadro değişimi yaşandı. Devlet kadroları AKP’lileşti. Gelinen noktada yüzbinleri bulan bu kadrolar iktidarı kaybetmeyi elde ettikleri avantajlı konumları kaybetme olarak görüyor.

Diğer yandan kendi sermaye sınıfını yaratma AKP için çok önemli bir siyasi projeydi. Bu amaçla devletin kaynak dağıtma sistemi kayırmacılık, patronaj ilişkileri sistemi üzerine oturtuldu. Yönetimde şeffaflık anlayışı rafa kaldırıldı. Rant sağlayan ne varsa; kamuya ait kuruluşlar, tesisler, hazine arazileri, doğal varlıklar iktidar yakınlarına tahsis edildi. Sırtını devlete yaslayan bu sermaye sınıfı ile siyaset dünyası iç içe geçmiş durumda. Ortak çıkarlar söz konusu. Ne yapıp edip tutunma çabalarının önemli bir nedeni de bu rant düzeninin işleyişini sürdürme.

AKP iktidarı döneminde din görevlilerinin, din eğitimi veren öğretmenlerin, iktidar tarafından maddi olarak desteklenen dini vakıfların sayıları hızla arttı. Böylece oluşan din tabakası da edinilen bu itibarlı ve avantajlı konumun korunmasını büyük ölçüde AKP iktidarı ile kaim görüyor.

Kısacası geniş bir iktidar sınıfı için iktidarın kazanımları çok büyük oldu. Şimdi ise kaybetme korkusu bir o kadar büyük. AKP, siyaseti sıfır toplamlı bir oyun haline getirdi. Kazanan hepsini alır, kaybeden hepsini kaybeder. Yani başkanlık sistemi. Bu nedenle kaybetme korkusu büyük. Bu korku sürdükçe siyasi iktidarın otoriter rejimden geri adım atmasını, kutuplaştırma politikalarını yumuşatmasını beklemek gerçekçi olmaz

“Suriyeli göçü AKP’nin yanlış, mezhep eksenli dış politika anlayışından da kaynaklandı”

AKP’nin diğer sağ popülist iktidarlardan ayrıldığı yerler de var, mesela göç...

Evet. Diğer popülist partilerden farklı. AKP iktidarı milyonlarca Suriyeliye kucak açtı. Bu doğru. Ama Suriyeli göçü AKP’nin yanlış dış politika kararlarından, mezhep eksenli dış politika anlayışından da kaynaklandı. Şimdi benzer durum durumda olan Afganlar için aynı iktidar “Burası yol geçen hanı değildir” diyor. Bu farklılık AKP iktidarının Suriyeli göçünü insani olmaktan çok taktik ve stratejik hedeflerden dolayı kabul etmiş olabileceğini düşündürüyor

Gelişmiş ülkelere göçler birden olmadı. Zamana yayıldı. Oysa Türkiye birkaç yıl içerisinde 2-3 milyon Suriyeli göçmeni kabul ediverdi. Ayrıca Orta Asyalılar, Afrikalılar, Ermeniler, Gürcüler, Ukraynalılar ve farklı yerlerden gelenler de var. Suriye göçü bir bölgesel, uluslararası soruna dönüştü. Avrupa’ya karşı pazarlık kozu oldu. Can ve mal güvenliği kalmamış çok sayıda insan için asgari güvenlik koşullarının sağlanması insani açıdan kuşkusuz olumlu gelişme. Ama aynı zamanda göç Türkiye’yi devasa bir sosyal, ekonomik, siyasi ve kültürel sorunla karşı karşıya getirdi.

Toplumdan farklı tepkiler geliyor. İstihdama ortak olmaları, ücretleri aşağı çekmeleri, kamunun sosyal harcamalarından pay almaları, çalışan sınıfları, yaşam tarzı farklılıkları ve potansiyel AKP oyu olarak görülmeleri seküler kesimleri rahatsız ediyor. Göçün etnik boyutuna reaksiyon ise daha çok milliyetçi kesimden geliyor. Özellikle eğitimsiz ve işsiz Suriyeli gençlerin suç ve suç örgütlerine karışması endişesi var. Nitekim çok geçmeden ilk büyük olay patlak verdi. Ankara’da bir genç Suriyeli gençler tarafından öldürüldü. Bunun üzerine kalabalık bir grup Suriyelilerin evlerini bastı, dükkânlarını yerle bir etti.

Sorun çok yönlü. Bir milyona yakın göçmen tarım işçisi var. Merdiven altı atölyelerde çalışanların önemli bir bölümünü göçmenler… Kişisel hizmetler dediğimiz, temizlik, yaşlı/çocuk bakımı, garsonluk vb. işlerde de sık sık karşımıza çıkıyorlar. Yani büyük bir ucuz emek rezervi. Emek yoğun sanayiler ve tarım için büyük bir destek. Ama toplumsal katılım çok düşük düzeyde.

Avrupa 40 yıldır bu sorunla boğuşuyor. 21. Yüzyıl’ın en önemli iki üç sorunundan bir demiştik. Kolay ve geçici diye düşünülüyor ama kalıcı görünen çok karmaşık bir sorun. Bölgesel, stratejik, güvenlik, ekonomik, sosyal, siyasi, toplumsal, kültürel yönleri var. Suriye’de koşullar düzelince gitmeleri konuşuluyor. Ama birkaç yıl içinde kimse bu koşulların düzelmesini beklemiyor. “Kalıcılar” demek özellikle siyasi partiler için çok zor, çünkü toplum hazır değil. Çok meselede olduğu gibi siyasi partiler tartışmaya çekiniyor.

Göçmenler (Türkiye’de) ilk 10 yılı dolduruyor. Göçlerde 20 yıldan sonra dönüş oranı çok ama çok azalır. Kaldı ki Türkiye ile Suriye arasında gelir farkı çok yüksek. Burada asgari ücretin yarısı oradaki orta dereceli memur maaşından fazla. Durum şu. Çocukları iyi eğitim görmüyor. Gençlerin işsizliği çok yüksek. Suriyeliler gettolarda yaşıyor. Ayrışmış, kapalı, içe dönük bir yaşam. Tamamen farklı bir kimlik ve aidiyet. Yani suç, fuhuş, uyuşturucu, kavga, çatışma için her bakımdan uygun bir toplumsal zemin. Düşünmek zorundayız. Diyelim beş yıl Suriye’de koşullar değişmedi. Hatta olumsuz yönde gelişti. O zaman bugün aksini söyleyen çok kimse, “Keşke daha iyi eğitseydik, keşke yoksul bırakmasaydık, keşke daha çok katılmalarını sağlasaydık” diyecektir.

“Kutuplaşmanın tarafları eşit değil, yarışın koşulları aynı değil”

Peki bu kutuplaştırma yaklaşımı sadece iktidar ikilisine mi özgü?

AKP kendisinin milletin yegâne temsilcisi olduğunu söylüyor. Kendinden olmayanlar milletten sayılmıyor. Her türlü muhalefet devletin ve ülkenin varlığına tehdit olarak gösteriliyor. Baskı, dışlama ve düşmanlaştırmaya maruz kalan muhalefet, kutuplaştırmaya başka bir kutuplaştırma ekseni yaratarak karşılık veriyor. Siyasetin ana eksenini demokrasi ve otoriterlik ikilemi üzerine oturtmaya çalışıyor. Diğer bir deyişle iktidar ve muhalefet tarafından öne sürülen farklı kutuplaştırma ikilemleri söz konusu. Birisi için öncelik iktidarda kalma, diğeri için iktidara gelip kutuplaşmanın da önemli bir nedeni olan başkanlık sisteminden demokrasiye ve parlamenter sisteme dönme.

Kutuplaşmanın tarafları eşit değil. Yarışın koşulları aynı değil. İktidar her bakımdan büyük avantajlara sahip. Muhalefet devletin kaynaklarından, imkânlarından, maddi ve sembolik gücünden, karar alma süreçlerinden çok büyük ölçüde dışlanıyor. Muhalefet üzerinde yasaklar, kısıtlamalar, baskılar hatta şiddet uygulanıyor. İktidara yakın görülen suçlulara göz yumulurken, onlar korunurken suçsuz muhalifler cezalandırılıyor. Siyasi iktidar sözel, sembolik, fiziki yöntemlere başvurarak muhalefetin değerlerini, kimliğini, sembollerini aşağılıyor. Cumhuriyetin önde gelen kişileri, sembolleri, tarihi…. Muhalefet bölücülük ve vatan hainliği ile bir tutuluyor. Söz konusu söylem ve davranışlar karşı tarafta büyük bir incinme, derin bir yaralanma duygusu yaratıyor. Bu durum muhalefette büyük bir tepkinin, kızgınlığın, öfkenin oluşmasına yol açıyor. Sonuçta muhalefet de kutuplaşma çarkını döndüren bir unsur haline geliyor.

Burada çok önemli bir noktanın altını çizmekte yarar var. AKP iktidarı tarihi bir rövanş peşinde koşarken karşısında büyük ve öfkeli bir mağdurlar kütlesi yaratıyor. Öyle sanıyorum ki iktidar tarafı bu gelişmenin bir tarafını yeterince değerlendirmiyor. Bir veya birkaç partiyi karşıma alayım derken geniş toplum kesimlerini karşısına almış oluyor. Bir iktidar için kendisine oy vermeyen kendi halinde bir yüzde 50’yi, hatta 60’ı idare etmek pek zor olmayabilir. Ama onuru kırılmış, haksızlığa uğramış, incinmiş, öfkeli bir mağdurlar kitlesini yönetmek çok ama çok zor. Bu dışlanmış ve mağdurlaştırılmış büyük kütle iktidarın sözüne, kurumlarına, kadrolarına, icraatına hiç ama hiç güven duymuyor. Böyle bir kütleyi sopayla yola getirmek ya da parayla kendine çekmek mümkün değil. Türkiye’de yaşanan siyasi istikrarsızlığın, meşruiyet bunalımının, ekonomik sorunların çok önemli bir nedeni bu muhalefet yoğunlaşması. Bu ortam değişmeden muhalefetin kutuplaşma alanının dışına çıkmasını beklemek gerçekçi olmaz.

Son yıllarda siyasetteki yırtıcı dilin sokaklara yansıdığını görüyoruz. Buna örnek olarak Kılıçdaroğlu ve Halk TV’de Levent Gültekin’e yapılan saldırıları gösterebiliriz. Son olarak İyi Parti İstanbul İl Başkanı Buğra Kavuncu’ya da yine Halk TV binası önünde saldırıda bulunuldu. Bu yansıma kutuplaşmanın bir ürünü müdür?

Bunlara Meral Akşener’e yapılan saldırıları da ekleyelim. Muhalefet partilerine, muhalif yazar, düşünür ve gazetecilere yönelik saldırılar gerçekten sıklaştı. Hatta son saldırılardan birisi ölümle neticelendi. Şiddet kuşkusuz bireyler ve gruplar arası önyargıları, nefret duygularını ve birikmiş öfkeyi yansıtıyor. Şiddet olayları kendiliğinden ani patlamaların sonucu olabildiği gibi hesaplı, planlı, çalışılmış hedefe yönelik eylemler de olabilir. Bunlar siyasi ve ideolojik temelli gruplardan ya da onlarla iş birliği yapan oluşumlar tarafından gerçekleştiriliyor. Sosyal medyada saldırı ve öldürme tehditleri giderek yaygınlaştı. Bu tür mesajlar şiddetin olağan görülmesine yol açıyor. Çoğu durumda bir anlık taşkınlık gibi görülen kitlesel eylemlerin belli kimseler tarafından kışkırtıldığına tanık oluyoruz. Ve sonuçta eylemlerin faillerinin yeterince üzerlerine gidilmediğini hatta ceza görmediklerini görüyoruz.

Kanımca çok önemli bir konu şu. İktidar medyası tarafından CHP ve muhalefet Türkiye için bir güvenlik tehdidi olarak gösteriliyor. Vatanı, milleti bölmekle suçlanıyor. Teröre ortaklık yaptıkları, Türkiye’yi bölmek isteyen dış güçlerin ajanı gibi davrandıkları iddia ediliyor. Vatan haini olarak damgalanıyor. Böyle düşünen, olayları böyle gören, öfkeli, şiddete yatkın bir kişiyi bir an gözümüzün önüne getirelim. Karşısında bir vatan haini olduğunu düşünüyorsa içinden ne yapmak geçer? Bırakalım örgütlü saldırıları, sürekli kin ve düşmanlık aşılanan birçok insanın ders verme, öc alma, intikam duygusuyla yanıp tutuştuğuna her yerde tanık oluyoruz. Siyasi nedenlerle şiddete başvurma ne zaman olur? Genellikle karşı tarafın kendinden olmadığı, kendisinin düşmanı olarak görüldüğü zaman. Saldırıda bulundukları takdirde kollanacaklarını, hafif cezalarla atlatacaklarını, hatta ceza görmeyeceklerini düşündükleri zaman.

“Türkiye’de kutuplaşma yukarıdan aşağı, siyasetten tabana doğru da iniyor”

Toplumda bir büyük demokratik uzlaşma beklentisi de var. Oysa uzlaşma değil çatışma artıyor. Uzlaşma gerçekten mümkün mü?

Türkiye’de kutuplaşma yukarıdan aşağı, siyasetten tabana doğru da iniyor. Farklı cenahlarda düşünce ve davranışlarını kutuplaşma koşullarına göre oluşturan milyonlarca kişi var. Bunlar karşı tarafa yönelik güçlü olumsuz yargılar besleyen koyu taraftarlar. Kutuplaşmış kesimlerde kendi tarafının her söylediğini doğru ve haklı, karşı tarafınkini ise yanlış ve haksız görme eğilimi var. Kendi taraflarında kesinlikle kusur bulmak istemiyorlar. Kendi taraflarının ahlaken üstün, karşı tarafın ise zayıf olduğunu düşünüyorlar. İnsanların, ülkenin başına gelen her türlü olumsuzluktan karşı tarafı sorumlu tutuyorlar. Diğer yandan kutuplaşmadan daha az etkilenen milyonlarca kişi var. Özellikle bu kesim siyasi partilerin kutuplaşmayı yumuşatmasını bekliyor. Bu ne kadar mümkün?

Uzlaşma demokrasilerde olur. Yani dürüst seçimlerin, çoğulcu siyaset anlayışının, güçlü denge ve denetleme mekanizmalarının olduğu toplumlarda… Aslında her toplumda kişiler ve gruplar güç sahibi olmak için mücadele ederler. Kendi çıkarlarını korumak, kendi değerlerini savunmak, iktidarı elde etmek için yarışırlar. Ama sorun; yarışan grupların demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları gibi temel değerler ve kurumlar üzerinde uzlaşıp uzlaşmadıklarıdır. Uzlaşmanın ön koşulu ise çoğulcu bir siyaset ve toplum anlayışının kabullenilmesidir. Toplumda çıkarların, değerlerin, siyasi görüşlerin farklı olduğunun kabullenilmesidir. Bu ilkelerin tüm siyasi partiler tarafından benimsenmiş olması gerekir. Ama siyaseti kutuplaştırma ve çatışma üzerine oturtan partiler ve iktidarlar bu değerlerin ve anlayışın dışında hareket ederler. Özellikle popülist iktidarlar. Günümüzde Türkiye tam da bu sorunla karşı karşıya.

Bir de şu soru var. Siyasette ve toplumda çatışmayı tamamen olumsuz bir durum olarak mı görmeliyiz? Sosyolojide çatışma kuramları çok önemlidir. Bu kuramlarda çatışmanın olumlu yönlerine de dikkat çekilir. Toplumda değişimin ancak çatışmayla sağlanabileceği görüşü de savunulur. Örneğin baskı karşısında özgürlükleri ve demokrasiyi öne çıkartan bir siyasi bir çatışma. Nitekim Türkiye’de muhalefet siyasetin ana çatışma eksenini otoriterlik ve demokrasi kutuplaşması üzerine oturtmaya çalışıyor. Kısacası, sorun siyasette ve toplumda çatışma olup olmamasında değil. Çatışmanın temel değerler ve ilkeler etrafında oluşturulmuş bir demokratik uzlaşmanın sınırları içinde cereyan ediyor olup olmamasında.

Sözünü ettiğimiz kutuplaşmalar nasıl bir seyir izliyor? Yoğunlaşıyor mu? Yumuşuyor mu?

Göç ve kentleşme hem kutuplaşmanın hem de hoşgörü ve birlikte yaşamayı öğrenmenin kaynağı. Önce Amerika ve günümüzde Avrupa ve diğer ülkeler dünyanın dört bir tarafından göç alıyor. Üstelik bunlar ırk, dil, din, ulusal köken bakımından farklı gruplar. Artık göç ve ve bir arada yaşama, iklim değişikliği ile birlikte 21. Yüzyıl’ın en önemli sorunu.

Türkiye’de de sözünü ettiğimiz toplumsal kutuplaşma eksenleri kaybolmuyor. Kimi çatışma eksenleri yumuşuyor, kimileri içerik değiştiriyor, kimileri başkalarıyla birleşiyor. Örneğin merkez-çevre gibi Osmanlı mirası ya da kır-kent gibi yapısal kutuplaşmaların sönükleşmesi bir yana Türk-Kürt, Alevi-Sünni gibi mezhepsel ve etnik kutuplaşmaların da 30-40 yıl öncesine göre farklılaştığını, dönüştüğünü, yumuşadığını düşünüyorum.

“Kentin kendisi aslında büyük bir buluşma mekânı”

En önemli neden kuşkusuz eğitimden iletişime, konuttan artan uzmanlaşmaya birçok alanda yaşanan sosyal, ekonomik, kültürel değişim… Yetmiş yıldır büyük hızla devam eden kırdan kente göç son yıllarda önemli ölçüde hız kesti. Yıllar öncesinde yaptığım araştırmalarda kentte 20-25 yıl geçirmenin çok önemli bir eşik olduğunu, bu süre zarfından göçmen ailelerin büyük değişikliklere uğradığını görmüştüm. Bu bir kuşak demek. Kentte büyüyen çocuk genellikle büyüdüğü kentin insanı oluyor. Yetişkinlerin önemli bir bölümü ise işinde ilerliyor. Çoğu şu ya da bu şekilde bir konut sahibi oluyor. Ailede hiç değilse bir çocuk okuyor. Mahallede, çarşıda pazarda, otobüste, işinde çok farklı kimselerle tanışılıyor, yakınlıklar, dostluklar kuruluyor. Özellikle büyük çaplı işyerleri, fabrikalar, bürolarda iş arkadaşlıkları geliştiriliyor. Kanımca apartmanlaşma kendi başına önemli bir faktör. Genel eğilim farklı kökenden, meslekten, etnik ya da dini kimlikten kimselerin çok katlı apartmanlarda bir araya gelmeleri yönünde. Komşuluk, o olmazsa aşinalık, hiç olmazsa selamlaşma başlıyor; “falanmışlar ama bize ne iyi insanlar.” Meslek kuruluşları, spor kulüpleri, güzelleştirme dernekleri, mahalle camileri benzer bir rol oynuyor.

Kentin kendisi aslında büyük bir buluşma mekânı. Kamu alanları, meydanlar, parklar… Taciz olayları, saldırılar oluyor. Ama yüzbinler farklı insanlarla birlikte, yan yana yürüyor, konuşuyor. Göre göre en aşırı bulduğu insanlara, olaylara bile dönüp bakmamaya başlıyor. Şehir hayatı için kim kime dum duma denilmesi bundan. Bir bakıma hoşgörünün temeli de bu ilgisiz bakış açısı. Farklılıklarla her gün yüz yüze gelme, aşinalık, alışkanlık kazanma… Böylece kültürel farklılıklar bir yandan kanıksanıyor, diğer yandan aşınıyor, bir yandan yeni biçimler alıyor.

“Önyargılar kırıldıkça, ötekileştirilen gruplar kendilerini daha çok güvende hissediyor”

Göz ardı etmememiz gereken bir başka neden de grupların içinde sınıfsal farklılaşmaların artması. Laz, Kürt, Alevi, dindar, muhafazakâr, milliyetçi zenginler, politikacılar, bilim insanları, medya çalışanları, sanatçılar var. Yüksek öğretim gördükten sonra avukatlık, mühendislik, doktorluk, şirket yöneticiliği, öğretmenlik yapan milyonla ikinci kuşak orta sınıf çalışan var. Bu kesimler her kesimle ilişkiler ve kültürler arası köprüler kurma konusunda daha girişken oluyorlar. Giyim kuşam, yeme içme, hayat tarzları birbirine daha çok benziyor. Ayrışmış mahallelerde yaşayan etnik gruplar diğerlerinin karşısında komşu, iş arkadaşı, satış elemanı olarak çıkıyor. Önyargılar kırıldıkça, diğer gruplardan gelebilecek potansiyel tehditler azaldıkça ötekileştirilen gruplar kendilerini daha çok güvende hissediyor. Diğer gruba yönelik ilgi, merak ve empati kurma isteği artıyor. Dezavantajlı grupların deneyimleri ve algıları daha iyi anlaşılmaya başlanıyor.

KONDA’nın kutuplaşma konusunda yaptığı araştırma bu konuda önemli ipuçları veriyor. Farklı mezhep ve etnik gruplara mensup kimseler arasındaki evliliklere hoşgörü ile bakanlar kentleşmeyle, eğitim düzeyi yükseldikçe ve özellikle genç kuşakta yükseliyor. Bu özelliklere daha fazla sahip olan seküler kesimde, hoşgörü düzeyi daha yüksek. Tersine muhafazakâr kesimde ve özellikle koyu dindarlar arasında düşük. Bireysel özgürlük, yurttaşlık hakları ve kadın hakları gibi konularda CHP, HDP, Aleviler, gençler, kentliler, üniversite mezunları, modernler, daha duyarlı. Dindarlar ve AKP tersi. Buna karşılık “din elden gidiyor” korkusuna en az katılanlar gençler, modernler ve eğitimliler iken bu korku en yüksek düzeyde AKP seçmenleri arasında görülüyor.

Gruplar arası kutuplaşma ve çatışma ortadan kalkmış değil. Bunu söylemek doğru olmaz. Ama zaman geçtikçe kişiler ve giderek farklı gruplar birlikte yaşamayı daha çok öğreniyorlar.

Siyasi kutuplaşmaların yumuşaması konusunda sivil toplum ne ölçüde etkili olur?

Soruyu iki farkla süreç içinde ele almak gerekir. Birincisi, günümüzde, yani mevcut siyasi koşullar altında… Kutuplaşmanın yumuşamasını isteyen büyük bir toplum kesimi var. Siyasi partilerden bu yönde bir beklenti var. Sert söylemlerden kaçınmaları, birbirleriyle konuşmaları, bazı konularda uzlaşmaları arzulanıyor. Siyasette üslup, konuşma, diyalog elbet çok önemli. Ama Türkiye’de siyasi kutuplaşma liderlerin sert ya da yumuşak konuşmalarına bağlı bir konu olmaktan çoktan çıkmış görünüyor. Siyasette kutuplaşma çarkları kendi dinamikleriyle devinen bir mekanizmaya dönüştü. Günümüzde iktidarın başlıca tutunma stratejisi otoriterleşme, kutuplaştırma ve dışlama. Böyle bir siyasi ortamdan bir büyük demokratik uzlaşma çıkmasını beklemek gerçekçi değil.

Yumuşatma çabalarını Bir arada yaşama kültürünün gelişmesi olarak düşünebiliriz. Toplumda zaten bir yumuşama eğilimi var. Gruplar arası ilişkilerde farklı tarafların farklı ihtiyaçları ve beklentileri olabilir. Bunların arasındaki statü farklılıklarını göz önünde bulundurmak gerekir. Örneğin dezavantajlı gruplar ilişkilerin olumlu yanlarını görmeye daha az yatkındır. Ama olumlu ilişkilerin gelişmesi ilişkilerde dezavantajlı yönlerin daha az göze batmasını sağlar. Karşılıklı önyargıları zayıflatır. Diğer yandan farklı grupların kendilerini ortak amaçlara sahip bir üst kimliğe ait hissediyor olmaları kuşkusuz gruplar arası ilişkileri olumlu yönde etkiler. Sorun üst kimliğin nasıl tanımlandığıdır. Ne olursa olsun eşitsizliklerin ve farklı muamelenin olduğu gibi devam etmesi durumunda bu tür yakınlaşmalar sağlama sorunların çözümü olmaz.

Özerk kurumların bu sürece katkısı elbet olabilir. Sanatçılar ötekileştirilen gruplara yönelik duygudaşlık gelişmesi konusunda önemli rol oynayabilir. Sivil toplum kuruluşları farklı bireyleri ve grupları bir araya getiren daha çok sayıda ve daha çeşitli platformlar oluşturabilir. Bilim insanları, medya mensupları ortak sorunları, ortak değerleri, ortak duyguları daha çok öne çıkartabilir. Ama bakıyorsunuz Türkiye’de hukuk ihlallerinden yoksullukla mücadeleye, kadın cinayetlerinden iş kazalarına, yangınlardan sellere hemen her konu çok geçmeden siyasi kutuplaşma malzemesi oluyor. Kanımca önemli olan bu tür çabaları bir kenara itmeksizin demokrasiye dönüşü ve demokratik bir ortamda siyasi ve toplumsal kutuplaşmanın nasıl yumuşatılabileceğini düşünmek daha öncelikli.

Prof Sencer Ayata ile Türkiye ve Dünya, Toplum ve İnsan

 

Pandemi sonrası dünya | Prof. Sencer Ayata: Ufukta, gücünü bilimden alan uzman otoritesinin, siyasi otoritenin önüne geçeceği yeni bir aydınlanma görünüyor

Yoksulluk ve Eşitsizlik | Prof. Sencer Ayata: Sokak hareketlerinin ortak noktası eşitsizlik; kaynama noktası ise yoksulluk, dışlanma, ayrımcılık, ötekileştirme

Gençlik 1. parça | Prof. Sencer Ayata anlatıyor: Z kuşağı türdeş mi, ‘medya tekeli’ nasıl kırılıyor, Y kuşağından sonra Z kuşağı da AKP’den uzaklaşıyor mu?

Gençlik 2. parça | Prof. Sencer Ayata: Genç kesimde modernlik ve laiklik, dindarlık ve muhafazakârlığın önüne geçti; muhafazakâr alanda İslamcılık gerilerken milliyetçilik öne çıkıyor

İttifaklar 1. parça | Prof. Sencer Ayata anlatıyor: ‘Yeni anayasa’ manevrası ne sonuçlar üretebilir; partilerin ittifaklar içindeki durumları ne, CHP otoriterleşmeye karşı neden kritik bir önem taşıyor?

İttifaklar 2. parça | Prof. Sencer Ayata: Oy kaybı yaşayan MHP reformlar konusunda düşünüldüğünden esnek davranabilir; CHP ve İyi Parti seçmenleri arasında geleceği temsil eden ve hızlı büyüyen nüfus öne çıkıyor

Kutuplaşma 1. parça |Prof. Sencer Ayata: Muhafazakâr mahalle ile mahallenin çocukları arasında giderek belirginleşen bir fay hattı oluşuyor