25 Kasım 2015 16:16
Kadınların şiddet gördükleri erkekleri neden terk etmediği hep sorulur. Bu soruya yanıt veren Mor Çatı gönüllüsü, psikolog Feride Yıldırım Güneri, “Kadınlar ilişkilerinin değil, şiddetin bitmesini istiyorlar” dedi.
Son günlerde magazin sayfalarında sık sık şiddet haberleri okuyoruz. Kamuoyunda tanınan bu kadınların nasıl şiddet gördüklerini, şiddet gördükleri kişilerden ayrıldıklarını, dava açtıklarını, ardından da “şiddet yüzünden terk ettiği ve 'Bir daha asla bir araya gelmemiz mümkün değil' dediği kişiyle (bilmem kaçıncı kez) barıştıklarını” izliyoruz.
“Ünlü” olsun olmasın, kadınların şiddet gördükleri erkekleri neden terk etmediği hep sorgulanan bir konudur. Bu sorgulama çoğu zaman, şiddet gören kadının yargılanması ve "o da haketmiş" sözleriyle sonlanır. Bunun böyle olmaması gerektiğini bilsek de, kadınların neden terk etmediğini de bilmiyoruz.
Mor Çatı gönüllüsü, psikolog Feride Yıldırım Güneri bunun nedenlerini Bianet'ten Çiçek Tahaoğlu'na anlattı.
Güneri, cevabı ilk cümleden verdi: “Kadınlar ilişkilerinin değil, şiddetin bitmesini istiyorlar”. Ve önemli bir mesaj ekledi:
“Şiddet sizden kaynaklanmadığı için siz durduramazsınız. Durdurmaya çalışarak vakit harcamayın. Şiddet bir ilişkinin başında varsa, katlanarak devam eder. Ne kadar erken o ilişkiden çıkarsanız, ilişkiden çıkmak o kadar kolay olur.”
Güneri, şiddet uygulayan kişilerin manipülatif karakterlerine dikkat çekti ve şöyle bir örnek sundu:
"Şiddet uygulayan kişiler ne kadar iyi eğitimliyse, o kadar manipülatif olur. Örneğin sizin sevgiliniz size şiddet uygularsa, sizin onunla kalmanızı sağlamak için bu yaşadığınız olayın her gün yazdığınız, benimle röportaj yaptığınız olaylardan farklı olduğuna, gazetelerdeki gibi 'basit şiddet olayı' olmadığına, sizin özel ilişkinize dair bir şey olduğuna sizi inandırması lazım. 'Sen kadınsın, ben erkeğim, döverim' diyen birini birinci dakikada şutlarsınız ama 'Biz o kadar aşığız ki, bu farklı' ya da 'Bu kadar tutkulu bir aşkta şiddeti niye sınırlayalım' gibi söylemlerle sizin gitmenizi geciktirebilir, bunun karşısında entelektüel bir argüman geliştirmeniz gerekir. Şiddet uygulayan kişi, karşısındaki alıcıya göre senaryo üretiyor."
O söyleşinin tamamı şöyle:
En çok merak edilenden başlayalım, şiddet gören bir kadın, şiddet uygulayan partnerini neden terk etmiyor?
Kamuoyunun merak ettiği ve görmek istediği neden terk etmediği de değil, neden hemen terk etmediği. Ama kadınlar ilişkilerinin değil, şiddetin bitmesini istiyorlar. Bunun için de defalarca şans veriyorlar. Bu şansı neden verdiklerinin kolay bir cevabı yok çünkü şiddetin olduğu ilişkiler çok komplike.
Şiddet, ilişkinin başından beri kendini çok belli etmeden, daha kabul edilebilir gerekçelerle, bir sürü bahaneyle o ilişkinin içine giriyor. Yani yavaş yavaş vücudunuzu saran bir enfeksiyon gibi; bir sabah aniden çok büyük bir enfeksiyonla uyanmıyorsunuz, uzun yıllardır oraya yerini yapmaya başlayan bir birikim oluyor. Dolayısıyla ilişkinin içinden gelen ve daha önceki süreçlerin devamı oluyor ama dışarıya yansıdığı zaman görünen yüzü oluyor.
Yani en görünür ve en şiddetli boyuta ulaştığında kişi bir normalleştirme süreci mi yaşamış oluyor?
Normalleştirme değil ama şiddet dinamikleri derinleşmiş oluyor, ilişkinin içine kancasını atmış oluyor. Ne şiddet? Ne değil? Kim haklı? Kim haksız? Niye böyle bir şey oldu? İlişkinin içinde tüm bunlar daha az net olmaya başlıyor. Şiddetin onlardan veya ilişkiden kaynaklanan bir sorun olduğunu, dolayısıyla kendilerini ya da ilişkinin bazı açılarını değiştirirlerse, şiddeti de durdurabileceklerine inanıyorlar.
Kadınlar neden kalıyor, sorusunun çok katmanlı cevapları var. Ekonomik açıdan, sosyolojik açıdan, kişisel açıdan bakabiliriz ama en önemlisi şiddetin döngüsünü anlamak, şiddetin nasıl bu kadar uzun sürdüğünü de anlamanın anahtarı aslında.
Şunu belirtmek gerekiyor, şiddet bir davranış biçimi değil, bir düşünce biçimi. Davranışları nispeten daha kolay değiştirebilirsiniz ama düşünce biçimlerini değiştirmek çok zor. Şiddet sadece ve sadece şiddeti uygulayan kişi karar verirse ve bunun üzerine çalışırsa durdurulabilir. Şiddete uğrayan kişi kendini o şiddet ilişkisinden uzaklaştırarak kendini korumak için bir şeyler yapabilir ama şiddeti durduramaz.
Şiddeti uygulayan kişi olayın sorumluluğunu hep şiddet uygulayan kişiye atar: “Senin yüzünden ben böyleyim”, “Sen beni ne hale getirdin?”, “Sen beni insanlıktan çıkarttın”, “Sen beni kadına vuran bir adam haline getirdin”. Bunu satmaya çalışır ve buna inanır. Doğru stratejilerle yaklaştıysa da, şiddete uygulayan kişi bunu alır. “Ben adamı delirttiğime göre, ben adamı delirtmemeyi de başarabilirim” üzerinden tekrar şans verir.
Peki nedir şiddetin döngüsü?
Her ilişki için geçerli değil ama genellikle üç aşamadan oluşur:
* İlk aşama, gerginliğin tırmanması. Bu, fırtına öncesi sessizlik dönemi gibi. Her iki taraf da gerginliğin farkında.
* İkinci aşama, şiddetin yaşanması. Fiziksel, duygusal ya da cinsel şiddet olabilir. Kadının bunu durdurmak için yapabileceği hiçbir şey yok. Sadece kendini ve varsa çocuklarını koruyabilir.
* Üçüncü aşama, balayı aşaması. Fırtına öncesi sessizlik bitmiş, fırtınayla tüm enerji açığa çıkmış oluyor sonra bir sakinleşme, durulma dönemi geliyor. İşte bu dönemde şiddet uygulayan kişi, şiddet uyguladığı kişinin kalması için inanılmaz bir çaba sarf ediyor. O asan kesen, vuran, kıran, bağıran adam gidiyor, bunun yerine af dileyen, değişme sözleri veren, hediyeler alan, ağlayan, ayaklarına kapanan, bazen intihar teşebbüsleri ya da tehditlerinde bulunan, kadını geri kazanmak için yapabileceği her şeyi yapan bir adam kadını ikna etmeye çalışıyor. Kadınlar da ilişkinin devam etmesini istedikleri için bunlara inanıyorlar. Çünkü bakıyorlar ki karşılarında gerçekten yaptığından pişman ve değişme sözü veren bir adam var. Ama kabul ettiklerinde şiddeti ödüllendirmiş oluyorlar.
Bu sözler samimi mi?
Söylenirken samimi olabilir. Şiddet uygulayan kişi gerçekten bir daha yapmayacağını düşünebilir. Ama bu biraz da çok içilen bir gecenin sabahında “Bir daha elimi sürmeyeceğim” demek gibi. Ya da her pazartesi yeniden rejime başlamak gibi. İçini doldurmazsanız ve bu konuda çalışmazsanız sonucu gelmeyen bir değişim söz oluyor.
Bu noktada kadınlar için önemli bir anahtar, söz verirken olayın sorumluluğunu üstlenip üstlenmediğine bakmak olabilir. Çünkü şiddet uygulayanların önemli kişilik özelliklerinden biri, olayların sorumluluğunu üstlenmemektir. “Bunun sebebi ben değilim, sensin. Sen bana yaptırdın. Sen çok üstüme geldin ben de çileden çıktım” gibi sözlerle sürekli bir mağduriyet anlatıyorlar.
Sizce affetme noktasında, kıskançlığın sevgi göstergesi sanılmasıyla da alakası var mı?
Tabii. Kıskançlık en başta sevgi olarak sunulan bir şey. Kadınların da bundan gururları okşanıyor. Kıskançlık olağan bir durum, belki her ilişkide vardır ama sağlıklı bir dozda vardır. Belki içten içe kıskanırsınız ama kıskançlık kısıtlamalara ve şiddete yol açmaz. Yani o kişinin davranışlarını, gittiği yerleri, geçmiş ilişkileri kısıtlamaz ve sorgulamazsınız.
Kısıtlamalara yol açtığında ve hayali olduğunda, bu patolojik bir kıskançlık oluyor ve şiddetle çok bağlantılı bir durum. Kadın cinayetlerinde de gerçek ve hayali kıskançlıklar arasında büyük bağlantılar var.
Şiddet uygulayanın psikolojisinden de bahsedebilir misiniz?
Şiddet suçlu hissettirme ve hissettirerek kontrol etme denklemi üzerinden yürür. Şiddet uygulayan kişi suçlu hissettirme konusunda ustadır ve manipülatif bir kişidir. Kendine güveni son derece yetersizdir. Başkalarının pohpohlamasından beslenir. Pohpohlanmadığı sürede de kendisini yetersiz hisseder, bu yetersizliği kapatmak için şiddet uygular ve kendini güçlü hisseder.
Hepimizin hayatında zayıf noktaları vardır. Şiddet uygulayan kişi bu zayıflıkları bilir ve o suçluluk düğmelerine basarak da karşısındaki manipüle eder. Şiddet uygulayan kişiler, genellikle şiddet uyguladıkları kadına bağımlı olurlar ve gitmesini hiç istemezler. Kadın cinayetlerinin çoğu da ayrılma öncesi, ayrılık ve ayrılma sonrasında oluyor.
Tabii her şiddet uygulayan cinayet işlemiyor ama tacizlerini ve şiddeti çok uzun süre devam ettiriyor. Kadınlar kendi tacizcilerinin ve şiddet uygulayıcılarının en iyi ustası oluyorlar aslında. Onlar biliyorlar kim cinayet işleyebilir, kim işlemez. Ben bunu başvuran kadınlara soruyorum ve verdikleri cevaba inanıyorum.
Kadınların kalmasında en büyük etken, şiddet uygulayanın ikna süreci mi oluyor yani?
Bence, sizin sorduğunuz ünlü isimler için bu. Daha geniş baktığımızda en başta ekonomik koşullar var. Gideceksin ama nereye, nasıl gideceksin? Bir de çocuklar varsa daha zor. Bunlar reel zorluklar. Şu andaki sosyal politikalar, kadının tek başına hayat kurmasını desteklemiyor. Barıştırıp, öpüştürüp, kadınları eve geri gönderme üzerine kurulu politikalar var. Toplumsal olarak da ilişkinin sorumluluğu kadına atfediliyor. Şiddetin olduğu bir aileden geldiğiniz zaman, şiddet görmeyi kabul etmeye çok daha yakın olabiliyorsunuz.
Ama en önemlisi, şiddet uygulayıcısının ilişkinin başından beri sizi heykel gibi yontması. Baştan zaten yontamayacağına bulaşmıyor. Bulaştığında da, farelerin kulakları üfleyerek hissettirmeden yemesi gibi, minik minik yontuyor. Bunları belki planlı yapmıyor ama böyle öğrenmiş, böyle yapıyor. Siz de fark etmeden düşüyorsunuz çünkü ilişki iyi olduğunda sizi göklerde, kötü olduğunda cehennemin dibinde hissettiriyor. Yani siyah ve beyaz. Aradaki griler yok.
Bunlara ek olarak Stockholm Sendromu dediğimiz şey de var. Yapabileceği en kötü şeyleri bildiğiniz için, bunu yapmadığında minnet duyuyorsunuz. “Vurabilirdi ama vurmadı. Demek ki bana değer veriyor” gibi travmatik bağlanmayla çok bağlantılı olabiliyor.
Magazin sayfalarında okuduğumuz şiddet ilişkilerinde de böyle mi oluyor?
Bu ilişkilerde de mutlaka vardır. Kadını izole etmek, görüştüğü kişilerle arasını bozmak, denetlemek…
“Sen benim her şeyimsin” söylemleri, sürekli beraber olmak, bunlar ilk başta gurur okşayıcı geliyor ama bir süre sonra bakıyorsunuz, siz de o kişiyle beraber etrafınızdaki herkese yalan söylemişsiniz, pembe bir ilişki yansıtmışsınız, şimdi şiddete uğruyorsunuz ve dönüp de “Aslında doğru söylüyormuşsun, bu işte bir terslik varmış” diyebileceğiniz kimse kalmamış. Bunu söylemek gururunuzu da zorluyor.
Yalnızlaştığınızda size yeni bir gerçek dayatmaya başlıyor. Bunu da etrafınızda tartışacak kimse kalmadığında, bir süre sonra buna inanmaya, kabul etmeye başlıyorsunuz.
Bazı kadınlar ayrılığın ilk adımını atıyor. Bu sırada bu kadının ne kadar güçlü ve kendine yeten bir kadın olduğuna dair magazin haberleri de çıkıyor. Ama birkaç ay sonra “dava açtığı kişiyle barıştı” haberleri, mutluluk pozları görüyoruz. Bu şiddet döngüsündeki sürece mi denk düşünüyor?
Bu adım kararlı da olabilir, gözdağı vermek için atılmış bir adım da olabilir. Burada “balayı aşaması” devreye giriyor. Buna ne zaman karşı koyabiliyorsunuz? Bakıyorsunuz bu beşinci davayı geri çekişiniz, o zaman anlıyorsunuz. Ona karşı koymak için ancak şiddeti çok iyi bilmeniz ve belirtileri yakalamış olmanız lazım.
Ayrıca dava açmak illa bir karar vermiş olmayı gerektirmiyor, öfkeyle de dava açabilir. Davayı açtıktan sonraki süreçte kadın “belki ben de hata yaptım, o da çok üzüldü” gibi kendini suçlu hissederek vazgeçebilir.
Peki sizce bu konuda bilinçli, tüm bu bilgilere sahip bir insan da böyle bir ilişkiye girdiğinde tüm bu ikna süreçlerinden etkilenip, sistematik şiddet gördüğü bir noktaya gelir mi? Misal feminist bir aktivist?
Düşebilir. Kendi açımdan, ben şu an evliyim ve böyle bir ilişkiye girme durumum yok ama, katiyen ben böyle bir ilişkiye düşmem ve düşersem çıkarım, diye iddia edemem. Bu yüzden kadınların o noktada yargılanması doğru değil. Tabii bu konuyu bildiğiniz zaman belirtileri daha erken görebilirsiniz ama çok iddialı konuşmak mümkün değil.
Kadın gitmeye nasıl karar veriyor o zaman?
Her kadının bir son noktası oluyor. Şiddetin aşamalarının ne kadar manipülatif olduğunu gördüğünde, çocuklarına zarar verdiğini hissettiğinde, çocuğun da şiddet uygulayıcısına benzediğini gördüğü zaman ya da bir şekilde kabul edemeyeceği bir sınırı aştığında kadın ayrılmayı seçebiliyor.
© Tüm hakları saklıdır.