Kültür-Sanat

Fatih Akın: Gezi'de işlenen suçların hesabı mutlaka sorulacak

Yönetmen Fatih Akın, 'İnsanları hapse atsanız da gaza boğsanız da fark etmez. Beyinlerdeki, zihinlerindeki fikirleri değiştiremezsiniz' dedi

06 Aralık 2014 09:38

Son filmi “The Cut” ile gündeme gelen yönetmen Fatih Akın, Türkiye hakkında “İnsanları hapse atsanız da gaza boğsanız da fark etmez. Beyinlerdeki, zihinlerindeki fikirleri değiştiremezsiniz. Millet yorulup dışarı çıkmasa da o fikirler hâlâ kafalarda. Biliyorum ki o fikirleri taşıyan çok sayıda insan var bu topraklarda. Bu da beni rahatlatıyor, umut veriyor. Gezi sırasında işlenen suçların hesabı da mutlaka sorulacak” dedi.

Hürriyet gazetesinden Uğur Vardan’ın sorularını yanıtlayan Fatih Akın filmine gelen eleştiriler ve destekler, sinema, siyaset ve futbol üzerine konuştu. Vardan’ın “Fatih Akın: Çok şımartılmıştım, şimdi yumruk yiyorum!” başlığıyla yayımlanan (6 Aralık 2014) söyleşisi şöyle:

 

Fatih Akın: Çok şımartılmıştım, şimdi yumruk yiyorum!

 

Fatih Akın son çalışması ‘Kesik’te kendi deyimiyle ‘Ermeni soykırımı’nı fonunda kullanan bir ‘western’e imza attı. Film, yönetmenin kariyerindeki en çok eleştirilen yapım oldu. ‘Beni anlamadılar’ diyen Akın’la ‘Kesik’i, tarihsel meseleleri, Osmanlı’nın son büyük günahı olan ‘1915 olayları’nı, Cumhuriyet’in benzer günahlarını, Gezi’yi, Türkiye’nin gidişatını, Nuri Bilgi sinemasını konuştuk.

 

Böyle bir konuya el atma fikri, böyle bir film yapma düşüncesi nerden doğdu?

Her zaman bir western yapmak isterdim. Küçüklüğümden beri çok sevdiğim bir tür.

 

Ama film, ilk aşamada western olarak ele alınmıyor.

Ama ben western olarak ele alıyorum! Martin Scorsese de öyle alıyor mesela.

 

Tamam western, kabul... O halde bu türde bir filmin içine ‘Ermeni meselesi’ni, katmak nerden çıktı?

 ‘Ermeni soykırımı’...

 

Genelin aksine ‘Soykırım’ ifadesini kullanıyorsun yani.

Evet, kullanıyorum... ‘Soykırım’a ilişkin fikirler, düşünceler ilk kez 17-18 yaşlarında kafamı kurcalamaya başladı. Çevremde bu konuda bir hassasiyet, bir çekince olduğunu ilk kez o zaman fark ettim. Bu da ilgimi çekti, bende merak uyandırdı. Akabinde bu konuda kendimi aydınlatmaya ve neler olduğunu anlamaya çalıştım. Bütün dünyada her hafta 45-50 yeni film vizyona giriyor. Bütün bu toplam içinde bir yönetmen olarak sinemamda farklı şeylerin peşinde koşuyor, farklı şeyler anlatmaya çabalıyorum. Bu konu da seyirciler ve benim için farklıydı diye düşünüyorum.

 

Filmin siyasi anlamı var mı?

Var elbette. Ama bu politik bir söylemi, ideolojik bir duruşu, bir hareketi aktarmak anlamında değil tabii ki. Asıl derdim fikir özgürlüğü. Sen hani sordun ya, “Soykırım mı diyorsun?” diye. İşte benim için fikir özgürlüğünün tarifi burada başlıyor. Ben ‘Soykırım’ diyorum, karşımdaki demeyebilir. Ama bunu söyleme hakkımı benden alamaz. Derdimizi vurmadan, kırmadan, dökmeden öldürmeden anlatmalıyız. Bütün bu alanlar için gerekli bir çerçeve fikir özgürlüğü ve filmimin politik duruşu da işte bu fikir özgürlüğü içinde beliriyor.

 

Bir söyleşinde “Film dolayısıyla çok şey öğrendim” demişsin. Neler öğrendin, ne türden gerçeklere ulaştın?

Yaklaşık yedi yıl bu projeyle uğraştım. Konuya ilişkin bol bol kitap okudum, araştırma yaptım, Erivan’a gittim, insanlarla konuştum. Şu türden eleştiriler duydum: “Film tek taraflı.” Bu futbol maçı değil ki, ben taraftar değilim ki. Bir yeri tutmuyorum, tarafsız bakarak gerçeği arıyorum. Gerçeğin yanındayım. Soykırım nasıl oldu, neden oldu, neler yaşandı da bu karanlık kuvvetler dışarı çıktı? Bütün bunların peşinde sürüklenirken şunu da fark ettim: Bugünkü Ortadoğu’nun Kobane’si, Suriye’sinin, tarihten kalan ve çözülmemiş birtakım sorunlar eşliğinde sınırları çizilmiş ve onlar haritalardaki yerlerini almış. Geçmiş yüzyıl başı Avrupa’da da böyle sorunlar yaşandı. Ama bu konudaki hesaplaşmalarını yaptılar, meselelerle yüzleştiler.

 

Sen biraz da bizim bu hesaplaşmayı yapmadığımız fikriyle yola çıktın yani…

Evet. Eksik bir şeyler var. Ama bu eksiklik sadece bizde değil, Ortadoğu coğrafyasının genelinde bu var. Fakat bu yüzleşme ekonomik güçle, gelişmişlikle de ilgili kuşkusuz.

 

Ya vicdan ve de dürüstlük?..

Ben ona inanmıyorum, Batı’dakilerin daha vicdanlı olduğu kanısında değilim.

 

Kastım senin vicdanındı. Bugüne kadar bu konuyu Atom Egoyan ve biraz da Taviani kardeşler el attı. Bu taraftan birinin de konuyla hesaplaşması biraz da vicdanla ilgili değil mi? Artık bizden biri de konuya el attı denecek muhtemelen.

Evet, biri çıktı o da ben oldum! Vicdan elbet bir motivasyon. Ama işin içine vicdan karışınca Batı’da bütün bu meseleler siyasi bir anlama dönüşüyor.

 

Dilin İngilizce olmasına taktılar

 

Kimileri bu konuda “Soykırım yoktur, zaten dökülen bir imparatorluk can derdindeyken nasıl soykırım yapsın?” derler. Sen yaptığın araştırmaların ardından nasıl bir fikre ulaştın?

Aslında filmin başında ‘Star Wars’ benzeri çıkan kısmın küçük bir özeti var ama... Evet, imparatorluk çöküyor, çok kısa bir zaman diliminde çok büyük topraklar kaybediyorlar. Balkanlar, Kafkaslar kaybediliyor. İçeriye, Anadolu’ya doğru bir çekilme başlıyor. Bu, yerlerinden olanlar için elbette ki büyük bir travma yaratıyor. Yaşadıkları travma nefrete ve şiddete dönüşüyor. Enver, Talat, Cemal paşalar bu travmayı başka noktalara, yerlere kanalize ediyorlar. “Anadolu artık eldeki tek yer, onu da içimizdekilere kaptırmayalım” fikri baş gösteriyor. Yunanların zaten bir ülkesi var ki onlarla daha sonra ‘Mübadele’ vasıtasıyla hesap görülüyor. “Ermeniler yarın bir gün çıkar, başımıza iş açarlar” diye düşünülüyor. Hele de bir arkalarına Rusya, Fransa gibi ülkeleri alırlarsa” korkusu da var. Böylece soykırımın gerekçesi şekilleniyor.

 

Ya Kürtler?

Onlar Müslüman, bizden diye düşünülüyor. Üstelik aralarında Osmanlıya karşı olanlar olduğu gibi yakın olanlar da var. Üstelik tehlike yaratmayacak azınlıktaydılar…

 

Önce Venedik Film Festivali, sonra da vizyona girdiğinde Almanya... Sanırım ilk kez bir filmin bu kadar eleştiri yağmuruna tutuldu. Ne diyorsun bu duruma?

Evet, hep el üstünde tutuluyordum, çok şımartılmıştım! Ama bu, bu işin bir parçası... Boks gibi bir şey, yeniyorsun yeniliyorsun, yumruk atıyorsun yumruk yiyorsun. Rocky’de vardı ya hani, “Önemli olan yediğin yumruğun sertliği değil tekrar ayağa kalkma çaban” türü yaklaşımlar. Biraz böyle bir durum yaşadım.

 

Eleştirilerin haklı olduğunu düşünüyor musun, yoksa “Beni anlamadılar” mı diyorsun?

“Beni anlamadılar” durumu var tabii ki. Ama asıl ‘Dil meselesi’ne takmaları tuhafıma gitti. Venedik’teki eleştiriler ‘Ermeniler niye İngilizce konuşuyor’la başladı ve herkes o kapıdan ilerledi. Sanki ilk defa böyle bir durum oluyor. Sinema değişti de benim mi haberim yok? Yakın dönem önce mesela Polanski ‘Piyanist’te Polonyalıları İngilizce konuşturdu, Peter Weir’ın filmi ‘The Way Back’te (‘Özgürlük Yolu’) böyle bir durum vardı. Hollandalı Anton Corbijn’in yönettiği ‘A Most Wanted Man’de (‘İnsan Avı’) Philip Seymour Hoffman Alman karakteri İngilizce oynuyordu. O filmlere bu türden eleştiriler gelmemişti, burada bir gariplik var.

Bir de şöyle bir düşüncem var: Bana biraz süre tanıyın, belli bir zaman sonra filmime bir daha bakayım, neyi doğru neyi yanlış yapmışım, daha iyi görebilir ve size söyleyebilirim. Ama ben ‘The Cut’ın kuvvetli bir film olduğunu düşünüyorum. Çünkü dürüst bir film... Film dürüstse ne olursa olsun bir enerjisi vardır.

Mesela en son ‘Interstellar’a gittim. Nolan’ı severim, film hakkında yazıları okuyunca heyecanla salonun yolunu tuttum. Ama sonra baktım ki çok kötü bir film. Hem de bayağı bir kötü. ‘Contact’ mesela ‘Interstellar’dan iyiydi, ‘Gravity’ iyiydi, ‘2001’ gelince zaten ona laf yok.

 

Allah Allah, ben bir hayli beğendim. Geçen hafta Yavuz Turgul’a bir söyleşi yapmıştım, kendi aramızda konuşurken Yavuz abi de çok beğendiğini söyledi.

Yapma ya, Yavuz abi de mi beğenmiş? Bana ayrıca gereksiz uzun geldi. Nolan’ın önceki filmlerini çok severim, ‘The Dark Knight’ mesela çok iyiydi, ‘Memento’ da öyle. ‘Inception’ bile fena değildi ama ‘Interstellar’ olmamış.

 

‘Şimdiki gençler tarihi okumuyor bilmiyorlar, her şeyi sinemadan öğreniyorlar’ türü bir saptama vardır ya, ondan olmasın?

Olabilir tabii ki.

 

Almanya’da filme gençler ilgi gösterdi

 

The Cut’ı Almanya’daki seyirci nasıl buldu?

Birtakım seyirci çok beğeniyor, birtakım da beğenmiyor. Asıl Türkiye’de nasıl bulunacak, onu merak ediyorum tabii ki. Özellikle gençlerden umutluyum. Almanya’da daha çok 18-22 yaş kitlesinin ilgisini çekti, beğenisini topladı.

 

Filmin ilk bölümünde bir tecavüz sahnesi var. Böyle bir sahneye gerek var mıydı? Ya da neyi simgeliyordu?

Bu sahne, “Birileri birilerine tecavüz ediyor ama jandarmalar, yani devlet araya girmiyor, seyrediyor” türünden bir simgeselliğe sahipti. Soykırımdan bahsederken böyle simgesel bölümler kullandım. Etnik gruplar arasında problem yaşanırken bizimkiler araya girmiyordu, ezenlere ezme hakkını verdiler; tecavüz edebilirsin, öldürebilirsin serbestliği tanındı.

 

Ailen beğenmiş galiba filmi…

Evet, bir de izlerken ilginç muhabbetler yapıyorlardı. Mesela Bartu’nun canlandırdığı Mehmet karakteri, Nazar’ı kurtarmak için geri döndüğünde annem, “Niye geri dönüyor ki?” diye sordu, babam da “Merhametli de ondan” dedi.

 

Peki asker kaçaklarına sempatin nereden geliyor?

Pasifistim de ondan... Ama bir tarihsel gerçek var: Osmanlı İmparatorluğu’nun o döneminde asker kaçaklarının sayısı o kadar çoktu ki.

 

Nazar’ın Amerika’da ‘Yahudi’ sanılmasının anlamı var mı?

Yok o dönemde Yahudiler tekstille ilgilendiği için öyle düşünmüş olabilirler mantığında yazdım o sahneyi. Ama kadının Kızılderili olmasında elbette simgesel bir durum var; o da bir soykırım kurbanı... Aslında bu noktada Roman Polanski’nin ‘Piyanist’i üzerinden bir şeyi hatırlatmak isterim. Mesela o filmde de Nazilerin neden ve niçin soykırım yaptıkları açıklanmaz. Biz filmin karşısına ön- kabullerle otururuz.

 

Çünkü zaten bu konuda filmdi, diziydi derken o kadar çok şey izlemişizdir ki meseleyi biliriz. Ama ‘Ermeni meselesi’ konusu bomboş bir alan. Belki de kimilerinde film bunun için hayal kırıklığı yaratıyor.

Ben de meseleyi oraya getirecektim... Hazırlık aşamasında beş-altı sene neredeyse soykırımla yattım, soykırımla kalktım. Belki de benim bildiklerimi herkes biliyor hissine kapıldım. Eğer bir eksiklik varsa bundan da kaynaklanıyor olabilir. Bir de ‘Soykırım algısı’ konusu var. Mesela Nazi soykırımına ait resimler belleklere yerleşmiştir. Auschwitz-Birkenau, Dachau gibi kamplardan görüntüler vardır. Bütün bunlar ‘Nazi soykırımı’ dendiğinde zihinleri aynı kadrajlarda buluşturur. Ama her soykırım aynı değildir: Ruanda’daki farklıdır, Endonezya’daki farklıdır. Kızılderililere yapılan farklıdır... ‘Ermeni soykırımı’ da çok çok farklıdır. Dolayısıyla bu türden eksiklikleri bana yüklüyor ve filmi bu mantıkla da eleştiriyor olabilirler. Ama ben buna da razıyım. Çünkü bu benim için yeni bir hayat dersi. Meseleye biraz da böyle bakıyorum.

 

‘Diaspora Ermenileri’yle olan görüşmelerinde ilginç şeyler yaşadın mı?

“Sen nerelisin” diye sorup “Türküm” cevabını aldıklarında “Ama Hıristiyansın değil mi?” diyorlardı. “Hayır, değilim” dediğimde de beni kötü olarak görüyorlardı. Bu da bir tür ırkçılık tabii ki... Sonra zamanla bana tıpkı o dönem Ermenileri kurtaran, filmdeki Mehmet karakteri gibi bakmaya başlıyorlardı. Bir millet tek tip insandan oluşmaz ki, her zaman iyiler ve kötüler vardır.

 

‘Ermeni soykırımı’ Osmanlı’nın son büyük günahlarındandı. Cumhuriyet’in günahlarına Dersim’e, Sivas’a, Roboski’ye gelirsek onlar hakkında senden ileride filmler bekleyebilir miyiz?

Valla ben ‘The Cut’ için dersimi çok çalıştım. Bahsettiğin günahlar hakkında derinlemesine bilgi sahibi değilim. Ama iyi hikâyeler olursa oturur dersime çalışır ve çekebilirim tabii ki.

 

Günümüz sinemasını izliyor musun?

 ‘Interstellar’a gittim ya… Şaka şaka, tabii ki izlemeye çalışıyorum. Cannes’da yarışan filmler yavaş yavaş Almanya’da gösterime girmeye başladı. ‘Dardenne Kardeşler’in filmini (İki Gece Bir Gündüz’), Dolan’ın ‘Mommy’sini izledim. Yakında ‘Kış Uykusu’ gelecek, onu da izleyeceğim.

 

Ya ‘Bizim çocuklar’ın filmleri?..

Fırsat olduğumda izliyorum. Mesela ‘Sivas’ı seyrettim, beğendim. Son dönemde Seren Yüce’nin ‘Çoğunluk’u da beğenmiştim.

 

Klasik sorumu sorayım o halde, Nuri Bilge sineması için neler söylersin?

Söylediğim gibi ‘Kış Uykusu’nu henüz izlemedim ama diğer filmlerini seyrettim. Kendi dilini yarattı bir kere. Sanatçı olarak bu çok önemli bir şey, her sanatçı bunun için uğraşır. Ben aslında tam da bu tür anlayışın ters yönündeyim. Bir dilim, bir stilim. Bir tarzım olmasın, her seferinde daha farklı şeyler yapayım istiyorum. Soderbergh gibi mesela. Onun filmlerini ve arayışlarını seviyorum. ‘Kafka’yı da çekiyor.’Out of Sight’ı da ‘Ocean Eleven’s’ serisini de…

 

Sonraki filmin ne olacak?

Çok proje var aslında ama hangisini çekeceğime karar vermedim. Hollywood’da çalışmayı çok istiyorum, aslında teklif de geliyor. Bir yapımcı, Amin Maalouf’un ‘Işık Bahçeleri’ adlı romanından yapılacak bir uyarlama için beni düşündüklerini söyledi. “Film de olabilir, dizi de” dedi. Bu arada hakkında konuştuğumuz Corbijn’in çektiği Philip Seymour Hoffman’lı ‘A Most Wanted Man’i önce bana teklif ettiler ama baktım konusu Çeçenler, İslamcı teröristler gibi meselelere de uğruyor, zaten ‘The Cut’la uğraşıyorum, reddettim. İlginçtir, oradaki Çeçen terörist rolünü de ‘The Cut’taki Nazar’a, Tahar Rahim’e teklif etmişler. O zaman tanışmıyorduk, sonradan Tahar’ın da rolü reddettiğini öğrendim.

 

Sinema tarihinden kimler için “Keşke hayatta olsalar ve bir filmimde oynasalar” derdin?

Marlon Brando ve Marilyn Monroe…

 

Hayattakilerden…

Nurgül’le (Yeşilçay) yeniden çalışmak isterim ama ona uygun bu aralar doğru dürüst bir projem yok.

 

Yeni dizisi başladı, oraya dahil ol!

Olur… Kirsten Dunst’la da çalışmak isterim ama Nurgül’le arası pek iyi değil. Angelina Jolie’yle de olurdu. Güzel kadınlarla kim çalışmak istemez? Gerçi Angelina artık oyunculuk yapmayacak, yönetmenliğe yoğunlaşacakmış. O fırsatı kaçırdık anladığım kadarıyla…

 

‘Hrant’ı oynamama meselesi’ herkesi kapsamıyordu

 

Daha önce Agos’a verdiğin söyleşide “Hiçbir Türk oyuncuyu Hrant Dink’i oynatmaya ikna edemedim” türü bir ifaden vardı? Nedir o mesele?

Orada bir yanlış anlaşılma var. Ben Hrant Dink hakkında çekeceğim filmi belli bir oyuncuyu düşünerek yazdım. Popüler, çok bilinen bir isimdi.

 

Kim olduğunu söylemen mümkün mü?

Yok, adı bende kalsın. Neyse, senaryoyu okudu, kendince belli kaygılarla oynamayacağını söyledi. Sonra Dink’in hayatındaki beş ayrı dönemi beş ayrı isme oynatacaktım.  Onların da hepsi popüler isimlerdi. Ne yazık ki beşi de reddetti. Ben de projeden vazgeçtim. Tabii ki bu rolü ya da rolleri oynayacak kararlı, cesur oyuncular olduğunu biliyorum. Yani altıncı, yedinci, sekizinci oyuncuları aramadım, vazgeçtim. Baştaki hevesim kaçtı. Meselenin açıklaması bu…

 

Scorsese’den destek mektubu aldım

 

‘Duvara Karşı’ bence sinema tarihinin en yıkıcı aşk filmlerinden biri. Benzer ruh durumuna sahip başka hangi filmleri sayabilirsin?

Daha çok Fransız filmleri var sanki aynı kulvarda yer alan. Leo Carax’ın ‘Köprüüstü Âşıkları’, Beatrice Dalle’lı ‘Betty Blue’, Patrice Chereau’nun ‘Intimacy’si gibi… ‘New York New York’ da sanki böyleydi. Bu arada yeri gelmişken Scorsese’den bir mektup aldım, ‘The Cut’a yönelik eleştiriler için şunları yazmış:  “Beni de ‘New York New York’ dolayısıyla eleştirmişlerdi. Tıpkı senin şimdiki durumun gibi yönetmenlik kariyerimde ilk kez bu denli yoğun eleştirilerle karşılaşmıştım.”

 

Gazla, hapisle kafalardaki fikirler değişmez

 

Maalesef gelişmeleri dışarıdan takip ediyorum. Gezi döneminde de Ürdün’de çekimlerdeydim. Ama yıldönümünde, bu yıl 31Mayıs’ta İstanbul’daydım. İstanbul’da yaşayan arkadaşlarıma “Neler oluyor?” diye sordum. “Millet yoruldu” dediler. Ama şurası bir gerçek: İnsanları hapse atsanız da gaza boğsanız da fark etmez. Beyinlerdeki, zihinlerindeki fikirleri değiştiremezsiniz. Millet yorulup dışarı çıkmasa da o fikirler hâlâ kafalarda. Biliyorum ki o fikirleri taşıyan çok sayıda insan var bu topraklarda. Bu da beni rahatlatıyor, umut veriyor. Gezi sırasında işlenen suçların hesabı da mutlaka sorulacak.

 

Peki Türkiye’deki gidişatı nasıl görüyorsun?

Valla demokrasi dört senede bir sandığa gitmek değildir. Kendi azınlıklarına sahip çıkmak, basın ve fikir özgürlüğünü her daim korumak gibi değerleri yaşatman lazım. Bu tür değerler sanki yavaş yavaş Batı’da da yok oluyor, daha az önemseniyor. Norveç, hatta Almanya gibi ülkeler nispeten bu değerleri koruyan yapıdalar ki bunun üçlü ekonomilerle de ilgili olduğunu sanıyorum. Ama Almanya’da mesela son dönemde Türklere yönelik Nazi cinayetlerinde Alman istihbaratının konuya vâkıf olmasına rağmen gerekli önlemleri almadıklarını gördük. Bu konuda hâlâ doyurucu bir açıklama yapmadılar.

Türkiye’ye gelince burası Avrupa değil. Avrupa Birliği’ne de henüz üye olmadık. Yani birliğin değerleri burada yerleşmiş durumda değil. Öte yandan başka rol modelleri de var; ekonomileri gelişmiş ama demokratik olmaktan çok otokrat sistemleri sahip Çin e Rusya gibi ülkeler. Bu durum, “İlla Avrupalı olmak gerekmez” diyen Türkiye’ye başka kapıları aralıyor. Zannediyorum Türkiye şu anda belli bir kimliği arıyor. ‘Yeni Türkiye’ meselesi de sanki bu kimlik arayışının ifadesi…

 

Futbolun kendisi zaten yeterince heyecanlı

 

Hamburg bu sezon kötü, St. Pauli kötü, Trabzonspor ise son haftalarda düzeltti. Futbola olan ilgini biliyorum. Neler söyleyeceksin bu takımlar hakkında? Bir de Hamburg’u sordum ama onları tutuyor musun?

Yok tutmuyorum, Bundesliga’da gönlüm Schalke’den yana. Ne de olsa işçi takımı… Kuzey’den de Werder Bremen’i severim…

 

Dortmund…

Dortmund çok oryantalist… Bu arada St. Pauli de galiba ligin en son sırasında. Neyse ki Trabzonspor durumu düzeltiyor…

 

Futbol filmi çekmek ister misin?

Çok istekli değilim. Futbolun kendisi zaten yeterince heyecanlı; seyrederken keyif alıyorsun, kendini kaptırıyorsun. Filmine gerek yok sanki…

İlgili Haberler